Bilmem hiç dikkat ettiniz mi sizler de? Bazı insanlar vardır ki ben/(ya da biz) onlara “Nevi şahsına münhasır(1)”derim/(deriz). Kimler midir bunlar örneğin?
Şehirlerarası Otobüslerde hep 16, 20, 24 numaraları alıp da bir kaza olduğunda yalnızca kendilerinin kurtulacağını sananlar.
Uçakta kanat üstüne, ya da emniyet kapısı yanına oturmak istemeyenler.
Normal trenlerde orta vagon-orta numaralar, ya da ille de tek koltuk.
Deniz yolculuklarında çift yelek saklayanlar.
Prensip olarak toplu taşım araçlarında hep aynı yerde oturmak, ya da kapı önü de olsa umursamaz bir şekilde oralarda durmak isteyenler.
Ve gene ille(2) de “Bayan yanı”, hele hele ki; “Bizden” diye “Yandaş” diye sadece kendileri Müslüman, dindar, inançlı olanlar. Eda(3), tavır, davranış ve isteklerinin şekil ve biçimi hep inançları gereğidir.
Hele ki bazı “Dindar ve Kindar” nesil vardır ki, “Velev ki siyasal simgeli(4)” yoktur başkalarına saygıları, biner ve hemen kapının yanında dikilirler.
Diğer inmeye, ya da binmeye çalışan yolcuların “Uf! Püf!” gibi sitem dolu tenkitlerine aldırış etmezler, umursamazlar bile. Öylesine çok gâvur(5) vardır ki, memlekette, çünkü!
Bir argo deyimle; “Kulak şapırdatırlar!(6)” diğer birer argo deyimlerle; “Popolarını kaldırmazlar! Kıllarını bile kıpırdatmazlar!” Hatta bu giriş çıkışlarda, giren-çıkanlar değil, kendileri yanlışlıkla meselâ birinin ayağına bassalar, ağızlarını yayarak ve sadece zorunluluk duyarak;
“Pardooon! Ayağınız ayağımın altında kaldı!” gibi abuk sabuk(7) bir söz dizisi oluştururlar.
Özürlüler için ayrılan koltuklara oturmakta, yorgunluktan uyuklamakta, ders çalışmakta, duvarlara bakmakta ve en son model telefon denen oyuncaklarıyla oynarken etrafındaki hasta, çocuklu, hamile, yaşlılara dikkat etmezler.
En çok da yer altı trenlerinde, yani metro denilen ulaşım araçlarında işaretli yerlerden binen yolcularda rastladığım bir husus; indiği zaman gençliğini dikkate almaksızın indiğinde yürüyen merdivenlere hemen ulaşabileceği yakın kapılardan trenlere binmek ve dikilip orada kalmak diyebilirim.
Olay bununla da bitmez. İndiğinde yürüyen merdivenlere de en seri biçimde gitmek, ilk adımı atmak hevesi mutlaka herkesten önce kendilerinin hakkı olmalıdır, hem hemen. Bir de arkadaşları varsa yanlarında, yürüyen merdivenin sadece sağ tarafının değil, tümünün kendilerine ait olduğunu sanırlar.
Vapurlarda, metroda, banliyö trenlerinde, belediye ya da halk otobüslerinde, hele dolmuşlarda da o çok yorulan gençler vardır(!) ellerini birbirinin omzuna atarak çiklet çiğneyen, balon yapan, hatta umursamadan patlatanlar da “Nevi şahıslarına münhasır” kişilerdendirler.
“Pazarda ağız görmemiş!” derim ben böylelerine yöremizden. Oysaki değerli bir şairimiz menfaati bir sandalyeye benzetmiş ve; “Ayağının altına aldığın takdirde yükseleceğini, başının üstüne aldığın takdirde alçalacağını(8)” öğütlemiş bizlere…
Teknik Liseden sonra okuyamamıştım, adını ne koyarsanız koyun, asla mazeret(9) olarak sığınmayacağım. Benim tek derdim; okumak istemememdi. Okulu bitirince bir baltaya sap olamadan bir süre, orda-burda sürtmüş, belki bir bakıma ve sözüm ona askere gitmiş-dönmüştüm.
Askerlik gerçekten insanı adam ediyormuş! Dönüşte akrabalarımın önayak oldukları(10) Sanayi Çarşısındaki bir yerde işe başlamış, kısa süre içinde patronların gözüne girmiş, oldukça da dolgun maaş almağa başlamıştım emsallerime göre, övünmek gibi olmasın…
Büyüklerim, iş ve aşımın olduğunu, sıramın eşe geldiğini söylüyorlardı. Çevremizdeki falancanın kızı, filâncanın yeğeni, falan efendinin torunu ve benzerleri bir kısmı daha ailemin eş olarak adayları idi benim için. Amma…
Daha ağzımızı açmadan haberler geliyordu onlardan; “Okuyorlarmış(mış), öylesine mühendisler, doktorlar, subaylar istiyorlarmış(mış) ki onları, ya da bekliyorlarmış(mış)…
Hele bir durun arkadaşlar, değil mi? Bakalım ben seçilenleri beğenip isteyecek miydim, yaşamı paylaşmayı düşünecek miydim ki? Evde kalınca anlarlardı Hanya’yı, Konya’yı, her ne demekse? Neyse! Yolcu yolunda gerekti!
Ben de bir sıralar gerçekten başım bağlansın dileğindeydim. Ama yaşantımda; “Gönlümün Sultanı olsun!” gözü ile baktığım biri yoktu, böyle biri olmamıştı. Belki de aradığım öyle bir O idi.
Çevremdeki insanların davranışları dışında ilgilendiğim bir şey yoktu. Hani yaşıtım, akranım, emsalim olsun, onlara bakayım, parmaklarında yüzükleri var mı, yok mu, kontrol edeyim, araştırayım, taraştırayım(11), evlerine kadar takip edeyim gibi işte öyle düşünceler geçmiyordu içimden…
Olağan günlerden birinde yine metro ile işime gitmek üzere istasyona gelmiştim. Aceleci insanların yürüyen merdivenlere koşuşturmaları altında ezilmemek için en öndeki vagonun ön kapısından biniyordum trene genellikle.
Prensiplerime, görevimin gerekliliğine sadıktım ve işime daima erken gidiyordum.
Patronlar, fabrikanın ana kapısının anahtarlarından bir takımını benim için yaptırıp vermişlerdi. Ola ki müstahdemlerden(12), çaycı abladan ve onlardan erken gelirsem, kapıyı açıyor, çay suyunu ocağa koyuyordum.
Hatta yaz ise odalarının pencerelerini açıyor, kış ise odalarını havalandırdıktan sonra klimalarını(13) çalıştırıyordum onlar gelinceye kadar. Aşağı-yukarı rutin(14) bir yaşam desem, daha kısa anlatmış olurum yaşantımı.
İşte böyle günlerden birinde dikkatimi çekmişti aynı istasyonda karşılaşan trenlerden, karşıdaki trenin en son vagonundaki genç kız, ya da bayan, nasıl deniyorsa, hani?
“O güne kadar hiç dikkatimi çekmemişti” demeyeyim, yalan olur zira. Çok zaman dikkatimi çekiyordu da ilgim boyutsuzdu, sadece bön bön bakıyordum(15).
Hatta daha da ileri gideyim, Hani “Hindistan’da kutsal sayılan bir hayvan var ya, tıpkı onun trene baktığı gibi” bakıyordum desem daha doğru olacak!
Bu sefer ilgimi çeken başka bir şey vardı, ama. Karşı trenin vagonundaki genç kız renkli güneş gözlüklerini çıkartıp muhtemeldir ki miyop gözlüklerini takmış ve beni görmek çabasını (hadi utanmayayım da zahmetini, diyeyim) yaşamıştı sanki.
Üstüme alındım tabii; “Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş” örneği. Bu son anlattıklarım gördüğümü sandığım hayaldir, ya da hayal olabilir. İnsan bir dakika bile sürmeyen karşılaşmaya, düşüncelerinde hayal etmek de varsa neler sığdırabilirdi, değil mi?
Hayal miydi? Gerçek miydi? Sınamanın(16) yolu vardı: Yarın… Yarın bakalım, neler olacaktı? İnsan üretmeye görsün, beyninde o kadar çok soru üretebiliyordu ki!
Kim? Neden? Ne? Nasıl? Niçin? Tahsilli mi-okumuş mu? Öğrenci mi-memur mu? Evli mi-kendi gibi mi?
Of ki of, bir sürü tekerleme gibi sıralanacak sual, kim bilir? Hele bir yarın gelsin, nokta ve satırbaşı, kafamda ulaşmayı istediğim sonuca kadar devam…
Yarın benimle birlikte şanssızlıkları da getirmişti bir bakıma. Her seferinde Kızılay yönüne giden tren bir dakika-yarım dakika erken gelirken ya o tren tehir yapmıştı, ya da bizim tren ben kavuşamayayım(!) diye erken gelmişti. Zira bizim trenimiz istasyondan çıkarken o tren henüz gelmek, istasyona girmek çabasındaydı biraz.
Bugün böyle geçecekti çaresiz. Yarın yeni bir gün olacaktı. Ya da yarına Allah kerim!
Nasıl geçti benim günüm, “Hatırlamıyorum!” desem, gerçeğin kenarından mı geçmiş olurum ki? Gerçekten gözlüklerini değiştirmesinin etkisi altında kalmıştım. Uzaktan gördüğüm kadarıyla; huyu-huyuma, suyu-suyuma denk gibi görünüyordu meselâ!
Yok, daha neler? Neredeyse gelin-güvey oldum, ya da olmak üzerine ulaşmış gibiydim, “Eli kulağında” mı denir? Hah! Tam onun gibi bir şey işte!!!
Hayal etmek ve ötesinde ummak ne kadar güzel bir şeydir! Ama dalgınlık da iyi bir şey değildir hani. İş yerimde bir anlık dalgınlığımla tulumumun kolunu kaptırmıştım tornaya(17). Allahtan sıyrılan yenim, ek yerinden sökülmüştü de kurtarmıştım kolumu.
Sonum; facia da olabilirdi, bir-iki sıyrık da. Allah korumuştu beni, yoksa kaderime çolaklığı(18) da sığabilirdim bir anda, belki. Bu; aklımın başıma gelmesini sağlamıştı bir anda. Neydi o gelin-güvey afra tafraları(19), huyu-suyu muhabbetleri(20)? Tövbe! Tövbe!
Atalarımız; “Davul bile dengi-dengine” demişler! “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın(21)!” gibi, bir bakışla esir alınacak kadar zayıf ve güçsüz müydüm? Bu; bir. İkincisi, kimdi, neydi, neyin nesi, kimin fesi idi, daha önceki sorularımın katmeri(22) olarak?
Akşam, olmayı bilemediği gibi, sabah da olmayı bilememiş, ya da başaramamıştı alnının akıyla. Üstüne üstlük tıraş olurken alafranga tuvaletin kapağı düşmüş, tikim(23)-mikim olmamasına rağmen çıkardığı sesten ürktüğüm için, yanağımı hatırı sayılır bir biçimde jiletlemiş, kesmiştim.
Bıyığımı düzelteyim derken sızan kan nedeniyle makası kaçırarak bıyığımı inceltmek zorunda kalmıştım. Züppe bıyığı(24) gibi. Öyle bırakanlara çok kızardım hâlbuki.
Bitti mi? Nerde? Tüm bunların üstüne bir de hafif çisenti ile geciken otobüsü beklerken ıslanmam olayın tuzu-biberi olmuştu, umursamadığım…
Bu kere ilgisizdi genç kız. Ya da kendisine öyle gelmişti. Bakmıyordu, bakınmıyordu çünkü. Oysa kendisi gözleriyle yanı başındaydı. Of! Bu yarım ya da üççeyrek dakikalar ne kadar da çabuk geçiyordu ki?
Hani tabiri caizse(25); iki nefes arasına sıkışıp kalıveriyordu! Böyle durumlarda gün de bitmek bilmiyordu. Fabrikaya gittiğinde, değiştiğinin farkında olan yalnızca kendisiydi. Emekçilerin çoğunun farkındalığı yoktu, kendi boğazlarının kavgasında.
Bir gün, üç gün, beş gün… Neredeyse kendi dünyama dönmek üzereydim, iddiamı ya da düşüncelerimi terk edip, ya da raylar üzerinde bırakıp kendi halimde kalacaktım. Ama kadere yazılmışsa insan onu mutlaka yaşayacaktı.
Sabahlardan bir sabah, yanağımdaki yaranın kabuk bağladığı, bıyıklarımın neredeyse eski formunu bulmaya başladığı bir sabah, gene görmez miyim aynı vagon, aynı pencerede onu?
Bu kere de sanki araç camı açma ya da telefon etme gibi işaret parmağı ile çevirme gibi hareket yapmıştı, etrafındakilerin merak dolu bakışlarına aldırmaksızın…
Çevreme baktım, etrafımda benden başka kimse yoktu. Elimi göğsüme götürüp ”Ben mi?” anlamında işaret ettim. İşaret parmağını “Sen!” gibi işaret etti, cep telefonunu gösterip kulağına götürürken. Ve tren hareket ettiğinde zihnimde en son bu görüntü kalmıştı.
Ne demek istemişti? “Telefon edeceğim” mi? Olası değildi. Adımı bile bilmiyordu ki daha telefon etsin. Eğer ki müneccim(26) ya da gaipten haber alan(26) birisi değilse, cep telefonumu, ya da işyeri telefonumu da bilemezdi ki, arayabilsin.
O zaman bir yanlış, bir hata, bir karışıklık olmalıydı? Ama nerde?
Aklıma gelen tek husus, beni birine benzetiyor olabilmesiydi. Mademki uzağı göremiyor, gözlük takıyordu, aklıma gelen en mantıklı neden bu idi. Ve doğal olarak beni zannettiği kişiyi telefonla arıyordu.
Daha sonra bir anlamsızlığı daha yaşadım, karşılaşamadığımız günlerden sonra bir gün yine karşılaştığımızda karşılıklı vagonlarda. Ve bu sefer de cep telefonu ile resmimi çektiğini zannettim. Gerçi hissettirmek istemez bir tavır içindeydi, gördüğümce.
Cezbetmişti(27) bu genç kız beni, uzaktan da olsa. Doğru. Ama tecessüs(28), ya da merak kendi başına giderilemiyordu ki.
İzin aldım, bir süreliğine. Haydi, “Bir haftalık” diyeyim. Çünkü bir gün içinde düşüncelerime sunduğum çözümü gerçekleştiremeyeceğimin bilinci içindeydim.
Bütün bir gün ve gecesinde düşündüm. İlgilenilmek güzel bir şeydi, ama neden? İstasyona geldim, kendi trenimin değil, diğer trenin peronuna yöneldim. “Cihar atıp şeş oynamıştım!” ama tutturamamıştım. Karşılaşamamıştım onunla. Bir sonraki trende karşılaşmayı denemek yerine son istasyona kadar gittim. Bir müddet siftindim(29) oralarda ve döndüm.
Başarım; sıfıra sıfır, elde var sıfırdı. Bunun yarını da vardı ama…
O gün, ertesi günler de geçti kendi başlarına kendiliğinden, maalesef. Sıfırlar öylesine çoğalmıştı ki, her bir çiftinden bir tuvalet levhası hazırlamak mümkündü. Çift sıfır yani! İşimin başına döndüm, iznimi tamamlamadan. Gerçektir ki, patronlar memnundu, o kadar alışmışlarmış yani benim iş yapıma!…
Rutin bir yaşam şekline dönüştürmüştüm kendimi gene. Artık hiç bakmıyordum sağa-sola. Hatta sırf bunun için, müthiş bir gazete okuyucusu olmuştum. Sayfaları kıvırarak, sağla-solla ilgilenmeden gazete okuyordum trenimi beklerken ve trende…
Bir gün, hani işte demiştim ya; “Kader, olacakları belirlemişse, önüne geçmek mümkünsüz!” diye. Gerçekten bir kere daha aynı yaşam şekli belirlemişti.
Gazetemin sayfasını çevirirken başımı kaldırdığımda aynı genç kızı gördüm karşı trende, siyah gözlükleri, elinde bir çanta, yüzü cama dönük yine ve hareketsiz…
Bu görüntüyü yanıtlamak istercesine bir kez daha şansımı denemek istedim. Bu kere izin almadım, “Biraz gecikebilirim belki!” dedim sadece, ertesi gün için. Yine öbür peronda bekledim, karşılaştım ve hemen yanına gittim;
“Merhaba?!”
Selâmdan, tanışma isteğimden ziyade; “Beni tanıdınız mı?” anlamında idi seslenişim?
Genç kız da aynı düşüncede olmasa gerek ki dönüp cevapladı;
“Pardon?!”
Onun da sunumu; “Birine benzettiniz herhalde! Ne istiyorsunuz? Gidin başımdan!” anlamlarından herhalde birinden birini, ya da hepsini kapsıyordu, hiç de sobelenmişe(30) benzemiyordu.
Şaşkınlaşmıştım. Nutkum tutulmuştu.
“Ömrümün şu anına kadar böyle bir güzellikle bırak tanışmayı, karşılaşmamıştım bile…” diye düşünüyordum.
Dalgınlığımda yinelemişti sözlerini, gözlüklerinin üstünden gözlerime azarlarcasına bakarak;
“Pardon, demiştim!”
Yutkunuyordum. Dudaklarım kıpırdıyor ve fakat ses çıkmıyordu ağzımdan. Trenin diğer istasyona girişinde duraklar gibi sarsıntısıyla, boş bulunup genç kızın üstüne yüklenir gibi oluşum da, işin tuzu-biberi olmuş, kendime de aynı sözleri söyletmişti;
“Pardon efendim! Affedersiniz! Özür dilerim!”
Genç kız diklenmişti. Gözlüklerini çıkardı. Eğilimi bağırmak gibiydi, sıkkınlıkla. Ama bir şans daha tanımayı düşündü karşısındaki bana içinden ve herhalde merak ettiğinden. Tekrarı bu sefer bir başka kısa cümle ile devam ettirdi;
“Birine mi benzettiniz, pardon?”
Cesaretlenmiştim, ama cesaretim “Şey!” deyip “e” harfini uzatacak kadardı. Susarken bile gözlerindeydi gözlerim, kendimi o gözlere hapsetmek istercesine. Oysa genç kızın gözlerinde sadece soru vardı kendince ve sessizlikten de bıkma noktasına gelmek üzereydi;
“Haydi, söyleyin artık, ne söylemek istiyorsanız, çünkü yetişecek işlerim var ve bir sonraki durakta da ineceğim!”
Sonunda dilim çözüldü, cesaretlenerek ilk seslenişimdeki gibi; uzun “e” içeren bir “Şey!” daha dedikten sonra;
“Bir önceki istasyonda karşı peronda, belki de birine benzeterek telefon işareti yaptığınız kişiyim ben; adım Erol!”
“Ah pardon! Binlerce kere pardon! Gerçekten özür dilerim. Sizi emlâk ile ilgili müvekkillerimden(31) birinin hasmına(32) oldukça ötesinde çok benzemiştim. Uyuşmaları için çaba gösteriyordum. Ama olmadı maalesef. Amcayı kaybettik. Size benzettiğim kişi şimdi mirasçılarıyla uğraşacak. Sanırım davaları yıllarca sürer...”
Trenden inmeden önce yetiştirmek ister gibi sözlerini tamamlama gayretinde oldu;
“Yaptığım araştırma ve elimdeki bulgulara göre, siz zannettiğim karşı taraf haklı. Ama uzaktan da olsa akrabalığımız, mesleğimizin saygınlığı nedeniyle, seçenekleri araştırmak ve şöyle, ya da böyle haklılığı savunmak zorundayız.”
Tren durmuştu. Bu şansı bir kez daha yakalayamayabilirdim. Ben de indim ve beraber yürüme gayretinde oldum şaşkın bakışlarında.
“Sanırım, arsa-emlak, tenkis-i bedel(33), tezyid-i bedel(33) konularında uzmanlaşmışsınız Avukat Hanım.”
Ne çok şey bildiğime hayret etmiştim. Oysa pek zor değildi bilgi sahibi olmak. Emmimlerin(34) tarlasının olduğu bölgede devlet baraj yapacak ve onların tarlaları su içinde, yani baraj gölünde kalacaktı. Bu nedenle tenkis, tezyit bedellerini oradan öğrenmiştim.
Güzel kızın indiği durak ise Adliye Sarayı idi ve dava, hasım falan gibi sözlerini de duymuştum. Yargıç olamayacak söz sarfı ve gençliği nedeniyle de avukatlığı yakıştırmıştım ona.
Bu kadar basitti işte. Bu basitlik iklim farklılığını da yaratmıştı. İklim farklılığı, söz gelimi… Tahsil farklılığı anlamında, “Dağ yolunda yonca, gül dalında gonca” terennümü(35) idi bende; “Olmayacak duaya kim âmin desin” di ki?” Kenar, en iyi saklanılacak yerdi.
Buna rağmen şansımı hemen elimle kenara iteklemek istemedim, yalan söyledim, Tanrı’nın affına sığınarak;
“Bir yakınımın sizin konunuzla ilgili bir sıkıntısı vardı. İyi olacak hastanın ayağına gelirmiş doktor. İyi ki sözünüz uzamış. Sakıncası yoksa kartınız var mı acaba? Kendisine ileteyim, gelip sizinle görüşsün bir?”
Konuyu ciddiyetle bağdaştırmalıydım, “Kendim için, şansımı denemek istiyorum”, diyemezdim ya?
Yalan üzerine bina inşa etmek mümkün değildi. Onunla bir kez daha görüşebilmek umuduyla şansımı kullanmak isteğimi şekillendirmeyi düşünmüştüm.
De…
Bu istek ne işe yarayacaktı, onu kestiremiyordum.
Benim düşünceme göre insanların bir yuva kurmalarında oluşan en büyük handikap(36); eğitim farklılığıydı. Oh! Ho! Her şey bitmişti de sıra eğitim farklılığına gelmişti sanki. Buna öz Türkçede; “Dereyi görmeden paçaları sıvamak…” denmezdi de, ne denirdi?
“Yalnız amca biraz ağır işitir, bir de eğer danışma ücreti falan varsa lütfen onu benim ödemem için izin verin!”
Ne üçkâğıtçı(37) adamdım vesselâm(38). Tahsil farklılığından doğan moral bozukluğumu bile bir kenara atmış, yılışmıştım(39).
Kısaca; “Tabii!” dedi saatine bakarak koşar adımlarla uzaklaşırken; “Özür dilerim” sözleri de kendisini takip eder gibiydi. Yerdeki kestane kabuğuna ayağımı salladım ve biraz önce mutlulukla debelenen(40) küskün bedenimi, gerçeğin kollarına bırakarak metroya yöneldim.
İşin kolay tarafını halledip kartını almıştım, ismini de öğrenmiştim, adresini, telefon numarasını da, işe yarar umuduyla. Söylenenin aksine; “Bir nal vardı elde, iş kalmıştı üç nalla bir ata!” ki zordu, çok zordu benim için hem de.
Sağır ve emlâk sorunu olan birini, nereden bulacaktım, öncelikle?” Kamuoyu oluşturmalı idim, yani ki; eğitim farklılığımıza rağmen nasıl bir arkadaşlık ve yakınlaşma teklifim olacaktı?
Hem bakalım sahipsiz miydi? O ana kadar bu konuda bilgi sahibi olmayı aklıma bile getirmediğim için canım bir kere daha sıkılmış, hatta yanmıştı.
Allah kuluna; “Yürü ya kulum!” demişse ve kul ayaklarının üzerindeyse, yürüyordu gerçekten. Hem nereye doğru olursa olsun. İş yerime geldiğimde, suratını asık görmüştüm çaycı ablanın. Derdi hiç bitmezdi zaten, hep de dinlettirirdi.
Bazen parası çıkışmaz borç isterdi, koltuk çıkardım.
Bazen beyiyle didişir(41), araya sokardı beni.
Bazen hayırsız çocuklarına nasihat etmemi isterdi.
Hep isterdi ama. Bu sefer farklı duruyordu, yengeç gibi yan yan, yamuk yamuk ya da. İçerde kapı yanında bir adam oturuyordu, hafif kamburumsu, giyimi vasat, yaşlıca, çaycı abladan biraz daha yaşlı, sesini çıkarmadığı için tanıyamadığım.
“Hayırdır abla bir derdin mi var gene?” dedim, tulumlarımı giymek için elbise dolabımın olduğu bölüme geçerken.
“Var, var, olmaz mı, bu adam yüzünden, benim koca biliyon sen?”
İlk defa görüyordum kocasını. Telefonla çok sefer görüşmüştüm, anlaşmamız pek kolay olmamıştı, ama “Surat” derken “Sürat” le karıştırmıştı sözlerimi. “Salça” derken “Kalça” anlamıştı. “Kazı, Gaz” “Gülmemeli deyince Gül memeli” anlayan amca, bin dereden değilse de gene bir-iki dereden su getirttirmişti anlatabilmem, sorunu çözmem için bana!
“Hayırdır, öğle paydosuna az kalmış. O zaman anlatırsınız derdinizi. Çözüm varsa paylaşırız, çözeriz inşallah. Bugün geç kaldım, patronlardan fırça yemeden usulca ineyim atölyeye, etrafı bir kolaçan edeyim(42), hemen.”
Bizde öğle paydosları sık olur ve çabucak gelirdi, geciken de hep akşam paydosları ve acil iş yok da Cumartesi de tatilimiz içindeyse, Cuma akşamları da çok geç gelirdi nedense!
Bu kere de öğlene erken ulaşmıştık. Çaycı abla ve eşi yemek sırasından çıkarak geldiler yanıma ben göründüğümde. Yemek sırasına girmezdim ben.
“Anlatalım mı beyim, yoksa yemeğini yedikten sonra mı dinlersin bizi?”
“Yemek sıranız kaybolmasın. Siz yiyin yemeğinizi ve öyle gelin yanıma. Ablacığım, misafirinin yemeğini de benim hesabıma yazsın kâtip.”
İşçilerin tüm mevcudu müesseseden yerlerdi, ama patronlar dâhil misafirlerin yemek bedelini ilgilenenin maaşından keserdi mutemet, felsefe olarak, ya da prensipleri gereği patronların…
“Beyim. Benim adamın kulakları biraz ağırdır, pek de dili dönmez. Ben anlatam hadiseyi. Bizim bebeler gomşunun bebeleriyle ile kavga etmiş accık. Biraz da ileri gidip pataklaşmışlar komşunun bebeleri ilen. Yıllardır ses etmeden geçinir giderdik. Bu sopalaşma olunca güçlerine gitmiş. Bizim gecekondunun müselles(43) kadar, muska(43) kadar bi gısmısı bu gomşunun arsasına girmişmiş, bi gidimcik kada bi yer. Bizi mahkemeye vermiş, illâ(44) da orası yıkın diyolar. ‘Gel etmeyin, eylemeyin!’ didik. Dinlemiyolar!”
Nefes almaktan bile çekinircesine burnunun çekti, boğazını temizledi, unutmak endişesi ile sözlerinin devamını getirme çabası yaşadı;
“O da yetmezmiş gibi, üstüne üstlük bizim pencereler de onların arsasına bakıyo, onları da kapattırmamız lâzımmış. O zaman geri oda, gece gibin karanlık olur yav, gece-gündüz elenktrik yakcaz demek. Ne olur sen patronların yakınısın, onların, bildik, aşinaları(45) abukat falan vardır. Araya girsen de bize bir yardım ellerini uzatsalar, ha?”
Körün istediği bir gözdü, Allah vermişti, iki göz. Bundan âlâ şans mı olurdu benim için, hem de anında diyebileceğim bir zaman dilimi içinde? Kırk yıl düşünsem, ya da kırk yıl umsam, hatta dua bile etsem, böyle bir şans oluşmazdı, oluşamazdı yaşamımda.
Umut, insanların en çok oynaştığı oyuncaklardan biri… “Umutsuz olmak, yaşamamak” demektir. Büro yerine cep telefonunu aradım Avukat Hanımın. İlk çalışında hemen kapandı telefon.
Anlamamıştım, ama düşüncelerime yön vermemin yararlı olacağını hissetmiştim. Meşgul bir insandı. Mahkemede olabilirdi, keşifte olabilirdi, önemli bir konuşma ya da araştırma üzerine konsantre olmuş(46) olabilirdi, çalışmasını muhtemelen o yönde yoğunlaştırmış olabilirdi, değil mi?
Ondan gelecek bir telefonu beklememin yararlı olacağı düşüncesiyle işime devam ettim. Bir önceki dişli çarkta yaptığım hatayı tekrarlamamak için, freze(17) ve tornasını dikkatle ayarladım.
Güvenimi tazelemek için, yanlış dişli çarkı alıp eski ustalardan birine yeni hesaplamayı ve çarkı gösterip onayını aldıktan sonra çalışmama yöneldim tekrar.
İşime konsantre olunca unuturdum çevremi, duymazdım, konuşmazdım, görmezdim. Bu nedenle de Avukat Hanımın arayışından, daha doğrusu arayışlarından haberdar olamamıştım, ta ki dişli çarkı bitirip de alnımda oluşan terleri silerken hatırlayana kadar.
Cep telefonuma baktım. Farklı zaman aralıklarıyla aynı numaradan üç kere aranmış, fabrikanın gürültüsünden olsa gerek, duymamıştım.
Atölyeden çıkarak numarayı aradım, ilk çalışında açıldı hemen bu kez. Sorarcasına;
“Avukat Hanım?” dedim.
“Evet, ben Avukat Müzeyyen.”
“Merhaba. Ben metroda tanıştığınız Erol, efendim. Cumartesi günleri büronuzda oluyor musunuz? Yani, çalışmanız oluyor mu efendim?”
“Aaa! Merhaba! Beni aramıştınız, ama duruşmadaydım. Cevap veremedim. Sonra bu numarayı bir-iki defa aradım ama cevap alamadım. Cumartesi günleri davalara hazırlanmak için büroda çalışıyorum çok zaman. Hayırdır, bir dileğiniz mi vardı? Ama öncelikle izin verin; ‘Nasılsınız?’ diye sorayım. İyi misiniz, görüşmeyeli? O gün davaya yetişmek için sizden koşarak ayrılmak zorunda kaldığım için özür dilerim.”
“Önemi yok efendim. Size daha önce konusunu bahsettiğim amcayı getirecektim de; ‘Durumunuz uygun mu?’ diye sormak istemiştim.”
“Aaa! Tabii, beklerim. Ne zaman gelirsiniz?”
“Sizin vaktiniz değerlidir Avukat Hanım, siz ne zaman derseniz?”
“Öğleden sonra, ne zaman isterseniz o zaman teşrif edin(47). Yalnız eğer amcaya karşı dava açılmışsa o dosyanın numarasını bana daha önceden bildirmeyi unutmayın. Biraz inceleyeyim ki, katkım yeterli, yardımım dilediğim gibi olsun, olur mu?”
“Emriniz olur efendim!”
“Emir değil, sadece faydalı olabilmem için öğrenmem gerekenlere ait ufak bir rica…”
“Peki. Olur efendim. Yarım saat içinde telefonunuza mesajla bildirmeye çalışırım, eğer amca ya da çaycı abla biliyorlarsa. Amcanın kulağı çok iyi duymadığı için, hanımını da getirebilir miyim sakıncası yoksa?”
“Ne sakıncası olacakmış canım? Başımla beraber. Sadece çayımız olmaz o gün. Neskafe, ya da soğuk bir şeylerle idare ederiz artık. Görüşmek dileğiyle, iyi günler…”
“İyi günler Avukat Hanım! Sağ olun!”
Mutluydum. Sözün gelişi olarak da olsa bana; “Canım” demişti.
Abladan Dosya Numarasını zorlukla da olsa öğrenip mesaj olarak telefonuna göndermeyi unutmamıştım. Teknoloji çok ilerlemişti. İnsanlar istediklerini internet ortamında o kadar kolay öğreniyorlardı ki. Avukat Hanımın bundan yararlanmak amacıydı mutlaka.
Ve benim için bütün mesele Cumartesi öğleden sonrasına ulaşmaktı. Ulaşacaktım da, ömrüm varsa ki, ömrüm olsun, onunla yaşamak istediğim ömrüm; uzun olsun istiyordum. Ömrümün çaycı abla ve eşiyle o günü yaşayacak kadar uzunluğuna şükrediyordum, Avukat Hanımın bürosuna ulaştığımızda.
Avukat Hanımın verdiği bilgiler hiç de iç açıcı değildi. Başlangıç olarak çaycı ablaların haksızlığını belirtti. Karşı tarafın avukatı büyük ağabeylerden biri idi, tanıyordu, konusunda uzmandı ve çok başarılıydı. Konu, zaten karmaşık değildi, şıpın işi(48) halledilecek bir konu idi.
Bu nedenle; “Uzlaşın!” diyordu. “Araya girelim, avukatlar olarak barıştıralım ve bir bedel takdir edelim, ödeyin o müselles dediğiniz üçgen parçası için, tapuda o miktarı da adınıza tescil ettirelim, rahata kavuşun. Ancak uzlaşsanız bile, pencerelerinizin o arsaya silme olarak baktığını incelemelerime göre biliyorum, o takdirde o arsaya bina yapıldığı takdirde pencerelerinizin mutlaka kapanacağını bilin.”
Durdu, bir müddet düşündü:
“Ben, beş kuruş bile talep etmiyorum, hizmetimin karşılığı olarak. Ancak, davayı kaybetmeniz büyük bir olasılık. Bu nedenle karşı tarafın talebi fazla olabilir, buna hazırlıklı olun. Davamız gelecek hafta Çarşambaya. Bugün Noterler kapalı. Pazartesi yapacağınız ilk iş, bir Notere gidip bana vekâlet vermeniz. Avukat Turhan ağabeyle görüşüp sizin için en ekonomik olarak uzlaşmanızı sağlamaya çalışırım. İsterseniz düşünün ve Pazartesi günü beni mutlaka bilgilendirin, olur mu amcacığım?” dedi, amcanın gerçekten de duyup duymadığını test eder gibi.
Amca gözlerini kırpıştırarak bakıyordu, anlamamışçasına. Teyze elini kocasının kafasına vurdu, yumruk biçiminde birkaç kere ve ayağa kalktı;
“Teşekkür iderik Abukat kızım.” dedi, beyinin koluna girerek onu kapıya doğru yönlendirmeğe çalışırken.
Avukat, çaresizliğini anlatmak istercesine iki elini iki yanına açmış bir şekilde masasının arkasında kafasını sallıyordu.
Misafirlerimi yalnız bırakmamak, destek olmak istercesine elimi belli-belirsiz “Allahaısmarladık!” dercesine salladıktan sonra, amcanın diğer koluna girip dışarıya doğru yöneldim.
Gün bitmişti çaycı abla ve beyi için…
“İyi düşünün, isterseniz akrabalarınıza, komşularınıza danışın, ama dava başlamadan önce Avukat Hanımın dediği gibi karşı tarafla anlaşmaya çalışın. Ve de altınınız falan varsa, bozdurmak için hazırlıklı olun, ya da çocuklarınızın durumu müsaitse aralarında denkleştirsinler. Hemen şimdi değil, daha sonra. Ha? İnancınız yoksa başka avukat ya da avukatlara da danışabilirsiniz. Ama lütfen acele edin, menfaatiniz için. Çünkü zaman aleyhinize işliyor… Gene de kendiniz bilirsiniz, ama bana mutlaka Pazartesi günü haber verin.” dedim onları bedelini ödeyerek Halk Otobüsüne bindirmeden önce.
Ve ayrılmalarının üzerinden uzunca bir vakit geçmemesine ve sadece “Müzeyyen” demek istememe rağmen, cep telefonumu tekrar aldım elime;
“Avukat Hanım, durumunuz uygun mu efendim? Ben Erol.”
“Sesinizi aldım. Vaktim uygun. Buyurun lütfen!”
“Biraz uzun olabilir, gelebilir miyim büronuza?”
“Tabii. Neden olmasın?”
“Gelirken almamı, ya da getirmemi istediğiniz bir arzunuz olabilir mi?”
“Yok! Teşekkür ederim.”
“O zaman görüşmek dileğiyle.”
Her ihtimale karşı, benim de sevdiğim tavukgöğsü ve keşkül tatlılarından birer porsiyon aldım.
Büro kapısı yarı aralık, yarı açık olmasına rağmen, tıklatıp “Gel!” sesinden sonra girdim içeriye.
“Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım istedim.” diyerek elimdeki poşeti etajerin(49) üzerine koydum.
Müzeyyen, önündeki dosyanın açık sayfasına bir not kâğıdı koyarak dosyayı kapattı.
“Tekrar gelmemin sebebi şu efendim. Onların yanında detaylı(50), teferruatlı(50) olarak açıklayamadım. Sizin elinizden gelenin en fazlasını esirgemeyeceğinizi biliyorum. Bu insanlar gördüğünüz, tanıdığınız gibi gariban(51), kafası çalışmayan, her yöne yönlendirilebilen insanlar. Çocuklarının da hayırlı evlât olduğunu söyleyemem, tanıdığım kadar. Amcanın hem kafası, hem de kendisi çalışmıyor, diyebilirim gerçekten. Evi, çaycı abla fabrikadan aldığı üç-beş kuruş maaşla idare etmeye çalışıyor. Gerektikçe, elleri oldukça açık olan patronlarım da koltuk çıkıyor, yardım ediyorlar. Bu Pazartesi günü sizin istediğiniz o Yetki Belgesini mutlaka aldırırım Noterden.”
Aklımda getirdiklerimi, karşısında aklımı yitirmiş gibi unutmuştum sanki. Hatırlamak için dinlendirdim çenemi ve devam ettim;
“Başka Nüfus Kâğıdı, Tapu veya fotokopisi falan gibi bir şeyler lâzım mı? Veyahut başka neler gerekebilir? Bana söylerseniz, not alayım. Karşı tarafın Avukat Ağabeyiyle de görüşün lütfen. Maddi olarak ne gerekiyorsa hepsini bana söyleyin, onların haberi olmasın, ben ödeyeceğim tüm giderleri. Allah’a şükür zor durumda değilim. Sanırım, sorunlarını çözümlemeye gücüm yeterli olur. Atalarımız; ‘İyilik yap, denize at, balık bilmezse Yaradan (Halik) bilir’ demişler.”
“Olur! Hemen şimdi arayayım Nedim Ağabeyi. Müsaitse, bürosu hemen yakınımızda, gider görüşürüz.” derken Adres Defterinden telefonunu araştırmaya başlamıştı bile. Ve çevirdi numaraları;
“Nedim Ağabey. Ben Müzeyyen. Müsait misiniz acaba? Bir konuda rahatsız etmek istiyorum, büronuzdaysanız… Peki efendim. Yarım saat sonra büronuza ulaşırız… Teşekkür ederim.”
Bana döndü;
“Dışarıdaymış. ‘Yarım saate kadar büromda olurum’, dedi.”
“O zaman bu vakti değerlendirelim. Hangi tatlıyı isterdiniz? Zevkinizi bilmediğim için, iki cins tatlı aldım, tavukgöğsü ve keşkül. Tercihiniz?”
“Keşkül olsun!”
“Tamam, buyurun lütfen! Afiyet olsun!”
Ondan etkilenmem bırakın günleri, saatleri, an geçtikçe artıyordu. Çenelerim ağrımıştı, ağzımı şapırdatmadan yiyeceğim, diye. Başarılı da olmuştum galiba!
Avukat Nedim Ağabey iyi bir insandı. Yardımcı olacağına, hatta davayı kapatmaya, karşılıklı sulh etmeye, en az bedelle olayı çözümlemeğe çalışacağına söz verdi. Belki onun da söylediği güzelliklerden biri, mahkeme giderleri dışında, kendi adına karşı taraftan maddi bir talebinin olmayacağı idi.
“Çok ağırlık olduğumu, özür dilediğimi” söylediğim zaman;
“Ne beis(52) var, birilerine yardım etmeye beni de ortak ettiniz, mutlu olmaz mıyım?” dedi Müzeyyen.
Ayrılmak zordu benim için. Onun için ise?
Bilemezdim.
Pazartesi günü ilk işim, Tapu; amcanın üzerine olduğundan, konuyu patronlara izah ettikten sonra, çaycı ablayı evine götürmek oldu. Amcanın giyinmesini, Tapu ve Nüfus Kâğıdını bulmasını bekledikten sonra Notere götürüp gerekli belgeyi yaptırdım, Avukat Müzeyyen Hanım adına. Eşinin de yardımı ile deveye hendeği atlattırmak(53) kolay olmamıştı, ama olmuştu!
Bürosunun kapısı kapalı idi, doğal olarak. Belgeleri büro kapısının altından attım ve telefonuna mesaj yazdım. Herhangi bir şekilde görevde olabileceği düşüncesiyle…
Tüm işleri birkaç saat içinde bitirmiş, patronlara gelişimi bildirmiş, tulumumu giyip işimin başına dönmüştüm ki telefonum çaldı. O idi. İlk defa cesur olmaya karar vermiştim;
“Belgeleri aldım, merakınız olmasın!”
“Sesinizi duymak güzel!”
Bir an sessizlik oldu, üsteledim, sorarcasına;
“Avukat Hanım?”
“Evet! Evet!” dedikten sonra;
“Mahkeme koridorlarında o kadar banal(54), yıkıcı, yıpratıcı, hırçın sözlerden sonra iltifatınız(55) gerçekten o kadar güzel geldi ki bana. Memnun oldum, teşekkür ederim.”
“Dileyin her gün arayıp, her gün söyleyeyim size. Hem sadece sesinizin değil, tüm varlığınızın da güzel olduğunu…”
“Hiç üstüme alınmadım, ciddi olduğunuzu ummak isterdim.”
“İnanın! Vallahi ciddiyim!” derken Makine Dairesinden Soyunma Odasına doğru yönelmiştim.
Ne oluyordu bana? Düpedüz ilân-ı aşktı, sözlerim, anlayana. Ama karşımdaki bilge idi, kibar idi, kırıcı değildi, âlicenaptı(56);
“Peki! Öyle diyelim! İyi günler!” ve kapattı telefonu, cevap beklemeden. Kalakalmıştım Soyunma Odasında, ta ki telefonum “Kapat!” sinyali verene kadar.
İçimden bir ses; “Bir çuval inciri berbat ettiğimi” söylüyordu.
Bir diğer ses ise; “Geç bile kaldın, neyin eksik?” diyordu. İkilem(57) içindeydim. Tekrar mesaj çektim:
“Ne olur, durumunuzun uygun olduğu anlarda aramama izin ver!” diye.
“Sen” ve “Siz” kargaşası(58) ile.
Bir tam gün geçti aradan, sonra bir tam gün daha. Telefonumun gelen mesaj hanesine devamlı bakmaktan yorulmuştum. Her biri geldiğinde, benliğimde heyecan yaratan mesajlar, tırı-vırı(59) mesajlardı, tabiidir ki beklediğim değil. Sonra gelen iki kelimelik bir mesaj beni yaşama döndürdü;
“İzinlisin, izin senin!”
Hemen açtım telefonu saniye bile geçirmeden;
“Kızdın mı bana? Gücendin mi yoksa?”
“Neden?”
“Duygularımı hissettirmeğe çalıştığım için!”
“Ne gibi?”
“Gerçekten beni sınıyor musun?”
“Neden?”
Soruları çıldırtmak istercesine gibiydi. Sorgular gibi sordum;
“Avukat Hanım?”
“Efendim?”
“Sizi seviyorum.”
“Hah şöyle! Niye dolambaçlı(60) seçenekleri denemeye uğraştınız ki? Dobra dobra(61) söylerdiniz, ben de anlamakta zorlanmazdım, değil mi?”
“Siz? Avukat Hanım? Eğitimli, her şeyin üstesinden gelen biri, benim gibi tahsilsiz, cahil birinin dediklerini anlamayacak ha? Beni tanımıyor olabilirsiniz, ama ben, adım gibi biliyorum beni, söylediklerimi anlamakta hiç de zorlanmazsınız. Bu nedenle, güldürmeyin beni, lütfen diyorum.”
“Gülün. Gülmenizi kim engelleyebilir ki zaten? Hem gülmek insana yakışır. Bir de şu tahsil meselesini yok etsek aramızda konuşurken. Zira siz tahsilsiz değil, Teknik Lise mezunusunuz ve çalıştığınız iş yerinizde uzmansınız. Ve de ben tanıyorum sizi. Belki de ilk ‘Merhaba’ deyişinizden beri.”
“Öyleyse?...”
“Demin bir şey demiştiniz, ben ‘Efendim’ dedikten sonra. Neydi o? Pek duyamadım da. Tekrar söyler misiniz lütfen duyacağım bir şekilde? O cümleyi, hiç kimse söylemedi bana bu güne kadar.”
Hınzırlık(62) parayla mı idi? Ben ona söyletmeyi istedim aynı cümleyi. Ama karşımdakinin bir hukukçu olduğunu göz ardı etmiştim, safdillik(63) işte.
“Hangi cümle?”
“Hatırlamıyor musunuz?”
“I-ıh!”
“Hâlbuki ‘Kalp kalbe karşıdır(64)!’ deyip aynı cümleyi söyleyecektim ben de!”
Boş bulunmadım, aynı istekle ve arzuyla tekrar ettim, söylediğimi;
“Seni seviyorum.”
“Gördün mü? İsteyince ne kadar kolay hatırlayabiliyor muşsun?”
“Ya sen? Sen söylemeyecek misin?”
“Beni zora koştun. Bu sefer hayır! Belki bir saat, bir yıl, bir asır sonra belki.”
“Uzun değil mi?”
“Değil. Hem bu sözler öyle telefonda mı söylenmeli Erol? Nedir bu uzaktan uzağa? Görmeden, saklanır gibi?”
“Söz, ilk bir araya geldiğimizde dizlerinin dibinde olacağım!”
“Beklemem, bekleyemem dizlerimin dibinde çürümeni?”
Durdu, devam edecekti belki, çok az, saniyeler kadar…
“Kapatmam gerek. Müvekkillerim geldi. Allahaısmarladık!”
Ondan sonra ne çaldı telefonum, ne de çaldırdığımda açıldı karşının telefonu…
İki gün geçti aradan. Bir çalışma anımda çaycı abla geldi atölyeye, beni kucakladı ve öptü;
“Allah senden de, Abukat gızımdan da razı olsun. Gomşular davalarını geri çekmişler. Altın neyin bozdurmamıza gerek kalmadan. Abukat Hanım ta buraya kadar haber vermek için geldi. Çay içsin, tanışsınlar deyi patronların yanına çıkardım kendini. Belki onlara da faydası olur deyi.”
“Allah senden de razı olsun abla. Demek ki kalbiniz temizmiş. Allah yardım etmiş, kanunlar da size destek olmuş! Haydi Hayırlısı!”
Abla ayrıldıktan birkaç dakika sonra bu sefer Büyük Patron Avukat Hanımla beraber yanıma geldiler. Tulum içinde beni ilk kez görüşüydü onun.
“Merhaba!” dedi elini uzatırken.
“Merhaba! O güzel ellerinizi pis ellerimle kirletmekten sakınırım Avukat Hanım.”
Çantasını omzuna astı, sol eliyle sağ elimi tutup sağ elinin içine alarak elimi sıktı;
“Zanaatkârların(65) yürekleri gibi, elleri de temizdir, her daim. Görüştüğümüze sevindim.”
Zanaatkâr demeyi bana yakıştırmış olsa gerekti, oysa usta bile değildim.
“Çaycı Ayşe Hanım için yaptıklarınızı anlattı Avukat Hanım. Müjdeyi de vermek için ta buralara kadar gelmiş, sağ olsun! Bu; bizim de menfaatimize oldu. Çünkü hemen yaptığımız ayaküstü bir Sözleşme ile bugünden itibaren bizim Hukuk Danışmanımız oldu. Ve şunu da eklemem gerek, çaycı hanım için yapığınız tüm masrafları fabrika olarak biz karşılayacağız, haberin olsun.”
“Teşekkür ederim efendim. Müzeyyen Hanım ve Nedim Ağabey sayesinde hiç masrafım olmadı. Sadece kendisine ve Nedim Ağabeye bir yemek borcum vardı. Eğer kendilerinin ve Nedim Ağabeyin herhangi bir etkinlikleri yoksa ve sizin de izniniz olursa, borcumu ödemek için üstümü değiştirip hemen kendisine katılabilir miyim?”
“Hayhay, gayet tabii!”
“Benim için de sakıncası yok. Sadece Nedim Ağabeyin telefon numarası yanımda yok, Büroma gidip telefon etmemiz gerekecek.”
Duşumu alıp giyinmem o kadar çabuk olmuştu ki. Zamana karşı yarışmıştım sanki. Bir saniyemin bile fuzuli(66) kaybolmaması dileğindeydim. Koşarcasına ulaştım, Güvenlik Kapısına.
Avukat Müzeyyen Hanım boş durmamıştı. Güvenlik Görevlisine nasihat etmekle meşguldü, sanırım.
Görünce beni, gözleri ışıldadı sanki. Arabasının anahtarını uzattı:
“Gelirken ve adresi ararken yorulmuşum, yardımcı olmak istemez miydiniz?”
Şaşırıyordum tavırlarına, bazen “Sen”, bazen “Siz” demesine. Ben de ona uyuyordum. Alışmalıydım ama…
“Tabii ki efendim, neden olmasın?”
Kapıyı açıp binmesini bekledim. Çoğu avukatta olduğu gibi; ceket-pantolon-kravat şeklinde takım elbiseli idi, bay-bayan, yaz-kış fark etmeyen. Kendisinin, topukları abartılı olmayan bir ayakkabısı vardı, kıyafetine uygun.
Daha önce çok avukat tanımış olduğum sözlerimden anlaşılmıştır herhalde!
“Şahane çocuklar bunlar. Aralarında mutlaka bir şeyler var. Birbirine de yakışıyorlar. Bu yaz, bir düğün-derneğimiz olacak gibi!” dediğini duymuş olamazdık Büyük Patronun, odasının penceresinden bizlerin gidişini izlerken, kendi kendine.
“İlk kez karşılaştığımızda yüzüne karşı söyleyeceğim, ‘Seni sevdiğimi’ nasıl ve ne zaman söyleyebileceğimi düşünüyordum. Arabayı kullanırken, ‘Lâf ola beri gele!’ gibi, bakkaldan bir sakız alıyormuş ricası gibi, ‘Ben seni seviyorum yahu!’ denilmezdi ki.”
Fark etti Müzeyyen ve sordu:
“Hayrola? Karadeniz’de gemilerin mi battı? Yoksa gelişimden memnun olmadın mı? Ya da arabayı senin kullanmanı istemem mi, seni üzdü? Düşüncelisin de…”
“Olur mu öyle şeyler? İlk karşılaşmamızda yüzüne karşı söyleyecektim; sevdiğimi. Söz vermiştim. Ama ‘Araba kullanırken nasıl söylesem, biraz ertelesem, nasıl olur acaba?’ diye düşünüyordum.”
“Bir dene istersen!”
“Seni seviyorum, hem içtenlikle!” Gözlerimi sadece bir iki saniye için ayırdım yoldan ve süratim aşırı değildi de, zaten.
“Neden?”
En can alıcı sorusuydu bu, hem devamlı. Bu sorunun sorulacağını, hele ki nasıl cevap vereceğimi aklımdan bile geçirmemiştim.
“Ee! Iı!” gibi anlamsız kelimelerle yutkundum.
“Çok kullanılan, çoğumuzun bildiği bir deyiş var, biliyorsun. ‘Kadın kalbi mezar gibidir, giren dışarı çıkmaz. Erkek kalbi bakkal gibidir, giren çıkanın hesabı olmaz” derler. Benim bir sevdiğim var…”
Sözlerinin karşılığında irkilen ben ani direksiyon hareketine engel olamamış, bizi geçmekte olan arabaya son anda ulaştığım refleksle(67) çarpmaktan kurtarmıştım kendimizi. Öteki arabanın uzunca süren kornası ile ikazı, ya da küfrü beni kendime getirmişti.
Bir güzel gün, anında sonlanacakmıştı gibi geldi kendine. Geniş yolun sağ kenarına iyice yanaştı. Sağ eliyle kalbinin ritmini kontrol ediyordu.
“Hiç olmazsa alıştırarak ve telefonda söyleseydiniz Avukat Hanım. Kendimi bilirdim, ümitlenmezdim. Yaptığınız zulüm değil mi? Hiç mi acımanız yok! Çaycı ablaya iyilik yaptınız. O; acımasızlığınızı örtbas etmenizin(68) bir göstergesi miydi yoksa?…”
Kolumu tuttu Müzeyyen, yanıma doğru kaykılırken;
Cümlemi tamamlatmadın ki, ‘Ama’ deyip devam edecektim; ‘O, sensin!’ bil!”
“Gerçek mi?”
“Ne, gerçek mi?”
“Gerçek, gerçek mi?”
“Bil! Dedim ya!”
Uzandı Müzeyyen, yanağımı hafifçe koklar gibi yapıp öptü. Kedinin fare ile oynaması yanlışlığından vazgeçmiş gibiydi;
“Ben de!” dedim kısaca. Bu; “Yürüyelim!” demekti bir bakıma. Kolumu tutan elini sıktım sıkıca, arabayı vitese atmadan önce, mutlulukla, minnettarlıkla(69) belki de ve sitemle;
“Ne olur bir daha avukat-kelime oyunları yapma, yüreğime indirecektin neredeyse!”
Cevap gelmedi. Aklı dolu doluydu. Radyoyu açmayı geçirdi aklından. Açmadı. İçten-içten bir şarkı mırıldanmaya başladı;
“Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar…(70)”
Müzeyyen koltuğu biraz yatırmış, gözlerini kapatmış, uyuklamaktan ziyade gözlerini dinlendirme çabasındaydı. Mırıldanması bitince bir ikinci, sonra bir üçüncüne geçti;
“Sen olmasaydın eğer aşka inanmazdım(71)” ve;
“Ellerini ellerimden ayırma hiç ne olur? (72)”
Diğer bir şarkıya başlamayı arzulamaksızın hülyalara dalmıştı galiba, belki de geleceği düşünmeye başlamıştı. Muhtemeldir ki; düşüncelerimiz değilse bile, ikimizin de hayalleri el eleydi, hülyalarında.
Yollar mı kısaydı, hülyalarımız mı uzundu yoksa? Öylesine çabuk ulaşmıştık ki büroya.
Arabayı park etmeden durur durmaz inmişti arabadan Müzeyyen.
Merdivenleri ikişer basamak çıkarak, bürosuna ulaştığını, kapıyı, sonra telefon fihristini, sonra da ritmik, çekiniksiz, acele olarak telefonu açtığını ve karşıdan açıldığını ve telefon da neler konuştuğunu bilemezdim.
“Şu anda keşifteyim sonra konuşalım mı?”
“Ben Müzeyyen…”
“Sesini aldım Küçük Hanım. Yarın arayayım mı sizi?”
“Teşekkür ederim efendim!”
Kapıdan içeri girdiğimde henüz koltuğuna ilişmek üzere idi. Geldim, sandalyesini kendime doğru çevirdim, elini tuttum, dizlerimin üstüne çökerek;
“Seni seviyorum, hem çok, senin de beni sevmeni diliyorum.”
Müzeyyen sandalyesinden doğrulurken, benim de ellerimden tutarak ayağa kaldırdı.
İlk defa karşı karşıya, ilk defa göğüs göğse idik... İkimizin de kalpleri yerlerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu (diyesim gelir).
Kucakladık birbirimizi, acemi-cahil âşıklar gibi. Müzeyyen’in başı göğsümde idi. Müzeyyen’in saçlarını öperken karşılıklı fısıldamaya çalışıyorduk.
“Seni seviyorum, seviyorum, seviyorum…”
“Ben de, ben de, ben de…”
Ne kadar süre öyle kaldık, ikimiz de zamanın farkında değildik. Müzeyyen, zamanı durdurmanın imkânsızlığı inancıyla ile kollarını gevşetti. İkimizin de kesilmişti soluklarımız. Aklım başımda olmamasına rağmen aklını ilk toparlayan ben oldum, Müzeyyen’in hareketine karşın. Hazırlıklıydım önceden, cebimden ortadan büyük, büyükten ortaya yakın kutuyu çıkardım;
“Ufak gümüş bir gerdanlık, ya da kolye, ne denirse. Beğenirsen, kabul edersen bugünün hatırası olarak, mutlu olacağım.”
“Senden hatıra olan bir şeyi, beğenmez miyim hiç?” derken sırtını dönmüş, ensesindeki saçları toplayıp ensesini açarak kolyeyi takması isteğini belirtmişti.
Kolyeyi takarken ensesinden öpmeyi geçirdim içimden. Erkendi daha, vazgeçtim.
Geriye dönünce Müzeyyen teşekkür için, işte hâkim olamadım o zaman kendime. Uzandım, öptüm onu. Önce cevaplamayan Müzeyyen sonra cevaplamıştı beni soluklanırken.
“Nedim Ağabey keşifte imiş. Bizle beraber olamayacak. Ne dersin, benim sık sık gittiğim bir yer var buralarda, oraya mı gidelim? Yoksa bir yerlere götürmek mi istersin beni, bildiğin?”
“Mevsim geçkin, biraz serinlik de var, ama açık bir yerlere gidelim, üşüsek de. Kırlara, sulara, ağaçlara, kuşlara duyurayım sesimi. Tüm evren bilsin seni sevdiğimi…”
Yakın değildi gittiğimiz yer. Uzak da sayılmazdı. Menüsünün kalabalık olduğu da söylenemezdi. Ama iyi bir yerdi.
“Beni tanımıyorsun!”
“Neden? Tanıyorum, hem bal gibi!”
“O halde….” Masanın üstünden uzanıp ellerini avuçlarıma aldım, gözlerine bakarak gecikmişçesine;
“Evlen benimle!” durdum, düşünür gibi, üstelik mantıksal hiçbir hazırlığım yokmuş gibi. Müzeyyen yetiştirmişti hemen cevabı;
“Neden?”
Çıldırtacaktı beni bu “Neden” sözleriyle. Duymazlığa geldim, tekrarladım sözlerimi değişik bir boyutla;
“Benimle evlenir misin?”
Bu kere “Neden?” demekten vazgeçti;
“Bu kadar acele? Bu kadar çabuk? Hiç mi zamanımız yok?”
“Sensiz geçecek bir saniyeyi bile heder olmuş(73) sayıyorum.”
Yaşamımızdaki saniyeler tükenmez oldu bu cümleden sonra…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Nevi Şahsına Münhasır; Kişiye özel, kendine özgü davranış ve karakteri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz.
(2) İlle; İllâ. Ne olursa olsun, hangi şartta olursa olsun. Hele. Özellikle.
(3) Eda; Davranış, tavır. Verme. Ödeme.
(4) Simge; Belli bir insan topluluğunun uzaklaşarak, kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne, ya da işaret. Bir düşünceyi, soyut bir kavramı belirten somut nesne, ya da işaret (im).
(5) Gâvur: İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimseler. Dinsiz, merhametsiz, acımasız, inatçı.
(6) Kulak Şapırdatmak (Şarpıldatmak); Yerel olarak geçiştirmek, duymazdan gelmek, üstüne yatmak, dinlememek, önemsememek, üzerinde durmamak.
(7) Abuk-Sabuk; Akla-mantığa uymayan, düşünülmeden söylenen saçma, anlamsız söz(ler).
(8) Menfaat bir sandalyeye benzer. Başının üzerine koyarsan seni alçaltır, ayaklarının altına alırsan seni yükseltir. Cenap ŞAHABETTİN
(9) Mazeret; Kendini veya başka birini özürlü göstermek için ileri sürülen sebep, özür, bahane. Bir kimseyi özürlü gösteren durum veya olay. Bir şeyden kurtulmak için ileri sürülen gerekçe.
(10) Önayak Olmak; Diğerlerine örnek olmak üzere bir işe ilk önce başlamak.
(11) Araştırıp-Taraştırmak; Birini veya bir şeyi gözden geçirmek.
(12) Müstahdem; Bir iş yerinde hizmette, ayak işlerinde kullanılan kişi.
(13) Klima; İklimlime Cihazı. Soğuk veya sıcak hava vererek kapalı bir yerin havasını değiştiren elektrikli araç.
(14) Rutin; Her zaman yapılan, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.
(15) Bön Bön Bakmak; Anlamayarak, safça, şaşkın şaşkın bakmak.
(16) Sınamak; Değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için birini, bir nesneyi veya bir düşünceyi yoklayıp denemek, tecrübe etmek. Bilgisini, yeteneğini, yeterliliğini, niteliğini yoklamak imtihan etmek.
(17) Torna; Kesici ucu sabit tutup iş parçasını döndürerek, parçaların talaşlarını kaldırma işlemini yapan iki eksenli makine. . Birkaç çeşidi vardır.
Freze; Kendi ekseni etrafında dönerek bir kesici ile sabit bir iş parçası üzerinde yapılan talaş kaldırma işlemini yapan üç eksenli alet. Birkaç çeşidi vardır.
(18) Çolaklık; Kolu, ya da eli sakat olma, ya da hiç olmama durumu.
(19) Afra Tafra; Çalım. Çalımlı bir biçimde. Kendini olduğundan fazla gösterip böbürlenme, kibirlenme.
(20) Muhabbet; Sevgi. Dostça bir arada bulunup konuşmak, sohbet, söyleşi.
(21) Sen bir şahinsin; ben garip serçe…; “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” diye başlayan bu Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Cevat ÜLTANIR’a ait olup eser Rast Makamındadır.
(22) Katmer; Kat kat, aşırı ölçüde, aşırı, fazla.
(23) Tik, Tikli (Tiki olmak); Herhangi bir konu, söz ya da hareketle ilgili beklenmeyen (anormal) davranışı olmak.
(24) Züppe Bıyığı; Gülünç ve doğala aykırı bulunan üstten ve alttan alınmış ince bıyık şekli.
(25) Tabiri Caiz; Sözün özünü söyleme, söylemenin uygunluğu.
(26) Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan.
Gaipten Haber Alma; Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan haber alma. Nerede, ne durumda bulunduğu bilinmeyen, göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, yitik, kayıp.
(27) Cezbetmek; Kendine çekmek, bağlamak, etkilemek.
(28)Tecessüs; Merak. Gizliyi arama, gözetleme.
(29) Siftinmek; Yerel tabirlerden olup, genel anlamıyla –ki bu öyküde de o anlamda kullanılmıştır. Vakit geçirmek, oyalanmak” tır. Diğer bir anlamı da; bir yere sürtünerek kaşınmaktır.
(30) Sobelenmek; Yakalanmak. Oyunda “Sobe” diyerek Ebe olan kişiden önce, kararlaştırılmış yere ulaşmak.
(31) Müvekkil; Birini kendine vekil olarak seçen, vekillik veren, vekil eden.
(32) Hasım; Bir oyun, dava veya yarışta karşı taraf. Düşman. Düşmanlık eden. Husumet besleyen.
(33) Tenkis-i Bedel; Azaltma, eksiltme bedeli.
Tezyid-i Bedel; Çoğaltma, artırma bedeli.
(34) Emmi; Amca.
(35) Terennüm: Güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, genelde kuşlar için şakıma, ötme, anlatma, ifade etme anlamlarında kullanılan bir kelime.
(36) Handikap: İngilizce engel anlamındaki “handicup” kelimesinden gelmekte olup durumun elverişsiz olması, engel anlamında kullanılmaktadır.
(37) Üçkâğıtçı; Dolandırıcı, dolapçı, düzenci, hileci. Üçkâğıt oyununu oynatan kimse.
(38) Vesselâm; İşte o kadar, son söz budur.
(39) Yılışmak; Yapmacık gülme, gülümseyiş ve davranışlarla hoşa gitmeye, hoş görünmeye çalışmak. Şımarıkça, sırnaşıkça kendini ilgilendirmeyen işlere girişmek. Yavşaklık, gevezelik, yalakalık yapmak.
(40) Debelenmek; Bir acının etkisiyle ya da bir baskıdan kurtulmak için çırpınmak, tepinmek, kıvranmak, kımıldamak, devirmek, oynamak, yuvarlanmak.
(41) Didişmek; Ellerle veya sözlerle birbirini hırpalamak. Geçimini sağlamak amacıyla güç şartlarda çalışmak, uğraşmak.
(42) Kolaçan Etmek; Çevrede olan biteni anlamak amacıyla dolaşmak.
(43) Müselles; Üçgen. Bir içki çeşidi.
Muska; Hamaylı da denilen mürekkebi farklı, üçgen ya da rulo şeklinde, yedi kat balmumu ile kaplanmış muşamba ile örtülü, insanları (genelde) kötülüklerden koruduğuna inanılan Arapça dualardan müteşekkil bir koruyucu. (İlki Hazreti Muhammet zamanında “Cevşen” adı ile yapılan muska, şimdilerde aynı adla cami yanlarında, avlularında satılmaktadır.)
(44) İllâ; İlle. Ne olursa olsun, hangi şartta olursa olsun. Her halde.
(45) Aşina; Bildik, tanıdık, tanıdık olan, tanıyan.
(46) Konsantre Olmak; Konsantrasyon. Düşünceyi, duyguyu, gücü, dikkati bir noktada toplamak. Yoğunluk.
(47) Teşrif Etmek; Onurlandırmak, şereflendirmek, bir yere gelmek. Bir işi yapmak.
(48) Şıpınişi; Kolayca ve çabukça yapılan eylem.
(49) Etajer; Raflı, kapaksız, taşınabilir dolap.
(50) Detaylı; Ayrıntılı.
Teferruatlı; Bir şeyin bütün niceliği, incelikleri, ayrıntıları.
(51) Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.
(52) Beis; Engel, uymazlık, kötülük, zarar.
(53) Deveye Hendek Atlattırmak; Birisine yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak anlamında bir deyim.
(54) Banal; Bayağı, sıradan, herkesin yapabildiği, adi, alelade. Herkesin kullandığı, herkesin anladığı.
(55) İltifat; Birine güleryüz gösterme, hatırını sorma, tatlı davranma, ilgilenme, ilgi gösterme, rağbet etme, gönül okşayıcı söz söyleme. Yüzünü çevirerek bakma.
(56) Âlicenap; Yüce gönüllü, cömert.
(57) İkilem; Dilemma. Her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum.
(58) Kargaşa; Karışıklık, düzensizlik. Anarşi. Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu.
(59) Tırı-Vırı; Değersiz, boş, aptal, bön.
(60) Dolambaç; Dolanarak ve dönerek giden yol olmakla birlikte, sözlerin sakınılması, denilmek istenenin değişik şekilde anlatılması, anlatılmaya çalışılması.
(61) Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek, Anlatmak); Açık, net, sakınmadan, çekinmeden, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmektir.
(62) Hınzırlık; Muziplik anlamında da kullanılmakla beraber, zarar verici, sinirlendirici, ters davranışta bulunmak.
(63) Safdillik; Saflık, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
(64) Uyandım seninle birden… diye başlayan, nakaratı; “Kalp kalbe karşı derler” olan, Aslı GÜNGÖR’e ait bir şarkı.
Kalp kalbe karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
(65) Zanaatkâr; Sermayeden çok, emeğe dayalı, öğrenmek yanında, el becerisi de isteyen meslek sahibi.
(66) Fuzuli; Gereksiz, yersiz, boş, boşuna, haksız, boşboğaz, gereksiz işlerle uğraşan.
(67) Refleks; Doğuştan var olan ve dışarıdan gelen bir uyarı neticesinde husule gelen irade dışı hareket.
(68) Örtbas Etmek; Bir durumun duyulmamasını, yayılmamasını sağlayacak önlemler almak.
(69) Minnettar: Minnet eden, bir kimseden gördüğü iyiliğe karşı minnet duyan, gönül borçlusu, teşekkür borcu hisseden.
(70) Sevemez kimse seni… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin şarkının Güftesi; Suat SAYIN’a, Bestesi; Teoman ALPAY’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.
(71) Sen olmasaydın eğer, aşka inanmazdım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(72) Ellerini, ellerimden ayırma hiç… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; İsa COŞKUNER’e ait olup eser Nihavent Makamındadır.
(73) Heder Olmak; Boşa, boşuna gitmek. Heba olmak.