Ah, bu şarkılar(1)…
Çocukluğumda rahmetli annemin güzel sesiyle başlamıştı şarkılara düşkünlüğüm. Sanırım dünyada onun kadar güzel ninni söyleyen bir başka anne yoktu; “Mini-mini…(2)” diye başlayarak.
Sonrasında ilkokulda okul korosunda, Ulusal Marşın idaresinde, ortaokul ve lisede derslerde müzikten uzak ya da ayrı tutmam mümkün değildi kendimi.
En sonrası mı? Ne siz sorun…
Ama gene de mademki çok ısrar ettiniz(!) ben anlatma gayretinde olayım:
Hani gençlerin başlarına gelip onları kendilerinden vazgeçiren, dünyaya küstüren, ne oldum delisi(3) yapan bir duygu var ya, ben de o duyguyu yaşadığımı sandım, yüksekokuldan mezun olduktan sonra.
Bu konuda nereden aldığımı hatırlayamadığım bir sözü tam sırası diye (ç)alıntı olarak eklemek isterim; “Hissetmediğin hisleri hissettiğini hissettiğin an, hissettiğin his; aşktır!(4)”
Meşhur adamların mutlaka meşhur söylemleri vardır, hepsini sıralamağa gerek yok, ama sanırım şu iki söz tüm o sözlerin özeti olsa gerek:
“Aşk, her şeyin başlangıcı, ortası ve sonudur!(4)” ve
“Aşk, bir uçurum kıyısında gözü kapalı yürümektir.(4)”
Tığ gibi delikanlıydım, eli yüzü düzgün, boyu-bosu mütenasip(!), ölçülü standartlara uygun bir adamdım, bir bakıma!
Ama elkızı için; “Gönlümü verdim!” dediğim o güzel kız için, hiç mi hiç önemi yoktu iyi bir işimin ve yakışıklı oluşumun. Hele ki onun bir babası vardı ki (Affedersiniz; ‘Düşman başına!’ dememde sakınca yok!) artık benden neden ve ne kadar haz etmediyse(5), ya da başka düşünceleri mi vardıysa kızını alıp kaçırırcasına bir yerlere götürmüştü, mahalleyi, sokağı, şehri terk ederek…
Öcü(6) müydüm, önlenip tedavisi olamayacak bir mikrop muydum, yoksa fark edemediğim kusurlarım mı vardı? Bildiğim tek şey kendimi yitirmiş olmamdı?
Kendimi yitirişim, sesimi yitirişime de neden olmuştu. Artık şarkılar kördü, sağırdı, topaldı, çolaktı benim için.
Alkol ve sigara ile ilgili olarak kim nasihat, öneri ve temennilere katılmıştı, kim kendini sağlıkla ilgili konulardan kurtarmıştı ki, ben onlardan farklı olaydım?
Hele ki benim bu yaşam biçimime, kahrıma, tahammülsüzlüğüme tahammül edemeyen babamı ve annemi arka arkaya kaybetmem beni tüm alışkanlıklarımla baş başa bırakmıştı. Mevlitleri okunurken bile kendimde değildim sanki.
Ablam ve ağabeyim de bana bir aşk (dediğim şey) yüzünden bu hallere düşmem nedeniyle kayıtsız kalmışlardı, çünkü aynı şekilde öneri, iyi dilek ve özlemlerine sırt çevirmiştim. Onlar da; “Ne halin varsa gör!” deyip beni ben başıma bıraktıklarında yalnızlığım iyice kapsamına almıştı beni.
“Aşkı reddetmek; güneşin batışını görmekten üzüntü duyduğun için, doğuşunu izlemekten zevk almayı reddetmeye benzer(7)!” olduğunu bilmiyorlar gibiydiler, sanki kendileri yaşamamışlar gibi.
Onların da eriyip bittikleri günler, dün gibi hatırımda benim, ama onlar kavuşmuşlardı sevdiklerine, benim acımı yaşamamışlardı, yaşamaları da bana göre mümkün değildi zaten.
İşimle, görevimle ilgili en ufak bir hata, yanlış ve dalgınlığa, gecikmeye tahammül edemez olmuştum. Mesai arkadaşlarım, özellikle bayanlar tavırlarını açıkça belli ediyorlardı. Ama ne içkiyi, ne de sigarayı başımdan defedebiliyor, ne de artık ses yitimi yaşamama rağmen şarkıların esaretine dayanıklılık gösteremiyordum.
Bir gün amirlerimden biri çağırdı, patron, müdür, başkan her neyse. Hayatıma hükmedip beni doğru yola itekleyen babacan biriydi. Elini omzuma koydu;
“Bak evlât! Derdini bilmiyorum, ama hissediyorum. Bu yaşam şekli sana uygun değil, kısa zamanda tükeneceksin ve sadece yaptığın yanlışlıklarla anılacaksın. Benim umurumda olan bu değil. İşini, itibarını kaybetmeni, bu şerefli mesleği terk etmen gerekliliğini de umursamam, ama bunları yitirmek üzere olduğunu bilmeni isterim...
Daha önce seni kaç kez ikaz ettiğim hatırımda değil. Bu son olacak ama. Hepiniz benim evlâtlarımsınız, birinizi bile gözümden, gönlümden uzak ve ayrı tutmak içimden gelmez. Ama böyle devam edersen de görevimin gereğini yapmak zorunda kalmam üzecek beni…”
Nefes aldı, hatta buna “Derin bir iç geçirme” de diyebilirdim ve devam etti;
“Son olarak; ‘Beni dinle!’ demek isterim. İzin al, rapor al, ne yapmak istersen onu yap, ben dâhil kimseye haber vermeksizin AMATEM(8)’e git ve mesleğine saygılı, beni, bizi seven biri olarak geri dön!..
Bil ki senin haklarınla ilgili olarak elimden gelen her şeyi yapacağımdan emin ol! Her şey ikimiz arasında kalacak, ama her şey müsterih(9) ve gayretli ol!”
Zaman geçti…
Şarkıları ne ben terk etmiştim, ne de onlar beni… Ama alkol ve sigarayı… Alkol ve sigarayı istemiyordum, hatta direniyor olsalar bile kapı önüne bırakmış ve kapıyı da arkamdan kapatmıştım.
Yaşamım özellikle amirimin indinde güzelleşmiş, çevremdeki insanlar artmış, davranışlarım kendimin bile fark ettiğim şekilde doğallaşmış, düzelmiş, ahenkleşmişti.
Müdavimi(10) olduğum gazinolara özellikle Türk Sanat Musikisi eserlerine baygınlığım nedeniyle gidiyordum gene, sesim çıkmasa, şarkılara iştirak etmesem, edemesem bile. Alkol ve sigaranın üç-beş yılda yaptığı tahribat öylesine derindi ki 8-10 yılda değil, doğal tedavi ile benim için sonuma kadar sürecek gibi geliyordu bana.
Özellikle Türk Sanat Müziği eserlerini dinlemek için buralara gelince de garson ve şeflerin hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın ya bir maden suyu ya da herhangi bir meşrubattan nasibimi alıyor, usul usul yollanıyordum, yalnızlığımı yaşadığım evime.
Yalnızlığımdan memnundum.
Bir tarihte şöyle bir şeyler çizivermiş yalnızlık konusunda birisi(11):
Uzansam, çıplak bir ağaç altına
Ayazdan buz tutmuş karlar üstüne
Yalnızlığımın öyküsünü yazsam
Kristal kırağı kürelerini hapseden çimenlere...
Sevgisizlik,
ışıksızlık,
yalnızlık
üçgeninin yoksullaştırdığı bedenimin diline
Yazılmamış, söylenmemiş deyişleri oturtsam.
Sonra gökyüzüne açsam ellerimi
Tanrı’ya ulaşsa dualarım...
Ve daha sonra Yunus Emre gelse başucuma;
“Bir garip ölmüş diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Söyle garip bencileyin...” dese…
Şarkı dinlediğim yerlerde beni tanıyan, bekâr olduğumu bilmelerine rağmen, belki de görevimin onlarda yarattığı çekiniklik nedeniyle ve hiçbir art niyetim olmadığına inanan, hatta “Ağabey” bile diyen arkadaşlar vardı.
Kimi mecburiyetten, kimi yokluktan, kimi bilmediğim, anlatmadıkları nedenlerden dolayı buralara düşmüş hanımlardı onlar. İçki ısmarlıyordum onlara sohbet etmek için, belki bir bakıma yalnızlığımı unutmak için. Bu; onların görevlerinin gereği idi, onlarsa bana içki içmem konusunda ısrarda bulunmuyorlardı.
Ve hepsinin bildiği bir nedenim vardı anlattığım, ya da birbirine aktardıkları;
“Ben yalnız yaşamak için doğmuştum. Gönlüme sultan olsun diye düşündüğüm ilk göz ağrımdan sonra kimse yoktu yalnızlığımda. Keşke annem yaşıyor olsaydı, keşke ablam-ağabeyim bugünlerimi tahmin edip o günlerimde elimden tutma gayretlerini gösterselerdi, beni ben başıma bırakıp, ‘Ne halin varsa, gör!’ deyip mazbut(12) yaşamlarına dönmeden önce.”
“Keşkeler” insan yaşamında çok değerli zamanları tüketen bir kavramdı. Şöyle ki(13);
“Ne zordur giden bir şeyin arkasından bakmak?
Hele insan ise giden
“Ah! Vah!”
-ya da-
“Keşke!” değersizdir o anda
Kaybedilmiştir,
yok olmuştur,
giden gelmez.
O halde
zamanında bizim olanı
yitirmemeyi bilmeli-
dir.”
Bir gün mesai arkadaşlarımdan adaşım olan Ahmet;
“İyi bir türkücü gelmiş diyorlar, ne dersin, gidelim mi?” diyerek masama eğildi.
“Olur, sana arkadaş olurum, ama masana arkadaş olamam, biliyorsun!”
“Bilmez olur muyum? ‘İçki dosta ikram, düşmana ısrar edilir!’ Sen düşmanım değilsin ki! Hoş bu konuda dostum da değilsin ya!”
Biliyordu, tanıyordu beni Ahmet, yüksekokuldan beri.
Ve eksik olmayan bilgisi içinde eğer bir kere bile dudağımı değdirirsem o menhus(14) tada devamımın bitmeyeceğinin farkında idi. “Kimi dertten, kimi neşeden içmek!(15)” sadece bahaneydi. Tecrübelerim ve bana sağlığım konusunda desteklerini eksik etmediklerine inandığım kişilerden edindiğim bilgiler bu düşüncemin tasdiki gibiydi.
Gazinonun kapısına ulaştığımızda ön panodaki resim çekti dikkatimi. Kaşları alınmış, boyalı, rujlu, yarı beline, hatta göbeğine kadar açılmış, muhtemelen ağdalanmış göğsünde koyun çanı gibi cinsini bilemediğim bir şey duran, erkek olduğuna inanasım gelmeyen rengârenk ceketli biriydi o.
Ahmet’e baktım şöyle bir;
“Methettiğin(16) kişi bu mu olsa gerek!” anlamında.
Girdik âdeti veçhile(17) gazinoya. Eski bilinenlerdendik ya! Sahneye yakın bir masa donatıldı arkadaşıma ve arkadaşımın deyişiyle iki çıtır oturdu sağına ve soluna, beni maden sodamla baş başa bırakarak.
Saz eserleri, uvertürler(18)…
Kısmen yolun başını geçmişlerdi alkolle dostluğunu pekiştirenler.
Derken o çıktı sahneye, hoplayarak, zıplayarak ve hemen arkasını dönerek kalçasını oynatarak. Kendisinin sanatkâr olduğunu sanan; zibidi(19), şapşal(19), şarlatan(19) birinin tavırlaydı bana göre yapmacık hareketleri (Bana yakışmayan sözler bunlar, ama o varlığı tarif için başka sıfatlar sözler bulmam mümkünsüzdü)…
Vatandaş, bir de cinsel içerikli türkülere başlayıp, devam etmez mi?
“Entarisi ala benziyor…(20)”
“İndim derelerine…(20)”
“Esmerim fıstık gibi…(20)”
“Dam üstünde un eler…(20)” ya da; “Dam üstüne çul serer…”
“Entarisi ala benziyor…”(20)
“Oy farfara…”(20)
“Odam kireçtir benim…(20)” gibi…
Bıkkınlığım(21) limiti(22) aşmak üzereydi. Hele ki salondaki bir sürü insan, müziğin etkisiyle değil, alkolün etkisiyle orasını, burasını sallarlarken…
“Be kardeşler, sözlere dikkat etmez misiniz ki? Ne kadar yoz(23) ve etkisiz! Oysa sözler vardır insanı ağlatan, yıllarca düşündüren, dillerde pelesenk(24) olan, unutulmaz…
Örneğin bunlardan aklımda kalan birini söylemeye çalışsam: “Duygular vardır anlatılamayan, sevgiler vardır kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan…”
Ben böyle düşünmemiştim sanki. Canhıraş(25) diyeceğim bir feryat, bir höykürme(26) yükseldi sahneden birden;
“Halime’yi samanlıkta bastılar!”(20) diye başlayan türkü; benim için bardağı taşıran son damla oldu.
Kızlara ve arkadaşıma selâm verdim, arkadaşıma baş ve işaret parmaklarımı birbirine sürterek “Para” işareti yaptım, o kalacağını ve parasının olduğunu belirtmek istercesine işaret ederek başını eğdi. Demek istediğim; “Gereken bir şey olursa haberdar et, cep telefonum açık” anlamındaydı.
Yerimden kalkışım hışımla(27) değilse de sinirlenerek idi ve bu belliydi, kilometreler ötesinden bile. O dar salona o kadar kilometreyi nasıl sığdırdımsa? Evet, derlenmiş, folklorumuza mal olmuş türküler idi, bu türkülerin sözlerini değiştirerek nezih(28) bir şekilde okuyan sanatkârlar da vardı.
Örneğin “Şeftalisi” yerine, “Dudakları” diyen. Ama o kendisini sanatkâr zanneden ne idiği belirsiz(29), bilinmez sanatkâr dememin mümkün olamadığı sanatkâr müsveddesi bozuntusunun yaptığı düpedüz çirkeflikti(30), tutarsızlıktı. Ki diğer sanatkârlar, demek istediğim; “Gerçek sanatkârlar” topluma uyacak nezih türküler söylüyorlardı.
Ben o sinirle kendimi zapt etme çabasındayken bir genç kızın, benden oldukça genç bir adamı, hatta delikanlıyı sürükleme gayretini ancak fark etmiştim.
“Bir saniye bacım!” dedim. Yoksa “Hanımefendi” mi demek gerekliydi, benim gibi sinirle kalktığına inandığım genç kıza ve devamını getirdim, sanki umursamıyormuşçasına;
“Bırakın yardımcı olayım!”
Genç adamın apış arasından kolumu geçirip omzuma aldım. Genç kız koşarak parktaki arabalardan birinin kapılarını açtı. Alkolün dozunu ayarlayamamış, ayılma gayretinde olan genç adam direksiyona geçme eğilimindeydi. Eğer ki; “Drama köprüsü bre Hassan(20)” diye başlayan türküyü söyleme gayretindeyken kusmasa buna muvaffak da olacaktı belki, “Hop! Hemşerim!” demek isterken, sözüme önem vermeksizin...
Genç kızın da alkol aldığı inancı yer etmişti zihnimde, evet yanındaki genç adam gibi sallanmıyor, öğürmüyor(31), dili dolanmıyor olsa da.
“Size bu şekilde araç kullandırmam mümkün değil!” dedim, açık olan arka kapıdan genç adamı arka kanepeye yatırmaya çalışırken. Yerine yerleşme gayretinde olan genç adam, belki de midesinin bir kısmını boşaltmasının verdiği rahatlıkla mırıldanma gayretinde idi.
“Böyle türküler mi olur? Hem arka arkaya mı sıralanır be birader? Aileler var, genç kızlar, delikanlılar var. İki kardeş ağız tadıyla eğlenemeyecek miyiz yahu? Allah cezalarını versin, haram-zıkkım olsun(32) verdiğim para. Bir daha da oraya adım atarsam, bütün dünya ‘Salak!’ desin bana!” dedi.
Sanırım gücü ancak bu kadarına yetmişti, ya sızdı, ya da uyuklama moduna girdi, başının eğriliği nedeniyle horuldar gibi.
Genç kız tedirgindi ve çekiniyor gibiydi. Başlangıçtaki aynı hatayı yapmama gayretindeydim;
“Çekinmeyin hanımefendi, ben bir emniyet görevlisiyim, şu hüviyetim, şu da görev maskotum(33) ve kurallara sonuna kadar uyan biriyim!” dedikten sonra buyur ettim ağabeyi olduğunu düşündüğüm genç delikanlının yanına.
Rahatlamıştı.
“Tarif mi edersiniz, yoksa adresi verirsiniz de ben mi navigatörden(34) bulayım?”
Adresi söyledi, kaydettim ve yola koyuldum. Kahramanlarım yolda görevdeydiler. Aracın siren lâmbası yoktu, benim de alnımda “Polis” yazmıyordu.
Genç arkadaş başını eğip içeriye bakıp alkol kokusunu hissedince; “Ehliyet ve…” dedikten sonra durakladı;
“Affedersiniz komiserim, tanıyamadım sizi, buyurun geçin!” dedi.
“Olmaz, ben şimdi bir vatandaşım, üstelik arkadaşımın arabasını kullanıyorum, belki aracın muayenesi falan yoktur. Şu benim ehliyetim, ruhsatı da hanımefendi uzatacak, şimdi bir de şu hortumu uzat bakalım, bir üfleyeyim!”
“Olur mu komiserim, kuralları hepimizden iyi bilip uygulayan bir büyüğümüzsünüz siz, nasıl “Üfleyin!” diyebilirim ki size?”
“Eee! Mademki çok ısrar ediyorsun, numaran kaç senin, tamam, aklıma not ettim, merkeze dönünce “Görevini yapmadı!” diye bir rapor yazarım olur, biter!”
“Tamam komiserim, hemen, emriniz olur!”
Üfledim tabii, çekinmeksizin. Ve genç kahraman yolu gösterdi;
“Tamam efendim, devam edebilirsiniz!”
“Sağ ol genç arkadaşım, hepinizi candan seviyorum!”
“Hepimiz de sizi seviyoruz komiserim!”
Konuşmadan sessizce ilerliyordum. Bir trafik işaretinde yanımdaki taksi durunca camı açtım. Hani bir söz vardır; “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez!” diye, Hızır için pek ihtiyacım olmasa da, duran taksinin sahibi komşum Hüseyin Ağabey idi. “Camı aç!” işareti yaptım;
“Hüseyin Ağabey işin var mı?”
Kollarını çapraz bir şekilde kavuşturarak “Yok!” işareti yaptı.
“O halde sevabına beni takip et!”
Evlerine ulaştım, arabayı usulünce park ettim, anahtarı genç kıza uzattıktan sonra, Hüseyin Ağabeyle beraber genç adamı merdivenlerden çıkartıp evine götürdük, yatağının üstüne bıraktıktan sonra;
“Bundan sonrası size ait artık genç bayan!” dedim. Bir gece içinde üç defa unvan vermiştim o genç kıza; “Bacım, Hanımefendi, Genç Bayan” olarak ve içimden geçiyor olsa da “Genç kız” olarak değil, nedense? Ama neden?
“Herkesin tanıyıp, saygı duyduğu mümtaz(35) bir insan olsanız gerek!” dedi genç kız.
Ona sadece, Şair Baki’nin söylediği; “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş” gölgesinde; “Baki kalacak bir şeyler bırakma amacında olan bir insanım” demek kolay olacaktı herhalde, ama diyemedim, bir şey engelledi sanki beni, ya da bir şeyler…
“Allah rahatlık versin güzel kız ve yakışıklı delikanlı! Umarım o gazinonun adını bile silersiniz artık defterinizden, kayıtlarınızdan!”
Bu kere de “Güzel kız”? O da hemen, hem de hemen;
“Komiserim! Allah size de rahatlık versin, sizi çoluk-çocuğunuza bağışlasın!”
Hoppala! Nereden çıktıydı bu? Evli değil, barklı değildim. Çoluk da yoktu, çocuk da… Nereden yakıştırmıştı ki? Hiç önemli değildi, yolcu yolunda gerekti, hem evli-evine, köylü-köyüne idi.
Hüseyin Ağabey yalnızlığıma bırakırken beni, yemin billâh ediyor; “Para almam!” diyordu. Ben de; “Harç biter, inşaat da, dostluk da, ağabeylik de…
Bu çocuklarının nafakası, almazsan bir daha ne yüzüne bakar, hasta olursam ne de ‘Al beni hastaneye götür!’ derim. Hem nasıl ‘Yengem bir tarhana çorbası yapsın! O fıstık kızların bana hizmet etsinler!’ derim ki?”
Doğrusu duygu sömürüsü yapmakta üstüme yoktu!
Hüseyin Ağabey yaşamımda da, dünyamda da bir taneydi. Çok zaman doyunmaya evlerine giderdim. Ispanaklı kol böreği, yaprak sarma, barbunya pilâki, karnıyarık ve imambayıldı yapıldıysa karnım tok bile olsa otururdum masaya, sofraya.
Oğlan biraz yabani gibiydi, ama kızlar candandı. 12-13 yaşlarında abla kızlar olmalarına rağmen dizlerime çekinmeksizin otururlar, yaşadıklarımı anlatmamdan, ders masalarında derslerine yardımcı olmamdan mutlu olurlar, hatta iddia ederim ki benimle sohbet etmekten, derslerine çalıştırmamdan zevk bile alırlardı.
İşte oğlanla barışık olduğum vakitler de bu vakitlerdi. Bilmesi gerekenleri öğrendiğinde elimi öpüp alnına koyduğu andan itibaren de sevgi tezahüratını noktalardı.
Bu arada bahsetmeden geçmemem gerek ki Hüseyin Ağabeyin hanımı, okuması-yazması kıt olmasına rağmen benim için; “Güzin Abla” idi. Gerektiğinde konu her ne olursa olsun, ona danışırdım, o cevaplardı, bazı konularda Hüseyin Ağabeyin karşı fikirleri olsa da. “Sen bu dağ çobanına bakma, beni dinle!” der, sonrasında o muazzam kahkahasını eksik etmezdi yaşamımızdan.
Hüseyin Ağabeye neden düşkündüm ki, karısının, bebelerinin el uzatması dışında? Çünkü elektrik-su-telefon gibi ödemelerin nasıl yapıldığını bile bilmezdim. O, posta kutusundan makbuzları alır, evin kapısını açar, rahmetli annemden kalan sedef kakmalı kutuyu açar, unutmayıp da para koymuşsam varsa alır, yoksa “Borcun şu kadar evlât!” diye not bırakırdı.
Abla da “Güzin Ablalık” dışında her hafta temizliğe, çamaşıra, ütüye gelen kadına nezaret ederdi, ya da ablanın işi varsa kızlardan biri, ya da ikisi birden. O sedef kakmalı kutuda param yoksa gelen kadına borçlu kalmam, parası ödenir, borcum not edilirdi, hem oldukça çok zaman!
Yaşamdan başka ne beklentim olabilirdi ki? Evet, ölüm sırayla, parayla değildi, ama Ağabey ve Abla beni, dünyayı terk edip gitseler bile, oğlandan ümidim olmasa da, kızlar beni ortada bırakmazlardı.
İşte bu nedenle de evlenmek-barklanmak benim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hele ki çocuklar iyice büyüsünler, “Allah’ın emriyle…” diyenler gelsinler, “Allah’ın emriyle…” diyeceğimize gitsek, yaşamın ilerileri, yani kendi başıma ihtiyarlayacağım, sonuma çeyrek kala kaldığına inandığım yakın zamanda onlar için bir sürprizi bile yaşatıyordum zihnimde.
Aramızda kalsın, evi-barkı, birikmişimi, her şeyimi üçü bir arada kardeş-kardeş üleşmeleri şartıyla onlara bırakmak düşümdü, hayalimdi, dileğimdi…
Bir tatil gününün akşamüzerinde kapım çalındı. Bir polisin, hele ki bir komiserin simaları, sözleri, belge ve bilgileri, hatta mimikleri bile unutmamak gibi özellikleri vardı, ama yaptıkları iyilikleri, yardımları da beyinlerinden silmek gibi. Ben o idim işte. Kapıma gelenleri nereden tanıyıp da, tanımadığını beyinde sorgulayan…
“Buyurun?” dedim sorarcasına.
“Biz, iki kardeş, o gece gazinodan getirdiğiniz kişileriz ağabey; Ahmet ve Ahu. Hatırlamadınız mı yoksa?”
“Doğrusu benim felsefem(36), ‘İyilik yap, denize at! Balık bilmese de Halik bilir!’ üzerine kurulu. Bu nedenle ‘Hatırlayamadım!’ desem, beni ayıplamazsınız, umarım!”
“Kız kardeşim bindiğiniz taksinin plâka numarasını almış, Hüseyin Amca vasıtasıyla bulduk sizi!”
“Doğrusu kardeşiniz de polis olmalıymış!”
“Sizin gibi yani! Böyle kapının önünde mi ağırlayacaksınız bizi? ‘Buyur!’ demeyecek misiniz?”
“Evim, bekâr evi. Henüz temizlikçi abla gelmedi, ev dağınık. Kabul edemem sizi, ama karşıdaki pastaneye oturun, en fazla iki dakika içinde yanınızda olurum!”
Giyinmem için yeterli bir zamandı benim için, tıraş olmama da gerek yoktu, bir teşekkür için. Ondan sonrası da, sen sağ, ben selâmet kavramı içine sıkıştırılabilirdi…
“Bizi o gece, o sinirle ayarımı kaçırdığım bir kargaşadan uzaklaştırdığınız için memnunum. Bu nedenle ufak, ufacık bir hediye sunalım istedik size, kardeşimle!”
“Bakın gençler! İyilik yapılırsa karşılığı olarak ödül beklemek için yapılmaz. Eğer yanlış aklımda kalmadıysa; ‘Sağ elin yaptığından, sol elin bile haberdar olmaması gerek!’ Bu nedenle, her ne olursa olsun, hediyenizi kabul edemem. Ancak bende gizli olan bir sırrı çekinmeden size söyleyip, ondan sonra sizden beklediğim hediyeyi açıklamaya çalışacağım, izninizle!”
“Kabul etmediğiniz için üzüldük ama…”
Hep genç adam konuşuyor, genç kız susuyor, daha doğrusu ağabeyi konuşurken, sanki tepeden-tırnağa beni inceliyor gibiydi.
“Sevinin! Çünkü bana vermenizi dilediğim hediyeden, siz de ben de mutlu olacağız.”
“Ne gibi?”
“Gençlik heyecanı diyeyim. Alkol ve sigara nedeniyle işimi bile kaybetme aşamasındayken amirim sayesinde tedavi olup bu illetten(37) uzaklaştım, kurtuldum. Şimdi size de önereceğim bu; ‘Alkolden uzaklaşın gençler!’ sözünü…
Ve şimdi gidin. Evimi biliyorsunuz. Ne zamanki kapıma tekrar gelirsiniz, bilesiniz ki en büyük hediyeyi ben o zaman almış olacağım.”
“Ama hiç olmazsa…”
“Hiç olmaz kelimesi yok, karşıdaki evim, ben ordayım. Sizi tanımasam da, sizi içkiden kurtarabilirsem, görevim gereği birçok insanı sapkınlıklarından azat etmem gibi, sizi de bu illetten kurtarmış olmakla mutlu olurum.”
“Peki, telefon numaralarımızı yazayım. Söz vermeyi istiyorum, ama söz verebilmem için önce içkiyi beynimden silmem gerek. Ahu zaten içmez, içmesini bile bilmez, ufak bir bardakla gerekli tüm zamanı gereğine uygun olarak bitirir.”
“O halde benim sizi denetlememe gerek yok. Şu benim telefonum, siz beni arayın, gece-gündüz, hem her vakit, ben hazırım. Bana müjdeyi verdiğiniz an, söz yemeğe götüreceğim sizi!”
Bilinçsiz bir şekilde doğruldular masadan. Adaşım Ahmet çay paralarını ödemek istercesine elini cebine attı. “Hayır!” anlamında elini tuttum. Beni kucakladı. Kız kardeşi de…
Hem pastane sahibinin beni daha önce defalarca dostlarımla, sevdiklerimle kucaklaşmamı görmemişçesine hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın…
Ancak söylemeliyim ki; Ahmet’in kucaklayışı üç-dört saniye kadar sürdüyse, Ahu’nun sarılışı belki sekiz-on saniye sürmüştü, ya da bana öyle gelmişti.
Yarım saat mi, yoksa bir saat mi geçmişti aradan? Telefonum çaldı:
“Karşılıksız iyilik yapmanızın, bu kadar iyi olmanızın sırrı ne?”
“Yaşamdan aldığım ders ve yalnızlığım…”
“Yalnızlığınızın tedavisi yok mu?”
“Yalnızlığım bana yetiyor güzel kız! Yaşamda yalnızlığımdan başka beklediğim bir şey yok!”
“Ağabeyim dışında bana ilk kez ‘Güzel kız!’ diyen sizsiniz!”
“Kırdıysam özür dilerim, bağışlayın lütfen, kimseyi kırmak aklımın ucundan bile geçmez!”
“Hayır! Bilâkis memnun oldum, sevindim. ‘İstediğiniz anda arayın!’ dediniz. Gönlümce ve istediğim zaman arayabilir miyim sizi, dertleşmek, ya da yaşadığım ve yaşamam olası sorunlarımı çözmeme yardımınız için?”
“Tabii Ahu! Ben hep telefonumun yanındayım. Ancak tahmin edebileceğin nedenlerden dolayı telefonum kapalı olursa, ya da açamıyorsam bil ki saygısızlığımdan değil, görevim ve o anda başarılı olmam gereken hizmetim nedeniyledir.”
“Anladım, kucaklıyorum!”
“Memnun ol gene, ben de kucaklıyorum seni güzel kız!”
Önce ismini söylemek, sonra “Sen” ve tekrar tekrar “Güzel kız!” demekle mesaj mı vermek istemiştim, yoksa mesajımı almasını mı? Sürenin kısa olmasına, aramızda olduğuna inandığım yaş farkına rağmen…
Bunalıp da içkiye doyumsuzca tüketme amacıyla başladığım günden bugüne değin ilk defa böyle bir şey yaşıyordum, etkilenmek, hatta sevmek gibi.
Biliyordum ki; “Sevmek; saçak altına sığınan bir kuşun kar tanecikleri arasında uçuşan beyaz tüyünü görebilmek!(38)” di. Ama bu, minnet duygusuyla yüklü birine, ya da Ahmet’in kardeşine karşı yanlışlık değil miydi, hem de bencilce?
Rutin(39) yaşam, gerektiğince ve gereğine uygun olarak devam ediyordu, ya da bana öyle geliyordu. Sık sık değilse de, ara sıra arıyordu Ahu beni, anlatması gerekenleri anlatıyor, ben de yön veriyordum karşılık olarak.
Buraya lâyık en uygun söz; “Sözüm ona!” demek olsa gerek, çünkü gerçekten hoşlanıyordum, zevk alıyordum, hatta mutlu oluyordum onu işitmekten. Kocaman bir adam ve büyümeğe çalışan bir civciv örneği olmamıza rağmen. Bazı şeylerin yaşı yokmuş. Acaba?
Ve dilimin ucundan şu dizeler(40) geçti;
Yalnızlığımın adını;
“Sen!” koydum.
Ve
Yakınmalarım sona erdi.
Şimdi mutluyum!
Bir gün oldukça büyük bir operasyonu yönetmem gerekti. Hazırlandık. Tümümüzün cep telefonları, hatta fosforlu, dijital saatleri bile kapalı idi…
Sonuç; başarı tek kelimeyle ve kahramanlarımın önünde olmamın gereği tek yaralı bendim, ayağımdan. Kahramanlarım gerekli tedbirleri alarak yetiştirmişlerdi beni hastaneye, kanları ile takviye etmişlerdi bedenimi.
Yatarken cep telefonuma baktım. Bir sürü mesaj, tek bir numaradan birkaç cevapsız arama vardı. Reklâm amaçlı mesajları okumadan silerken Ahu’nun mesajı çarptı gözüme:
“Ulaşamadım! Rahatlayınca arar mısın? Ahu” şeklindeydi mesajı. Cevapsız aramaların tümü de ondandı.
Aradım.
“Merhaba!”
“Merhaba!”
“Ağabeyim arayacaktır mutlaka, bir değil iki hediyesi olacak size. Birincisi içkisiz bir hayata başladı, ikincisi sevdiği ile belki bu yüzden oluşan tartışmaları bitti, birbirine temelli, ömür boyu kavuşmak üzereler…
Önce ben müjde vereyim istedim. Ama ağabeyim telefon ederse habersiz gibi davranın lütfen! Kendi ağzından duyun ve teklifini kabul edin, lütfen!”
Makineli tüfek düzeninde peş peşe sıralamıştı cümlelerini, vereceğim tek cevap vardı;
“Anladım güzel kız!”
“Sesinizin anlamsızca boğuk çıkmasının nedeni?”
Yalan söylemem, sünnet(41), vacip(41) değil, farzdı(41);
“Dün akşam pencere açık uyumuşum, ondandır her hal!”
“İnanmıyorum, söyle!”
“Telefonumda ikinci bir çağrı gözüküyor, hem de ağabeyinden. Sonra, desem?”
“Ama söz?”
“Ama söz!”
“Efendim Ahmet!” dedim.
Anlattı Ahu’nun dediklerini ekleriyle birlikte. Yaşamda bazen tesadüfler etkiliydi. Ahmet’in adı-soyadıyla söylediği nişanlanacağı kız, beni AMATEM’e gönderip sağlığıma kavuşmamın nedeni olan Amirimin kızıydı.
Bunu benim dışımda bilenin olacağını sanmıyordum. Bazen tesadüflerin fazlası manasızdır, hatta imkânsız gibi görünür, bu da öyle bir şeydi işte.
Ve önemli olan Ahmet’in teklifi idi;
“Haftaya aileler arasında nişan yapacağız. Bu yuvanın kurulacak olmasının sebeplerinden biri de sizsiniz ve mutlaka başmisafirimiz olarak sizin de yanımızda olmanızı bekliyorum. Ayrıca nikâh şahidim olmanı da teklif edeceğim, o güne gelmek üzereyken.”
Nasıl “İmkânsız, gelemem!” diyebilirdim ki, hastane odasında bir hafta içinde iyi olamayacağına kesinlikle inandığım ayağımla?
“İnşallah, maşallah!” deyip savuşturma gayretini yaşadım teklifini.
Kapattır, kapatmaz telefonum çaldı ve tek bir kelime çınladı kulağıma, sitemli, emredercesine gibi soru kapsamlı;
“Evet?”
“Bazı şeyleri söylemem, imkânlarım dâhilinde değil, biliyorsun!”
“Bir şey saklıyorsun, hissediyorum. Bilmemem gerekenler sende kalsın, anlıyorum, ben bana söylemen gerekenlerin ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Anlayamıyorum ve bilemiyorum. Ama öğrenmem gayet kolay. Ağabeyimle nişanlanacak olan kızın babası Emniyet Amiri. O nasıl olsa seni bulur, beni bilgilendirir, iyisi mi sen söyle!”
“Üzülmeyeceksin ama?”
“Üzülmem için bir sebep mi var?”
“Doğru ya, benimkisi hüsnükuruntu(42) işte! Vaktin müsaitse hastaneye gel, 11. Kat, 26 numaralı oda. Ağabeyinin nişanına yetişemeyecek oluşumun nedenini gör, özrümü kabul etmesini sağla. Belki de senin ‘Geçmiş olsun!’ dileklerinle, dualarınla iyileşir, ağabeyinin nişanına da yetişebilirim…”
“Ne olur doğru söyle, ne oldu, perişanlığımdan sadistçe(43) zevk alma!”
“Mümkün mü? Hadi hemen gel! Şifalı ellerinle alnımı yokla, ellerimi sevginle ısıt ve ömrümün aydınlanıp uzaması için gözlerine bakmama izin ver!”
Ne demek istediğimi, anlayıp, bilmiş miydi, bilmiyorum, ama;
“Hemen!” dedi.
Gelişinde sadece heyecan vardı başka bir şey yoktu. Belki kendini nimetten sayan benim gibi biri için; “Deli gibiydi!” diyebilirim.
Askıdaki ayağım çekti dikkatini önce, sanırım. Çökercesine oturdu yatağımın bir ucuna, ne yapacağını şaşırırcasına. “Hani gözler vardır ya, sözleri anlatır, hani sözler vardır ya, gözleri ağlatır!(44)” onun gibi bir şeylerdi, anladığımız, yaşadığımız.
Ellerini birleştirmiş, parmaklarıyla daireler çiziyordu.
“Durumun ızdırap verdi bana, hissediyordum, ama emin değildim. Şimdi biliyorum artık! Seni seviyorum, seni sevmeme izin ver lütfen!”
“Güzel kız, ne dediğinin farkında mısın sen? Ben yolun yarısını geçmiş, sen baharında bir genç kızsın. Mümkün mü? ‘Sen bir güneşsin ekvatorda, bense kutuplarda bir yıldız. Asla birleşemeyecek gibi varlıklarımız(45)!’ Minnetle sevgiyi karıştırdığının farkında mısın?..
Evet, ağabeyini ve seni müspet yönde yönlendirdim, hatta ağabeyinin iyi bir yuva kuracak olmasının nedeninin de övünerek olsa da ben olduğumu kabul edebilirim, ama sevgi deyince orda dur bakalım küçük hanım!”
“Yani istemiyorsun beni?”
“Demek istediğim o değil, kırk defa dünyaya gelsem, kırkında da seni isterim, seni severim, ama senin bu gençliğin ve güzelliğinle yarışamam, baş edemem, beni anla güzel kız!”
“Ben yardımcı olurum sana, sen de büyütürsün beni kollarında, olmaz mı?”
Alnımı yokladı, monitörlere(46) baktı ve hiçbir şeye aldırmaksızın uzandı kapattı dudaklarımı, dudaklarıyla. Eee! Halsizdim, dermansızdım, ayağım da asılıydı, nasıl direnebilirdim ki ona?!”
“Ağabeyimin nişanına kadar mecbur olduğum her vakitte ona, anneme, hatta gelin adayına yardımcı olmam gerek. Ama boş bulduğum her vakitte de yanında olacağım ve ister sedyeyle, ister hasta arabasıyla olsun seni mutlaka ağabeyimin nişanına götüreceğim…
Kim bilir belki iyi tarafına gelir, sen de benimle nişanlanmak için hazırlıklı olursun.”
İçten pazarlığı mıydı, düşüncesi, umudu, dileği ya da emri miydi bu, anlayamamıştım.
“Nasıl yani?” dedim.
“Beni sevdiğini ve beni istediğini adım gibi biliyorum, öpmenden. Allah büyük, benim seni istediğim gibi ve kadar, sen de beni istersen neden olmasın ki?”
“Bir saniye…
Bir saniye…
Aklım başımda değil, ama ben sana; ‘Benimle evlenir misin?’ …
dedim mi?” diye sormak üzereyken “misin?” der demez sözlerimi yarım bıraktırdı;
“Evet! Evet! Sonsuza kadar evet!” dedikten sonra bir kere daha öptü beni, daha doğrusu ben de öptüm onu, karşılık olarak. Tek farkla o “Allahaısmarladık!” kelimesinin himmetine(47) sığınmıştı, ben de onun himmetine.
Her gün yokladı beni Ahu…
Ve o gün de hemşirelerin ve hastabakıcıların yardımlarıyla, giyindirip kuşandırarak kravatımı bile bağladı.
Tek eksiğim arızam nedeniyle pantolonumu giyemememdi. Hastanenin tekerlekli sandalyelerinden biriyle itekleyerek ve özel bir servisle eve giderken cebinden bir kutu çıkardı;
“İçinde nişan yüzüklerimiz var, senin adına aldım, borcunu sonra bana ödersin. Şimdi cebine koyuyorum. İçinden nasıl geliyorsa öyle davran!...”
Beklenen bendim galiba. Kapıdan içeri girer girmez sorarcasına birer hayret nidası yükseldi, önce Amirimden, sonra Ahmet’in nişanlısı olacak Amirimin kızı olan gençten;
“Ahmet! Oğlum?”
“Ahmet Ağabey?”
Ahmet’se sanki şaşırmış gibiydi. İkimizi “Altı şişhane, üstü kaval” şeklinde görünce ve de sanki adımın Ahmet olduğunu, adaş olduğumuzu ilk defa duyuyormuşçasına…
Bundan sonrası aile arasında teşrifat(48), çayların içilmesi vs. idi. Gençlere nişan yüzüklerini benim takmam istendi. Eğildiler, ben ayağa kalkma gayretinde oldum, yüzüklerini takarken; “Mutluluklar dileklerimle…”
Ellerimizi öptüler, kucakladılar. Sonrasında boğazımı temizleyerek ayağa kalkma gayretiyle cebimdeki nişan yüzüklerini çıkardım;
“Hazır nişan havasına girmişken, Ahu ile benim nişan halkalarımızı da bir büyüğümüz taksa diyorum!” dedim.
Ahu’nun babası annesine döndü;
“Yahu hanım, ‘Allah’ın emriyle!’ dedi de, ben mi duymadım, yoksa bu da bunların bir sürprizi mi?”
Ahu’nun annesi diklendi;
“Sanki bilmiyormuş gibi yapma, sürprizmiş gibi davranma, ‘Verdim gitti, siz de mutlu olun çocuklar!’ de ve yüzüklerini tak!” dedi…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Bu öykünün ismini bu şarkıdan esinlenerek “Ah bu şarkıların gözü kör olsun!” (Güfte; Şahin ÇANDIR, Beste; Avni ANIL, Makam; Kürdili Hicazkâr) koymak istedim. Ama sonuç acele bir nişan olarak kafamda şekillendiğinden “Acele Nişan” adı bana daha sevecen geldi. Tercihim de o oldu.
(2) Yöreme ait bu ninninin aslı; “Mini-mini, pamuk gibi, karagözlü kuzucağız, kardeş-kardeş çimenlerde, el ele dolaşacağız/ Niye öyle acı-acı, hıçkırıyor meleyorsun, evet-evet anlıyorum, daha meme emiyorsun!” şeklindedir. Ninniyi söyleyen ve öğreten tüm rahmetlileri hayırla yâd ediyorum.
(3) Ne Oldum Delisi; Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak.
(4) Aşk, her şeyin başlangıcı, ortası ve sonudur! La CORDAIRE
Aşk, bir uçurum kıyısında gözü kapalı yürümektir. Zülfü LİVANELİ
(5) Haz Etmemek, Hazzetmemek; Hoşlanmama, tat ve zevk almama. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyamama.
(6) Öcü; Küçük çocukları korkutmak için uydurulup kurgulanmış, hayali yaratık, umacı, mömücü.
(7) Aşkı reddetmek; güneşin batışını görmekten üzüntü duyduğun için, doğuşunu izlemekten zevk almayı reddetmeye benzer!” Ayşın DEMİRKAN’dan (Ç)ALINTI
(8) AMATEM; Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezi.
(9) Müsterih; Bütün kaygılardan uzak, gönlü rahata kavuşmuş, içi rahat olan.
(10) Müdavim; Bir yere devamlı olarak gidip gelen.
(11) KARATEKİN, Erol. 2004 Yılı. “YALNIZ ÖLÜM” (Kemalettin KAMU’nun YALNIZLIK” isimli şiirinin etkisiyle kaleme alınmıştır).
(12) Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, beğenilen, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş
(13) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “KEŞKE DEMESEK!”
(14) Menhus; Kötü, uğursuz.
(15) Kimi dertten içermiş, kimi neşeden… Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait Rast Makamında Türk Sanat Müziği eseri.
(16) Methetmek; Övmek.
(17) Âdeti Veçhile; Âdet olmuş şekil, yol ve tarz şeklinde.
(18) Uvertür; Başlangıç, açıklık. Poker oyununda açılış, operada perde açılmadan önce orkestranın çaldığı parça.
(19) Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.
Şapşal; Aptalca, alıkça, davranışlarda bulunan. Üstüne, başına, giyimine, kuşamına özen göstermeyen.
Şarlatan; Mallarını ya da kendi bilgisini, niteliklerini överek saf insanları aldatan, dolandıran kimse.
(20) Öncelikle söylemem gerekir ki, birkaç tanesinden öyküde söz ettiğim cinsel içerikli türküler dışında bence zararlı, bıkkınlık yaratan daha nice ayıplı türküler var ve bunlara internet sayfalarından ulaşmak mümkün.
Entarisi ala benziyor… İstanbul yöresine ait bir türkü.
Halime’yi samanlıkta bastılar… Konya yöresine ait bir türkü.
İndim derelerine… Bilecik yöresine ait bir türkü.
Esmerim fıstık gibi… Bingöl yöresine ait bir türkü.
Dam üstünde un eler… Sivas yöresine ait bir türkü.
Odam kireçtir benim… Eskişehir yöresine ait bir türkü.
Oy farfara farfara (Misket)… Ankara Yöresine ait olarak bilinen Güneydoğu yöresine ait bir türkü.
Drama Köprüsü bre Hassan… Yunanistan Drama menşeili türkü, Trakya yöresi türküsü olarak sahiplenilebilir.
(21) Bıkkınlık; Çok usanmış bezmiş, bıkmış olma durumu.
(22) Limit; Son, en uçta. Bir şeyin nicelik bakımından son sınırı, erişebileceği en son noktası, ya da yeri. Matematik terimi olarak; Değişken bir büyüklüğün, erişmek zorunda olmaksızın istenildiği kadar yaklaşabildiği değişmez büyüklük. Kısıtlama. Sınırlama. Belirleme.
(23) Yoz; Doğada olduğu gibi kalan, işlenmemiş, kaba, adi, amiyane, bayağı, soysuz, dejenere, kısır gibi bir çok anlamı olmasına rağmen burada söylemek istediğim; “duygusuzca bakış” anlamındadır.
(24) Pelesenk (Daha doğrusu; Persenk); Dilimize ilk haliyle yerleşmiş aslı bir nevi ağaç olmakla birlikte konuşurken gereksiz yere tekrarlanan sözcük, söz, söz dizisi anlamındadır. Aslı bir nevi ağaçtır.
(25) Canhıraş; Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı veren, tüyler ürpertici.
(26) Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.
(27) Hışımla; Öfke, kin ve kızgınlıkla.
(28) Nezih; Temiz, ahlâklı, saf, lekesiz, güzel, kibar.
(29) Ne İdiği Belirsiz, Ne İdüğü Belirsiz; Ne ve kim olduğu, içeriği belirsiz.
(30) Çirkeflik; İğrenç, bulaşkan, haddini bilmez bir şekilde saldırı.
(31) Öğürmek; Kusarken ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak.
(32) Haram Zıkkım Olsun (Zehir Zıkkım Olsun); Kızgınlık anında; “Gözüne-dizine dursun, emeklerimi, yedirdiklerimi helâl etmiyorum!” gibi anlamlarda kullanılan söz.
(33) Maskot; Uğur getirdiğine inanılan şey, uğur sayılan şey, uğur.
(34) Navigatör; Yeni teknolojilerle yol, iz bilmeyenlere yol gösteren sisteme ait alet. Yazılacak adrese en güzel ve kestirme olarak ulaştıran düzene ait alet.
(35) Mümtaz; Seçkin. Ayrı bir yeri olan, üstün tutulan.
(36) Felsefe; Rene DESCARTES’in şu sözlerine kulak vermenin doğru olacağı kanaatindeyim; Felsefe sözünden; "Bilgeliği İnceleme" anlaşılır. Bilgelikten de yalnız işlerimizde ölçülülük değil, aynı zamanda hayatımızı sürdürebilme, sağlığımızı koruma ve bütün zanaatların icadı için de insanın bilebildiği bütün şeylerin tam bir bilgisi anlaşılır. Bu bilginin böyle olması için de onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması gereklidir. Böylece bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için (ki asıl felsefe budur) bu ilk nedenleri, yani ilk ilkeleri aramakla işe başlamak gerekir. Bu ilkelerde de iki koşul bulunmaktadır. Birincisi; bu ilkeler o kadar açık ve apaçık olmalıdır ki insan aklı onları dikkatle incelemeye koyulduğunda doğruluklarından şüphe etmesin. İkincisi; geriye kalan başka bütün nesneler var olmadığı hâlde dahi ilkeler bilinebilmeli, fakat buna karşılık, ilkeler var olmayınca başka şeyler bilinmemelidir. Bundan sonra da ilkelere bağlı olan şeylerin bilgisini öyle ilkelerden çıkarmalıdır ki yapılan dedüksiyonların bütün devamınca apaçık olmayan hiçbir şeye rast gelinmesin.
(37) İllet; Hastalık, dert, hastalık derecesinde alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren şey, sebep.
(38) Sevmek; saçak altına sığınan bir kuşun kar tanecikleri arasında uçuşan beyaz tüyünü görebilmektir. Sunay AKIN
(39) Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.
(40) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YALNIZLIK MUTLULUĞU”
(41) Sünnet; Kur’an’da emredilmemiş olmakla beraber, peygamberimizin yaptığı, söylediği, Müslümanların yapıp yapmamakta serbest olduğu, ancak mazeret olmaksızın terkedilemeyen şeyler.
Vacip; İslamiyet’te farz kadar kesin olmamakla birlikte kuvvetli bir kanıt ile yapılması gereken şey.
Farz; Tanrı emri olarak mutlaka yapılması gereken şeyler.
(42) Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
(43) Sadistçe; Acı çektirmekten zevk alırcasına.
(44) Hani gözler vardır sözleri anlatır, hani sözler vardır gözleri anlatır, bir de aşk vardır seni anlatır... ALINTI
(45) Sen bir güneşsin ekvatorda, bense kutuplarda bir yıldız. Asla birleşemeyecek gibi varlıklarımız! ALINTI
(46) Monitör; Ses dalgası iletiminde, iletimi kesmeden ve bozmadan niteliğini denetleyen düzenek. Yetiştirici.
(47) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade…
(48) Teşrifat; İlişkilerde kurallara uygun davranma. Resmi günlerde ve toplantılarda devlet büyüklerinin, kişileri makam ve sıralarına göre kabulü.