Bu nasıl bir bayraktı böyle? Beyaz zemin üzerine el ele tutuşmuş, kâğıttan özenle kesilmiş, beş ayrı renkte yan yana dizilmiş insan figürleri gibi! Özellikle beyaz zemine yerleştirilmiş şekli bana Olimpiyat Bayrağı renklerini hatırlatıyordu.

Tek farkla ki Olimpiyat Bayrağındaki(1) mavi, siyah, beyaz renkler üstte, sarı ve yeşil renkler altta olmasına rağmen bu bayrakta figürler(2), aynı tonda ve aynı renklerde, ama yan yana idiler.

Ve ben, ismini bile bilmediğim karanlık bir ülkedeydim. Tüm insanlar siyah, kıvırcık saçlı, alt dudakları sarkık, renkli gözlü ve uzun boylu idiler.

Kızların, ya da bayanların özellikle süsleri konusunda daha değişik yapıları vardı gözlediğim kadarıyla. Üstelik hepsi yalınayak ve yanımdan geçerken söyledikleri sözler de Türkçe idi fısıldarcasına;

“Bu dünya yalan dünya!(3) idi ve beni irkiltiyordu. “Gel, gel!” ya da “Gel tezkere gel!” gibi sonumu davet edemezdim ki korkuyla, ölüm gibi…

Kan-ter içinde kendime geldim, uyandım değil, yedek subaylıkta bu başlangıcım, bu ilk günüm hiç de iyi başlamamıştı. Altı ay eğitim sonrası kıtaya çıkışım ve tüketilecek o kadar çok günler vardı ki bu ilk günü takip edecek…

Haydi Hayırlısı…

Anadolu’nun, daha doğrusu Trakya’nın sınıra oldukça yakın köşelerinin birinden, Orta Anadolu’nun ortalarına, oradan da kura çekip ilk kâbusu(4) gördüğüm buraya gelmiştim.

Benim doğduğum köyde(5) ve yaşadığım yerlerde asla kıvırcık saçlı, çıplak ayaklı insanlar yoktu. Hem bana neydi Olimpiyat Bayrağından, renklerinden ve “A” ile başlayıp “a” ile biten kıta isimlerinden?

Ama bir saniye, benim ismim de “A” ile başlayıp “a” ile bitiyordu “Arda” olarak. Bu; kâbusun bana özel bir yaklaşımı olmasın idi? Eğitim yerim; Ankara, atandığım yer ise; Amasya idi ve  “A” ve “a” olarak aynı özellikleri haizdi(61). Doğup büyüdüğüm yer mi? İşte burada harfler inceliyor; “E” ve “e” oluyordu; Edirne...

Terslik bende miydi, tesadüf ya da rastlantılarda mı?

Civanmert(7) bir askerdim (tabii kendime göre). Üstelik Tanrının boş bir vaktinde değil, uygun bir vaktinde özene-bezene yarattığı. Uzun boylu, gür siyah saçlı, kalem kaşlı, kara gözlü…

Bir tek kulaklarım, hani nasıl denir; “Kepçe” sözünü yakıştıramayacağım gibiydi, ama bu kulaklar tüm insanların seslerini çok rahat duyabiliyorlardı, kâbuslarımda(!), rüyalarımda, hayallerimde bile.

Of! “Gel tezkere gel!” demeye erken başlama eğiliminde miydim? Asla! Her Türk gencinin yaşadığı gibi kutsal bir görevdi bu, vazgeçilmesi, hatta düşünülmesi, bilinçsizce ertelenmesi bile imkânsız. Ancak şu da bir gerçekti ki; askerlik için ayırdığın zaman içinde birçok şeyleri ertelemek zorundaydın.

Belki işin, gücün, çalışmanla ilgili birçok şeyleri de unutman gibi. İşin kötü taraflarından biri de benim doğup büyüdüğüm yerlerde, askerliğini yapmayana kız verilmezdi, bırak evlenmeyi, nişanlı olmayı, söz bile verilmezdi.

Velev ki(8) kızın gönlünü yapıp da kavilleşmişsen(9)

Gerçi benim için önemsizdi bu durum, ne kavilleştiğim, ne söz verdiğim biri vardı, ne de göz süzdüğüm…

“Hayatımı yaşamak” felsefesi ile yaşıyordum, hayatı yaşamak nasıl bir şeydiyse (bilmediğim)?

Askerliğimin ilk gününü takip eden günler monoton(10) geçmeye başlamıştı. Rüyalarım “Paydos” vermişti. Zaten hülyalarım yoktu, düşünerek de beynimi meşgul etmek ise hiç mi hiç içimden gelmiyordu.

Yalnızlığım bana yetiyordu, ara sıra diğer yedek subay arkadaşlarla belirlediğimiz bir meyhaneye gidip paylaşarak giderdiğim.

Tek farkla; “Kimi dertten içermiş…(11)” bestesinin etkilemeyeceği bir dünyaya sahip olmama rağmen, bazen arkadaş, bazen de arkadaşlar sayesinde tek-tük de olsa içkiyle muhabbete(12) başlamıştım.

Ne yani, babam elinde sigarasıyla “Sigara içme!” nasihati verdiğinde and mı içecektim  “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!” diye? O arkadaşlar içki içmek için mutlaka bir bahane, bir sebep uydurmak gayretinde hissederlerdi kendilerini.

İçki içmek için mutlaka sebep mi olması lâzımdı ki?

Meselâ diyelim ki tuttukları futbol takımı mağlup oldu, yenildi. Ama bu; bu kadar içmek, sıklıkla şaşırmak için bir sebep değildi ki? O halde başka sebepler uydurmak gerekti!

Ve bu, onlar için o kadar kolaydı ki!

Meselâ aşk için mi? Hadi canım sen de? Onlar için belki, ama benim için bırak etrafımda göz süzecek birini bulmayı, sokağa bile çıkmak istemezdim her ihtimale karşı. Üstelik hiç mi hiç niyetim yoktu aşka; gizli, ya da aşikâr(13)

Seks ya da cinsellik olarak düşünülmemeli, bir bakıma yabanlığım demeliyim, asla Homongolos(14) gibi değil. Sevecek, ya da âşık olacak biri karşıma çıktı da, ben mi oralı olmadım?

Tanrının başlangıç olarak belirlediği, doğduğumuzda ağladığımız(15), ama çevremizin gülümsediği, güldüğü, neşelendiği ömrümüz her nefesle uzuyor, ancak bir o kadar da sonumuza iteleyip ilerletiyordu bizi(16).

Mademki dünyaya gelmiştik, gelişimizin nedenini bile bilmeden o halde hapırsa da, köpürse(17) de bu ömrü tüketecek ve sonrasında da geldiğimiz yere dönecektik, ama yüklü, ama yüksüz, yükümüzün ne olduğuna karar verecek de belli idi, değil mi?

Askerlik de böyle bir şeydi işte, Tanrının çizdiği, ya da belirlediği ömür gibi değil, ülkemin kanun ve kurallarının gerektirdiği gibi.

Nöbetimiz olmadığı zamanlarda bizim geldiğimizi gördüğünde, hatta hissettiğinde bizi kapısında karşılayan bir bakıma bir şiirden esinlenerek adını koyduğu aynı “A” ve “a” felsefesindeki “Agora” Meyhanesinin sahibi Aka Efendi, bizi muhabbetle kucaklardı.

Yedek subay arkadaşların bir kısmı varlıklıydı. Benim gibi çulsuz(18) olan, hatta maaşının oldukça büyük bir bölümünü tasarruf ederek ailesine gönderen olmadığı gibi, banka hesaplarına harçlık(!) yatırılan arkadaşlar da vardı.

Onlar da Aka patronu iyi bahşişlerle gönüllerler(19) idi. Allah var “A” ve “a” donatılmış Aka patron da masayı mükellef(20) bir şekilde donatırdı(21). Hani “Kuş sütü eksik değil!” derler ya onun gibi bizimkinde “Aslan sütü” olurdu kuş sütü yerine! Hem de gani(22)

 Arada bir de olsa katılmazdım onlara. Durumumu bildiklerinden “Alman Usulü” ödememe bile izin vermezlerdi çünkü. Bu, ağırıma giderdi, çok zaman beni sürükleyerek götürdüklerinde. “Nöbetim var!” yalanıma hiç inanmamışlardı, başlangıcımızdan bitimimize kadar. Bu da beni üzerdi, ağırıma gitmesi yanında.

Bir sığıntı gibi kenardan köşeden elleşmem, bardağı dudağıma değdirip bırakmam, mutlaka birinden birinin dikkatini çeker, ortadaki mezelerle tabağımı istifleyip “Haydi be, fondip(2) arkadaş!” derlerdi. Bu da bana şu dizeleri hatırlatırdı:

“Son bir kadeh daha doldur ermeden sabah,
Bir plak, bir şarkı daha koy, çekmeden ah!
Rehberlik etsin makamda sultanı yegâh,
Dönelim zaman saatine, meyhaneci...

Son bir sigara... Dumandan iç içe halka,
Meze kalmamış hiçbir tabakta, bir lokma,
Derler (mümkün mü?); ‘Kafana hiçbir şey takma!’
Haydi be! ‘Fondip!’ niyetine meyhaneci...
(24)

            Zaten alışkanlığım olmadığından, kısa zaman içinde “küfelik” olurdum(25) ve sevaplarına onlar taşırlardı beni Bekârhaneye(26).

Türkçemizde böyle bir kelime var mıydı, bilmiyorum, galiba ben uydurmuş olmalıyım bu kelimeyi…

“Esas duruş, yat-kalk, silâh omza!” ile belirlenen zamanın sonuna çeyrek kala sivil kıyafetle nadir olarak “Volta attığım(27)” günlerden biri idi, ezbere bildiğim şehirde. Belki de anneme, babama, eşe-dosta tezkere sonunda götürmek için yöresel hediyeler bakma ve alma gayretindeydim.

Bir vitrine bakarken aynı amaçlı bir grup çekti dikkatimi. Çeşitli renk, tip giysileri ile. Sarışını, esmeri, kumralı, siyahîsi, beyazı, yanık tenlisi, çekik gözlüsü, pantolonlusu, eteklisi, şortlusu, çoğu bayan, bir kaçı da bay.

Üstelik yaşları farklı, 25-50 yaş arası gibi. Rehberleri bazen İngilizce, bazen İngilizceye kayan aksanla Almanca konuşup hemen ardından düzelten bir bayandı.

Beni ilgilendiren, beni ilginç bulduğunu bir kaş işareti(28) ile belli eden, rüyamda bana “Gel, gel!” yapıp Türkçe konuşan o siyahî insanların tek temsilcisi gibi olan genç kadındı, belki de kız.

Tek farkla ki bu kadının ayakları değil, sadece giydiği şort nedeniyle bacakları çıplaktı. Azıcık da dikkat edildiğinde sol ayağının üzerine dikkatle basarak sekmesini engelleyecek, ya da belirli gözlerden saklayacak şekilde yürüyüşü.

Ve muhtemelen Türkiye’min ikliminin üşümesine neden olduğu bir manken olsa gerekti!

Manken kelimesi ile tarif etmeye gerek görmeksizin güzelliğini anlatma gayretini yaşadım. Yoksa o da gelen gruptan biri idi. Ama gerçekten itiraf etmem gerekli ki; ne turist, ne de öğrenci grubuna benzeyen bir topluluktu bu.

Hani bilgi, görgü ve becerilerini artırmak için yola çıkmışlardı, diyeceğim, ama bilmeden böyle bir yorum yapmak da gerçekten utandırıyordu beni.

Rüyamdaki onu tarif etmeğe çalışmıştım, ama bir kere de dünya gözüyle görmüş olarak tarif etme çabasını yaşayayım. Siyah kıvırcık saçlar, uzun ve atletik bir beden, yosun yeşili ve bence manalı bakan gözleri vardı.

Tanrının melekleri hep beyaz tenli ve kanatlı mı olurdu? Böylesine siyahî, kanatsız melekler de olmaz mıydı? Ki ben, nasıl, neden ve bu kadar etkilenirdim ki, benimle hiçbir ilintisi olmayan birinden.

Mademki Almanca takviyeli İngilizce konuşuyorlar ve bu lisanlara vakıftılar(29), benim de yarım-yırtık(30) İngilizcem, kırık-dökük(30) Almancam vardı, onlarla daha doğrusu sadece onunla iki satır kelime etmemde ne mahzur olabilirdi ki?

Almanca deyince çağrışım yaptı; “Almanca” da, “Almanya” da “A” ve “a” ile ilgili belirtiler kapsamında idi.

Hani dediğim gibi bir kaş işareti vardı ya, üstelik galiba dikkatini çekmişim gibi bir hüsnükuruntum(31) da vardı. Dediğim gibi benzeri olmayan bir gruptu onlar ve ülkemin gezilecek bir sürü yeri olmasına rağmen, gezilecek yerler içine yöneldiklerinde geçerken uğradıkları bir yer mi olsa gerekti bu şehir? Beni niçin ilgilendiriyorduysa?

Mihmandar(32), tercüman ya da rehber her neyse onun; “Şu saatte otelde buluşalım, herkes serbest!” demesi üzerine grup çil yavrusu gibi dağılmıştı(33), ikişerli, üçerli halde. Belki benim kendisiyle ilgilenmemi beklediğinden (hani meselâ) o kendi başına kalmıştı son olarak, aynı vitrinin önünde.

Ve vitrinin olduğu dükkân sahibi sırnaşıkça(34) Türkçe bir şeyler anlatma arzusuyla olsa gerek kolundan tuttuğu kadını içeriye çekme gaye ve gayretinde idi.

Bu benim için fırsattı. Öncelikle kadın-kız ayrımını niye yapamadığımı anlatmam gerekli diye düşünüyorum. Hani biraz ukalâlık(35) olacak ama onu, matmazelden(36) yaşlıca, madamdan(36) genççe biri gibi gördüğümden olsa gerek. Her neyse ben “Genç kız” demeye devam edeyim.

Genç kızcağızı bir şeyler satmak için dükkânına sürükleme gayesinde olan delikanlının anlamaması dileğiyle kızın koluna girerek uzaklaştırırken İngilizce olarak; “Nerelisin?(37)” dedim.

Çekiştirilmesinden korkmuşçasına gibi sevinçle “TOGO’ dan(38)!’ dedi. Togo kelimesine dikkatimi verince bu kez şaşırmış Almanca sormuştum. “Adın ne?” diye. “Adım; Amenna!”

Bir kez daha “A” ve “a”.

Ve devam etti soru-cevap şeklinde sınav edişim!

“Müslüman’dı, ülkesinin çok az bir bölümü içinde olsa da. Almanya’da ziraatla ilgili bir okulda ihtisas yapıyormuş(39). Grupça Türkiye’deki etkinlikleri, özellikle de bu ildeki tarım kuruluşlarındaki farklılıkları yaşamak için buraya geldiklerini” anlattı. Artık ne kadarını kıt İngilizcemle anladım, ne kadarını kendi kendime uydurduysam!

“Etkilendim!” dedim. “Seni bir defa, binlerce defa daha görmek isterim!” dedim.

“Mümkün değil, yarın dönüyoruz, önce Adana’ya, sonra Antalya’ya!” Bir kez daha yaşamıma egemen olan “A” ve “a”  harfleri…

Etkilemişti beni, birden, birkaç saat içinde hem de, vazgeçesim yoktu. Farklı boyutlarda, belki farklı yaşam şekillerindeydik, ama ayrılasım gelmiyordu içimden. Hele ki usulca, utanarak, çekinerek gibi elimden tuttuğunda!

Bu tutuşta bir özlem, ama bir çekiniklik de var gibime geliyordu  (nedense).

Ulu Tanrı doğruyu-eğriyi biliyordu, kösteklemek(40) isterse bir kulunu önüne setler, mânialar koymaktan çekinmezdi! Benim o gece nöbetim vardı, Nöbetçi Amiri üst düzey bir subayın yardımcısı olarak.

Gözü açık olmam gerekti. Kurnazlık anlamında değil, uyumamak, uyumaya bile yeltenmemek, özellikle cephane nöbeti tutanları gereğince denetlemek ve en çok da çoluk(!) çocuğunu özleyen firar etmek gayesindeki erler için.

Her firar edişlerinin dönüşünde onların firarla kaybettiklerinin, kazandıklarından çok olduğunu anlatamamamın teessürü vardı içimde. Kaldı ki gece derslerinde, firara teşebbüslerinde yakaladığımda ve yakalandıklarında defalar-defalarca anlatma gayretinde olmuştum bunu.

Oysa bunu şimdi ben gerçekleştirmek dileğindeydim.

Telefon ettim arkadaşlarımdan Atila’ya. Tesadüf o da bana ait kuralları belgeleyen bir arkadaşımdı. “Acaba mı?” diye. “Acaba” kelimesinde bile dizginleyemediğim “A” ve “a” gerçekleşiyordu. Ama arkadaşım o gün ve gece 24 saat nöbet tutmuştu, devam etmesi mümkün değildi.

Diğerleri de ertesi günün tatil olması rahatlığıyla “Agora” da idiler. Onlardan herhangi birine dumanlı kafaları nedeniyle bir teklifte bulunmam abesti(41). Bu nedenle ellerim çapraz bir vaziyette göğsümde bağlı kalacaktı. Ama şimdilik…

Nöbetim için üstümü değiştirme zamanımı ayarlayarak, en son limite kadar bir sır küpü gibi gördüğüm, ama beni etkilemesini de göz ardı etmeyi düşünemediğim Amenna ile beraber olmak konusunda gayretli olacaktım…

Eli, elleri sımsıcaktı, gözleri, nefesi gibi. Onu bir kere öpsem ömrüm uzayacakmış gibi geliyordu bana. İçimden geçeni anlamış mıydı? Öyle bir bakmıştı ki bana, kanım çekilmiş, canım acımıştı.

Haksızlıktı bu, 5-10 dakika sonra, bilemedin birkaç saat içinde beni ben başıma bırakıp gidecekti o. Bu şu an için hazırlıklı olduğum bir şey değildi. Hazırlıklı olmam da mümkün değildi, hem beklememeliydim bunu benden, kendimden.

Hem zaten; “Ben, beni bildim bileli, ne ben beni buldu kendimde, ne de kendim buldu beni, bende!(42)

Kısıtlı ve sonunda mutlaka hicran(43) yaşanacak bir zamanı uluorta nasıl tüketebilirdi ki bir insan? Unutmak için hemen sırtını dönmek ve karanlıkta bir ışık görme umudunu bile yitirerek mi? Yoksa son anına kadar nefesini duyarak ve o anın tükenişinde elleri böğründe kalarak mı?

Bence insan yılmamayı denemeli, kendine vakfedebileceğine inandığı zamanı sonuna kadar tüketmeyi bilmeliydi. Sonra, sonrasında umudunu pekiştirmek için adres, telefon, hatta bir resmine bile sahip olmalıydı. Ne işe yarayacaktıysa, mahzunluğunda?

İnsanlar, hele ki benim gibi olanlar, çılgınlık aşamasındayken, çılgınca şeyler düşünüyorlardı. İtiraf etmem gerekli bu düşünce ve bu fikir bana ait değildi, önünden geçtiğimiz fotoğrafçının yarattığı ilhamdı.

“Birlikte bir fotoğrafımız sende hatıra kalsın ister misin?” dedim.

“Hayhay! Neden olmasın? Mutlu olurum!” dedi.

Öylesine girdik dükkâna. Fotoğrafımız çekildikten sonra iyi bir fotoğraf olması için üç-beş saat beklememizin yararlı olacağını, ondan sonra fotoğrafı teslim edebileceğini söyledi fotoğrafçı. Zamana karşı yarışıyorduk. Ben nöbette olacaktım, o şehri terk edecekti.

Bedelini ödedim ve fotoğrafın birini mutlaka bu akşam-gece hangi saatte olursa olsun, otele Amenna’ya götürüp teslim etmesini rica ettim. Ben nasılsa kalbime tuz basarak, yaşayacağım ıstırapla günlerden bir gün, yani hemen o fotoğrafa sahip olacaktım da, dediğim gibi, sonunda kavuşmak olmayınca başarısız bir umut ne işe yarayacaktı ki?

Togo ve Lome neresi idi, doğup-büyüdüğüm, askerlik yaptığım, ya da askerliğim sonrası işe başlayacağım yer neresi olabilirdi ki? Neresi olursa olsun, Türkiye’min tüm şehirleri güzeldi ve ben çalışmaktan yılmazdım. Yeter ki…

Evet, yeter ki annemin gözü yaşlı, hasretliği dindirilemez olmasın.

Kaba olan söylemi bırakmak isterim, hani “Gökten halka yağsa biri bile başımdan geçmezdi!” anlamında. “Gökten para yağsa şanssızın torbası dolmazdı!” diye değiştirmeye çalışayım.

“Bir kuş başıma pislese, ikinci kuş da aynı isabeti kaydetmek için başımın üstünde tur atardı!” desem ayıp mı olurdu ki? Hani kuşlar başarılı olurlarsa büyük ikramiyeyi kazanırmışım gibi?

Oysa şans oyunlarından hiçbirine merakım yoktu, o halde kuşun tepeme şey etmesinin bana ne yararı olurdu ki?

Ben eli elimde, sıcaklığını tüm varlığımda hissederken, o da, ben de hangi kuruntularla meşgul ediyorduk kendimizi, bilemiyorum. Masallar; “Bir varmış, bir yokmuş!” diye başlardı.

Masalların bitişi nasıl olursa olsun, benim masalımın nasıl biteceği belli idi; hicran, hüsran(43), inkisar(43), hüzün(43) gibi beni üzüntüyle kahredecek…

Elimi sıkı sıkı tuttu, yoksa ben mi elini gereğinden fazla sıktım, düşüncelerimi okumuş gibi miydi, yoksa düşüncelerimi anlasın diye ben mi onu zorlamıştım? “Üzülme!” dercesine, sokak ortasında, bu iklime uymayacak bir şekilde, kimseden çekinmeksizin ufak, ufacık bir öpüş kondurmuştu dudaklarıma.

Aklım başımdan gitmişti, hele ki bir sığınakmışım gibi koltuğumun altına büzülünce.

“Gitme!” dedim saçmalayarak, gitmem gereken vakte ulaşmama çeyrek kala. Yüzünü kaldırdı, istiyormuş gibi, ama istememesi gerektiğini anlatmak istercesine.

“Gitmeliyim, dönmeliyim, mecburiyetlerim var!” derken çantasından bir kart çıkartıp uzattı, adres Lome idi.

Otelin kapısına geldiğimizde, elleri ile beni itekleme gayretindeydi, üstelik bunu yaparken belki de gözleriyle beni etkilemekten çekiniyormuş gibi, ya da ne için olduğunu anlayamayacağım bir şekilde gözlerini kapatmıştı.

İncitmekten çekinerek, sadece ülkeme değil, dünyaya boş vererek beni öptüğü gibi öptüm onu ve fısıldadım;

“Seni sevdim, sevmeye de devam edeceğim!” dedim.

“Ben de!” dedi, durakladı bir süre. Sözünü tamamlayıp tamamlamama endişesini yaşıyor gibiydi, anlayamadığım:

“Demek isterdim!” diye tamamladı cümlesini, gözlerini yeniden saklayarak, sırtını döndüğünde.

Anlayamamıştım, ayrılığı tadarken de anlamam zor olsa gerekti.

Garnizona ancak bir taksi tutarak yetişecektim. Bekârhaneden kıta elbiselerimi aldım, nöbeti teslim alacağım arkadaştan özür dileyerek, oracıkta giyindim ve görevime başladım…

Bu gece gökyüzü kapkaranlıktı. Ay, kara bulutların ardından siluet(44) gibi yansıyordu ve yıldızlardan eser bile yoktu gökyüzünde. Askerlerin tekmilleri(45) yavandı(46), üstelik parolanın(47) işaretini ve ikinci bir şans olarak “Akşam yemeğinde ne yedik?” sorusunun cevabını bilemediğim için ilk kontrolde tüfeğine mermi sürüp “Kaldır ellerini!” bile demişti askerim.

Benim yurdumun kahraman, değerli ve tesadüfen hemşeri olduğumuz için beni anında tanıyıp tekmil veren, parola ve işaretini fısıldayan askerim!

Karargâh bahçesindeki güllerin, menekşelerin, karanfillerin, ağaçların, yaprakların kokularını alamıyordum. Cırcır böcekleri(48) belki doğaları gereği ötmüyor, yan deredeki kurbağalar ses çıkarmıyorlar, yaşamda illet(49) sembolü olan baykuşlar aralarında fısıldaşmıyorlardı bile.

Derken gözlerimde oluşmasını arzulamadığım, ama kendinden oluşan gözyaşlarım gibi bir yağmur yağmaya başladı. Bir hangara sığındım, Kademe dediğimiz. Nöbetçisi izin verdi, diyeyim.

Erkekler ağlamazmış! Pöf!

Yanlış bir söylem! Umudun hiç olmadığı, umutsuz bir dünyada yaşamak zorunda ise bir insan, kadın-erkek fark etmeyen, gözlerinden süzülenlere neler ve nasıl engel olabilirdi ki? Hatta çemkirerek(50), hıçkırarak, höykürerek(50) bile ve burnunu çekerek, utancını saklama gayretiyle.

Bu dünya gerçekten öyle bir dünya idi işte, yalancı…

Fotoğrafçının ona vereceği, belki de şu anda vermiş olduğunu sandığım fotoğrafımız ve ismimden başka hiçbir şeyim yoktu onda, belki bir de dudaklarımızın ıslaklığı, sıcaklığı ve nefesimin askeri duruluğu.

Tenimin kokusu? O da muhtemeldi, belki. Ve yağmur damlaları şunları çağrıştırıyordu bana;

“Dışarıda yağmur
Pencere önünde ben
Cama vuran her üç damlada ismin
Bütün damlalarda sen...
(51)

            Bu nöbet biter bitmez, yalnızlığımla ve isim veremediğim ama “Aşk mı aşk” diye nitelendirdiğim duygu için aynı fondiplerle paylaşmak istiyordum akşamımı(52) ve doğal olarak yaşamımı.

İnsanlar niye aşk dedikleri bilmeceyi çözemiyorlardı ki? Buna galiba en iyi cevabı Mevlâna vermiş olsa gerekti: “Bir aşka ilâhi diyemem korkarım, insani diyemem utanırım” gibi.

            Birden bir şimşek çaktı gecenin karanlığında, belki bir yıldırım düştü yakınlara, ya da uzaklara bir yerlere. Çakan şimşek benim beynimde, düştüğünü, şavkıdığını(53) sandığım yıldırım ise gönlümdeydi sanki.

Nizamiyeye(54) telefon ettim adını aklımda tuttuğum değil, hatırımda tuttuğum otelin numarasını öğrendim.

Bundan sonrası kolaydı. Kolay mıydı gerçekten? Umut var değildim! Ama sesini duyar, “İyi yolculuklar” diler, belki fondipler öncesi içimi teselli edebilirdim az da olsa.

Usul usul, sanki ona dokunuyormuş da incitmek istemiyormuşçasına dokundum telefonun tuşlarına. Karşıma çıkan Ata isimli arkadaşa onunla konuşabilme imkânımı sordum. Mutlaka cevabı “Peki!” olacaktı, çünkü “A” ve “a” devredeydi yine.

Karşımdakinin “Hayhay!” ve onun “Alo” deyişi demesi coşturdu beni.

“Özledim!” dedim, ya da diyebildim sadece.

“Acımı körükleme, sensizliğe alışma çabamı üsteleme. Hem ‘Mecburiyetlerim var!’ deyişimi de aklından çıkarma lütfen!” dedi.

“Senden bu kadar etkileneceğim, bir öpüşünle ömür boyu hasta kalacağımı bir falcı, bir büyücü söylese inanmazdım. Ama doğru! Tüm aşklar böyle mi başlar, bildiğimden değil, hissettiğimden, ama nasıl biter, onu da bilmiyorum.”

“Bildiğim bir mıknatısın aynı kutbu da, iki ayrı kutbu olarak da olsa birbirimizle bir araya gelemeyeceğimiz…

Bana seni unutmam için güç ver! Sen de beni unut! Ama kendime ne kadar inkâr edersem edeyim; seni sevdiğimi de unutma!”

“Seni unutmam mümkün değil. Telefon numaramı not et ve Türkiye’den ayrılacağın ana kadar beni aramayı sürdür, lütfen! Türkçemizde güzel bir söz var, tam olarak tercüme edebilir miyim, bilmiyorum, ama şöyle bir şey: ‘Gün doğmadan neler doğar!’ İnanmaya gayret et, inanmasan da!”

“Anladım! Allahaısmarladık!”

“Bu bir veda olmasın, görüşmek üzere, diyelim!”

“O.K! See’ll you later and again!...(55)

O aradı, görüştük. Onsuzluğa tahammül edeceğimi sanıyordum. Son fondipten sonra tesellinin fondiplerle olamayacağı inancı belirlemişti gönlümde.

Askerliğimin bitmesini istekle bekledim gönlümde. Sonram ise çılgın bir proje idi. Onun dünyanın bir ucunda olması umurumda değildi.

Artık düşüncelerimde Türkiye-Togo kavramı yer etmiyordu. Sadece ve yalnız Amenna ve Arda şekilleniyordu yaşamımda ve dereyi görmeden paçaları sıvamak gibi yorumlansa da çikolata renkli çocuklar…

İsteğim buydu. Ha! Anneleri gibi siyah tenli olmaları mı? O da olurdu!

Ne yer, ne içer, nasıl mı yaşardık? Önemsizdi. Çalışmak ve yaşayacakları kadar kazanmak, sorun mu yaratırdı bir insan için?...

Annem ağlayıp karaları bağladı, babam yoktu ki zaten.

“Alırım sonrasında seni de! Ya da getiririm gelinini sana! Düşündüm, çok iyi düşündüm, benim dünyam onun yaşadığı dünya. İnsan doğduğu yerde değil, gönlünün doyduğu aşkının olduğu,  yerde yaşamalı!” dedim.

Yanıma ufak bir çanta almıştım. Bir sürü aktarmalarla bir sabah vakti Lome’ye ulaştım. Bir postane merkezinden telefonun tuşlarına dokundum;

“Ben Arda!” dedim.

Karşıma çıkan Amenna tekledi, sessizlikle bir süre geçti. Ya söyleyeceklerini sıraya koymağa, ya da benim sesimin yaratığı coşkuyla ne söyleyeceğini şaşırdı diye düşünüyordum. Sonrasında hayret edici bir nida ulaştı kulağıma;

“Sen, ama sen?”

“Evet Amenna! Sensizliğe dayanamayıp ömür boyu seninle olmak için geldim buralara!” dedim.

“Ama ben sana evli ve iki çocuklu olduğumu söylemedim mi yoksa!” dedi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Tahmin edileceği gibi bu bir kurgu, isimleri özenle belirlediğim. Togo’ya gitmedim, ancak Almanya-Stutgart-Hohenheim Ziraat Yüksek Okulunda (Landwirtshaftliche Hochschule) Staj yaparken Togo Lome’li bir arkadaşım oldu.

Arda (Hükümdar veya kumandan asası, işaret olarak yere dikilen çubuk, Meriç Irmağının Edirne yöresindeki önemli bir kolu, Uygur yazılarında geçen çok eski bir Türk adı ve “sonra gelen” anlamlarındadır), Aka (Ağabey, büyük kardeş, baba. Saygı değer kişi anlamlarına gelmekle birlikte kabadayı, akan dam anlamlarında da kullanılmaktadır), Amenna (“Öyledir, doğru, diyecek yok, inandık" anlamlarında bir onaylama sözü),  Atila (Büyük, ünlü, baba, savaşçı, fatih anlamlarındadır ve ayrıca Hun Türklerinin büyük imparatorunun adıdır), Ata (Baba. Soyun geçmişte yaşamış ferdi. Vermiş, veriş. Bağışlama, ihsan) anlamlarındadır. Kıta isimleri doğal olarak Türkçemizde mecburiyet olarak “A” ve “a” ile bitmektedir.

Agora, Almanca, Almanya, Ankara, Amasya, Adana, Antalya, Acaba gibi kelimelerin ise doğallıkları herhalde tartışılamaz diye düşünmekteyim.

Bu vesileyle; Sana bu satırları… diye başlayan “Agora Meyhanesi” isimli şiirin (rahmetli) Onur ŞANLI’ya ait olduğunu, bestesinin de İsmet Nedim SAATÇİ tarafından yapıldığını ve eserin Muhayyer Kürdi Makamında olduğunu belirteyim.

(1) Bilindiği üzere, Olimpiyat Bayrağındaki halkalarda Mavi; Avrupa, Sarı; Asya, Siyah; Afrika, Kırmızı;  Amerika ve Yeşil; Avustralya kıtalarını simgelemekte olup tüm bu kıta adları öyküye sembol olan “A” harfi ile başlayıp “a” ile bitmektedirler.

(2) Figür; Varlıkların resimde yer alan görüntüsü, ya da yontuda biçimi. Dansta ölçülü adımlarla beliren ve birleşmesiyle dansı bütünleyen zincirleme hareketlerin her biri.

(3) Bu dünya yalancı bir dünyadır… “Aşkın sırrı bilinmez” nakaratı ile dillerde yer alan Sinan SUBAŞI’nın Güfte ve Bestesinin sahibi olduğu Türk Sanat Müziği eseri Muhayyer Kürdi Makamındadır.

(4) Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

(5) Senin dudakların pembe… diye başlayan Cahit KÜLEBİ, Hikâye isimli şiirinin ilerleyen satırlarında “Benim doğduğum köylerde” diye özlemini yansıtmıştır.

(6) Haiz; Bir şeyi elinde bulunduran. Bir şeyi olan. Bir niteliği taşıyan, olan, bulunan.

(7) Civanmert; Özü-sözü bir, yüce gönüllü, yürekli, yiğit.

(8) Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.

(9) Kavilleşmek; Sözleşmek, karşılıklı olarak söz vermek.

(10) Monoton; Tekdüze, hep aynı tonda, yeknesak, çeşitliliği olmayan, donuk, sıkıcı.

(11) Kimi dertten içermiş, kimi neşeden…  Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait Rast Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

(12) Muhabbet; Sevgi. Dostça bir arada bulunup konuşmak, sohbet, söyleşi.

(13) Aşikâr; Besbelli, ortada olan, gizli olmayan, açık, apaçık, ayan beyan.

(14) Homongolos; Gerçek anlamda “Kadın Düşmanı” ya da “Kadınlardan korkan, onlarla herhangi bir yaklaşımı oluşturamayan” Lügate göre “Kadın Sevmeyen” diyebileceğimiz bir tip olup, Reşat Nuri GÜNTEKİN’in “Bir Kadın Düşmanı” adlı eserinde de adı geçer. (Ayrıca tıp dilinde; “cüce” anlamına geldiği gibi, çirkin bir kayabalığının adı olarak da kullanılmaktadır.)

(15) Mehmet Akif ERSOY’a ait sözün aslı; “Doğduğun gün gülüyordu herkes sen ağlarken, Öyle bir hayat yaşa ki öldüğün gün gülebilsin herkes sana ağlarken!” şeklindedir.

(16) İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL

(17) Hapırsa Da, Köpürse De; Sevilen, istenen, yapılmak istenen bir şey için her ne olursa olsun uygulamak, gerçekleştirmek, yerine getirmek.

(18) Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.

(19) Gönüllemek; Gönlünden geçirmek, tasarlamak, düşünmek. Gönül almak. Öyküdeki anlamı, yapılan bir jeste muhtelif usullerle cevap vermek.

(20) Mükellef; Bir şeyi yapma zorunluluğu olan. Yükümlü. Özenli bir biçimde yapılmış, çok özenle gerçekleştirilmiş, ortaya konmuş. Vergi vermekle yükümlü kişi ya da kuruluş.

(21) Donatmak; Birinin giyimini, kuşamını sağlamak, süslemek. Bir şeyin ihtiyacının karşılanması, iyi iş görebilmesi için gereken nesneleri, alet, edevat, gereçleri temin etmek, vermek.

(22) Gani; Zengin.

(23) Fondip; Bardaktaki tüm içeceği bir kerede içmek.

(24) KARATEKİN, Erol. 1999 Yılı “MEYHANECİ” dizelerinden.

(25) Küfelik Olmak; Ayakta duramayacak, kendini bilmeyecek denli sarhoş olmak.

(26) Bekârhane; Türkçemize yerleşmiş böyle bir kelime vardır ve anlamı; “Bekârların kalması için ayrılmış veya düzenlenmiş oda, ya da bekârların yaşadığı müstakil bir ev” anlamındadır ki, öyküde ikinci anlamında kullanılmıştır.

(27) Volta Atmak; Bir aşağı-bir yukarı gezinmek (can sıkıntısıyla özellikle, hapishanelerde)

(28) Zülfü LİVANELİ’nin “Kardeşimin Hikâyesi”ndeki söyleyişi; “İlginç bulduğunu belli eden bir kaş işareti” şeklindeydi. Deyim hoşuma gittiğinden (ç)alarak ben de kullandım.

(29) Vakıf Olmak; Öğrenmek, bilmek, anlamak.

(30) Yarım Yırtık; Önemsiz, değersiz.

Kırık-Derik (Kırık-Dökük); Eski çürük, hurda, değersiz eşya. Düzgün olmayan, kopuk-kopuk, bölük-pörçük.

(31) Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

(32) Mihmandar; Resmi ya da özel konukları ağırlamak ve onlara kılavuzluk etmek için görevlendirilen kimse. Konukçu.

(33) Çil Yavrusu Gibi Dağılmak; Topluluk halinde bulunan insanların hayvanlar gibi her birinin bir yana dağılması.

(34) Sırnaşıkça; Rahatsız ettiğine, can sıktığına aldırmaksızın, bir kimseden sürekli olarak ve yalvarırcasına istekte bulunma, bu isteğinde direnme. Rahatsız etme. Sıkıntı verme. Musallat olma.

(35) Ukalâlık; Ukala olma durumu, ukalaca davranış.

(36) Matmazel; Fransa’da evlenmemiş kızlar için kullanılan san. Türkiye’de evlenmemiş kızlar için bayan, hanım, hanımefendi sözcükleri yerine kullanılan söz.

Madam; Fransa’da evli kadınlar için kullanılan san. Türkiye’de Müslüman olmayan evli kadınlar bayan, hanım, hanımefendi sözcükleri yerine kullanılan söz.

(37) Where are you from (Nerelisin?), From Togo (Togo’dan), Wie heißt du? (Adın ne?)  Wie heisen Sie? (Adınız ne?) Ich heiße Amenna. (Adım Amenna). (Hepsini tercüme etmeye çalışmam gereksiz.)

(38) Togo Cumhuriyeti Bayrağı; Yeşil (en altta, ortada ve üstte 3 adet) Sarı (2 adet, aralarda) beş ayrı yatay şerit, gönder tarafının (sağ üst kısımda) içerisinde büyük beyaz bir yıldızın bulunduğu kırmızı bir dikdörtgen koyulması ile oluşturulmuştur.

Togo, Fransız Sömürgesi bir devlet idi. 1960 yılında Cumhuriyet olarak bağımsızlığını ilân etmiştir. Bilindiği gibi Togo, Afrika’nın batısının güney ortasında, Benin ile Gana arasında yer alan bir ülke. Aşağı-yukarı Konya ilimizin bir buçuk misli kadar yüzölçümü (56.785 Km2) olan başkenti de; Lome diye adlandırılan bir cumhuriyet. Genelde Katolik olan vatandaşları içinde Müslüman da var. Öyküye genişlik katan “A” ile başlayıp “a” ile ismi biten Amenna da, öyküye renk katan Müslüman kökenli bir kızdı.

(39) İhtisas Yapmak; Belli bir konuda özel eğitim görerek yetişmek, uzmanlaşmak.

(40) Kösteklemek; Bir işi yürümez duruma getirmek, engellemek (hayvan ayağına köstek vurmak).

(41) Abes; Akla ve gerçeğe aykırı, gereksiz, lüzumsuz, yersiz, boş, saçma.

(42) Ben, beni bildim bileli, ne ben beni buldu kendimde, ne de kendim buldu beni, bende! ALINTI

(43) Hicran; Sevilen bir yerden, ya da kimseden ayrılmak, ayrılık ve ayrılığın neden olduğu onulmaz, çok güçlü üzüntü ve büyük acı.

Hüsran; Umulan, beklenilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan acı, düş kırıklığı.

İnkisar; Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.

Hüzün; Duygulanma. İçe kapanıklık. Üzüntü. Gönül üzgünlüğü.

(44) Siluet; Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle ve tek renk olarak beliren görüntüsü, gölge.

(45) Tekmil Vermek; Bir astın, bir üste bir iş veya durum konusunda bilgi vermesi.

(46) Yavan; Sade. Yanında katık olmayan, Yağı yeterince olmayan, az olan. Katıksız, hoşa gitmeyen, tatsız. Görgüsüz ve bilgisiz kimse.

(47) Parola; Kimi durumlarda askerlerin ya da kimi gizli topluluk üyelerinin birbirlerini tanıyabilmek için aralarında önceden kararlaştırılmış olan sözcük ya da söz. Ulaşılmak istenen amacı özetleyen söz.

(48) Cırcır Böceği; Ağustosböceği.

(49) İllet; Hastalık, dert, hastalık derecesinde alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren şey, sebep.

(50) Çemkirmek; Kendinden büyüklere arsızca cevap vermek.  Köpekler için kesik kesik havlamak. Öyküdeki kullanımı; benzetmek yanlış gibi görülse de yöresel olarak kesik, kesik ses çıkarmak şeklindedir.

Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.

(51) KARATEKİN, Erol. 1963 Yılı. “YAĞMURDA HİS”

(52) Akşamı Bölüşmek; Akşamın gelmesini beraberce bekleyip o anda yapmak istediklerini beraberce yerine getirmek, örneğin akşam yemeğini paylaşmak, televizyon seyretmek, günün bitişine ulaşmak gibi.

(53) Şavkımak; Işık saçmak, parlamak.

(54) Nizamiye; Aslında “Nizamiye Kapısı” demem gerekti. Askerlik Dairesinin, Kışla, Garnizon ve bazı kuruluşların giriş kapısı. Osmanlı döneminde kara ordusuna verilen ad.

(55) OK. See’ll you later, again! (Tamam, sonrasında ve tekrar görüşmek üzere) gibi bir şey olsa gerek!