Düşüncelerde, hayallerde hatta rüyalarda şekillenen bazı olaylara rastlarsa ne yapar ki insan? Herhalde benim yapmak isteyip de yapmakta tereddüt ettiğimi(1)…
Biçimsiz sayılmazsam da, yakışıklı da değildim, bildiğim. Elim, ayağım düzgün, ailesinin varlığı yerinde, iyi bir işi, arabası olan ve askerliğini de yapmış biriydim. Ev mi? Oh! Ho! Onun için zaman vardı.
Gelin ne isterse o olurdu! Ayrı ev! Ayrı ev! Şöyle döşensin! Hayhay! Bunu isterim! Peki! Şunu istemem! Pekâlâ! Yeter ki gönlüne sarsın beni, sevsin, vazgeçemeyeceğim gibi seveyim, ömrüme ömür katsın. Dilediğim çocuklarımın anası olsun. İsterse âşık olmasın, umurumda değil!
Annemin-babamın her nedense yaptığı gibi neslimi devam ettirecek tek oğlan olarak değil, en aşağı iki, biri mutlaka kız ya da üç, ikisi mutlaka kız veyahut da beş evlât versin, üçü bir cinsten, ikisi diğer cinsten ayrımsız. Tanrının işine karışmak mı? Hâşâ(2)!
Tanrı ne zamandır siparişe göre iş yapıyordu ki? Tanrı isterse bir-üç-beş değil, ayrı cinslerde değil, hepsini aynı cinste göndersin dünyama, yeter ki hepsi sağlıklı olsunlar idi dileğim.
Affedilsin lütfen! Kümesin tek horozu olarak, seçime tabi gurk tavuk(3) mu arıyordum? Ne kadar ayıp!
Karşılıksız sevgi ve maddi varlığa bağlı bir evlilik ne kadar doğru olurdu ki? Ve ne kadar olurdu ki sürekliliği? Hele ki bunu baskıcı bir şekilde ifadelendiren anneniz ve babanız olursa? Bırak adayı ya da adayları, evlenmeyi, beklemeyi…
Torun sevmeyi, hemen, çabucak, bir an evvel olsun isteyen ebeveynlerdi onlar!
Eh be annem! Bir doğurmuşsun, koşulları biliyorsun, anlatıldığı gibi bebekleri leylekler getirmiyorlar ki! Lehçemizi düzeltmeden kendi adıma söyleyeyim ki; evlenecen, barklanacan, gelin hanım “He!” diycek, ya da durum-vaziyet uygun olcek, belirli bir süre bekleycen, gelin aşercek(4), tuhaf şeyler isteycek, karnı şişcek, belki evde, belki hastanede belki de sezaryenle(5) doğurmayı isteycek, becerivecek…
Yani falanla-filânla geçecek zaman o kadar uzundu ki…
Henüz genç ihtiyarlarsınız, Tanrı evveliyat istemezse, bir hapşırmanız yeterli. Hani derler ya; “Çok yaşa! Torunlarını okşa!” diye, o hesap işte!
Rüyamda gördüğüm kız mı? Biraz anneme, biraz halama, biraz da alt kattaki komşumuzun çıtı-pıtı(6), mini-minnacık(6), çıtırık(6), çıtır pıtır(6) kızına benzer biriydi. Herhalde sinemanın, televizyonun starlarına benzetecek kadar gabi olmamalıydım, değil mi?
Bu arada hemen ekleyeyim annemin genç kızlığında, hatta beni doğururken bile saçları sarıymış, alt dudağı da etli ve oldukça sarkık, kin tutar gibiydi.
Babam nasıl beğenip de almış, diye merak ettiğim bir anne idi o. Ama benim yaşamak istediğim; tüm hayatımı vakfedeceğim(7), vakfetmek istediğim, onsuz bir yaşamı düşünemeyeceğim biri idi.
Allah var, babam gerçekten yakışıklı ve varlıklı biriydi. Sanırım, annemi de “Evde kalmasın!” diye sevabına almış olmalıydı! O zamanlar aşk var mıydı? Vardı herhalde. İlk çağlardan beri hem de. Peki, babam âşık mıydı? Kim inkâr edebilirdi ki anneme aşkını? Annem de az hınzır(8) değilmiş, yani eksikliklerine rağmen çektirmediği kalmamış babama.
Ya ben de rüyamdaki afeti devrana(9) rastlasaydım?
Sarışın, çakır gözlü ve benim gibi uzun boylu, kaba anlamda; boyu boyuma, suyu suyuma denk! Peki, ya huyu? Ben beğendim, istedim. Peki ya o beni beğenip ister miydi ki? Ne kadar yoz(10) bir düşünce? Öncelikle etkilenmek, sevmek ve aşk önemliydi.
Oysa ben varlıklı bir ailenin oğlu, sevgisini satın alabileceğim birini mi düşlüyordum? Yalan mı?
Ve ona rastladım bir tatil yöresinde, sarışın, çakır gözlü, uzun boylu ve ismini bile bilemediğim, yoldan geçen ve beni peşi sıra sürükleyen ve farkında değilmiş gibi yapıp da farkında olan.
O; o günün akşamında bir meltemdi(11) ulaşamadığım, ertesinde bir imbattı(11) yakalayamadığım, yakalayamayacağım
Rüyamdaki mi? Evet, tıpatıp o idi, inkâr edemeyeceğim. Bir deniz ülkesinde bedeni, kıvrımları, yunus gibi yüzüşü, saçlarının sarılığı ve bana bakan deniz mavisi gözleriydi beni etkileyen…
Adı mı? O tarihlerde ne bileyim ben. Arkadaşlarına “Adı ne?” diye sorsam, ayıp olmaz mıydı? Ona seslenen biri olsun diye kulaklarımı dört açmıştım, ismini öğrenmek için.
Bir ilâhe(12) bir ilâha(12) rastladığında (Affedersiniz, bu ben oluyorum!); “Gel kenarlara, köşelere, evine, bir otel odasına gidelim, bizim bebelerimiz olsun, sıra sıra!” diyebilir miydim ki?
Farz edelim ki; “Peki!” dedi. Sonuç? Bulunmaz Hint Kumaşı(13) mıydım ki ben?
O, o genç, güzel, sarışın, benden gözlerini ayıramadığını sandığım güzel kız için; elini sallasa ellisi, telini sallasa tellisi emrine amade(14) olurdu (sanırım). Ama o, benim için bir tane idi. Hem başlangıcım, hem de sonum için.
Ve zaman kendi başına tükenmemeliydi asla! Ama nasıl? Bir tek enine-boyuna, güzelliğine bakıp da; “Anne, ara-tara bul, buluştur, bu kızı bana al!” diyebilir miydim?
Velev ki(15) her şey benim gönlüme göre olsa, peki onun tercih hakkı hiç mi yoktu? Hem sevgisiz, aşksız bir dünyada beraber yaşanabilir miydi? Bence bu düşünce; bir kutup ayısının çölde, bir devenin kutupta rastlanması kadar saçma ve gülünçtü.
Gerçi insan isterse deveye hendek atlatır, tekeden süt sağardı, ama arabasını dağdan aşıranla, düz yolda şaşıranlar arasında fark olmaz mıydı? O farkı öylesine yaşıyordum ki, onunla karşı karşıya idik ve ben dut yemiş bülbül gibi(16) ağzımı bile açmaksızın hayret dolu bakışlarının karşısında kazık gibi duruyordum.
Tanrı böyle durumlarda kazıklara yardım etmek için kazıklar karşısındaki afeti devrana imkân sağlıyordu herhalde.
“Dikkatimi çekti, deminden beri beni izliyorsunuz. Birine benzettiniz galiba!”
“Yok! Sadece dalmışım, affedersiniz!”
Sarf edilecek en saçma söz bu olmalıydı herhalde, “kem-küm(17)” takviyesiyle(18).
“İlginizi çekecek, ya da dalgınlığınıza neden olacak bir tip değilim, hatta bir karşı cinsin ilgisini çekeceğimi düşünmem, hele ki bu tombulluğumla. Sanırım bu kelime tüm fiziksel özelliğimin de tek kelime ile izahı. O halde gözlemlediğim kadarıyla hayran-hayran bakacak kadar ilginizi çekmemin nedeni ne? Bana anlatmanızda sakınca yoksa izah edin lütfen!”
“Belki inanmayacaksınız, ama rüyamda gördüm sizi.”
“İnanmam mümkün değil, ama ola ki inandım. Peki, kavuştunuz mu rüyanızdakine?”
“Şansım olsaydı!”
“Şanssızdınız yani?”
“Gibi…
Rüyam bitmeden siz çıktınız karşıma.”
“İnsanların güpegündüz, üstelik de gözleri açıkken rüya gördüklerine inanmamı mı bekliyorsunuz benden? Bu, sakın bana yaklaşmak, kur yapmak için uydurmağa çalıştığınız bir sebep olmasın!”
“Aklımdan geçmedi. Ben şu andan değil, geçmişimden ve yarım kalan rüyamdan bahsediyorum. İnanıp inanmamak da size kalmış, ama sizden etkilendiğimi, tanımayı istediğimi de saklamam, saklayamam, üstelik sizi de benim gibi düşünmeniz için zorlayamam…
Sırtınızı dönerseniz, ‘Gidiyorum!’ derseniz, gitmenizi asla istemediğim halde, ‘Gitme!’ diye yalvarmam, beynimdeki senle, ama sensiz yaşamaya çalışırım!”
Anlamlandırmakta sıkıntı çektiğim bir şekilde yüzüme baktı;
“Üniversite mezunusunuz herhalde?”
“Neden sordunuz ki?”
Anlamazlığa gelip sorusunu devam ettirdi;
“Peki, hangi bölüm?”
“Öğretmenlik!”
“Ve mutlaka edebiyat…”
“Beni nerden tanıyorsunuz ki?”
“Tanımıyorum, bu kadar düzgün ve ahenkli cümleleri ben kullanamam meselâ…”
“Neden?”
“Dağda, kırda, bayırda, çayırda dolaşan, muhtemelen rüyanızda görmediğiniz, ya da yakıştıramadığınız yüzümdeki çillerden, güneş yanığı yüzümden, tenimden anlamışsınızdır herhalde ziraat mühendisi olduğumu…”
“Yok, anlamadım valla!”
“Bu kadar sözden sonra adınızı da söyleyin de tanışmış olalım bari!”
“Kendinizi zorlamayın, istemiyorsanız, bir sokak köpeği gibi kuyruğumu toplar, uzaklaşırım yanınızdan...”
“Uzaklaşmayın, sizi istiyorum.”
“Anlamadım, ne gibi?”
“Pardon! Sizi tanımak gibi demek istediğim. Ben Nilüfer!”
“Ben Nihayet!”
“Nasıl bir isim bu?”
“Yıllarca her türlü tedbir, tıbbi uygulamalar, düşükler nihayetinde ailem bana sahip olunca bu ismi koymuşlar bana. Anlamı üstünde. Ancak ben, babamın da ismi olan ikinci ismim Nihat’ı kullanıyorum genelde, insanların sizin gibi şaşırmamaları için.”
“Anladım!”
Derin bir sessizlik oldu aramızda. Ben hâlâ dut yemiş bülbül, ağzı açık ayran delisi(19) modundaydım.
Ve kazık olma, kazık gibi durma hakkımı sonuna kadar kullanma gayret ve havasındaydım (sanki).
Be adam! Peki, rüyanı nasıl yaşayacaktın ki bu miskinliğinle(20), çekimserliğinle(20) ve karşındakinin elini uzatması beklentisi ile? Yani onun da seni hayallerinde şekillendirmesi düşüncesinde miydin?
Kendi kendine konuşana; “Deli” derlerdi.
“Sanırım ilk göz göze geldiğimiz andan şu ana geldiğimiz zaman içinde bu unvanı hak etmeme ramak kaldığı(21) inancındaydım.”
Eli elimdeydi, Tanrının değil tabii, onun ve;
“Bu tanışmanın şerefine bir çay ısmarlasan artık, değil mi?
“Çay yerine, vakit müsait yemek ısmarlasam?”
“Ben ısmarlarsam olur!”
“Israrın neden Nilüfer?”
İlk defa ismini söyleme cesareti duymuştum kendimde. Nefes alır gibi yaptı;
“Çok özür dileyerek ve kırılmamanı isteyerek söyleyeceğim. Ama tekrar ediyorum. Bir evin tek kızı olarak şımarık(22) yetiştirilmiş, her dediği karşılanmış bir mühendisim...
Ve affedersin cebimde yeterli harçlığım var. Bu nedenle ben ısmarlayayım demek istedim.”
“Yani…”
“O cümleyi tamamlama, nasıl dilersen, daha tanışır tanışmaz kavga etmeye başlamayalım istersen!”
“Peki! Senin üzülmeni istemem, sen de beni üzmemek için biraz gayretli olursun, değil mi?”
Yedik, içtik, afiyet olsun! Hayat hikâyelerimizi bile birbirimizin beynine nakşettik(23). Adreslerimizi, cep telefonu numaralarımızı öğrendik, not ettik…
Hesap geldiğinde cebimdeki para yeterli değildi. Zaten üstümde fazla para taşımazdım; bir gazete alacak, bir çay, kahve, sakız bedeli ödeyecek kadar yalnızca. Onun ödeme taahhüdüne rağmen Kredi Kartımı çıkarttım, hesap miktarını öğrenmesini istemeksizin.
Ancak onun menü listesini tekrar incelemesinin nedenini anlamayacak kadar da gabi(24) değildim.
“Tekrar, seni kıracağını sandığım bir söz söylemekten çekinirim. Ama bana söyleyecek bir sözün varsa dinlerim.”
“Paran yoksa destekleyeyim!” anlamında gizlemeğe çalıştığı bir söz dizisiydi bu. Mühendis olmasına rağmen edebiyat sanatıyla gizli dilek ve düşüncelerini anlatma gayretindeydi(25), anlamazlığa geldim. Hesabı ödedikten sonra;
“Bu akşam ayrılıyorum bu tatil yöresinden, aynı şehirde olduğumuza ve izin verdiğine göre seni ziyaret etmeyi arzularım demek isterim!”
“Deme! 8-10 saate sığdırmaya çalıştık bu günü.”
“Suç sende, daha önce çıksaydın ya karşıma!”
“Sen de daha çabuk çıksaydın karşıma, daha önce rastlasaydın bana!”
“Söz! Telâfi edeceğim(26)!”
“Söz? Peki! Seni ‘Güle güle!’ diyerek uğurlamak istesem?”
“Hayır! Burada, gülerek ve tekrar görüşmek umuduyla ayrılalım. Arkamda ola ki yaşlı gözlerle bırakmak istemem seni…”
“Ağlayacağımı kim söyledi ki?”
“Hiç kimse. Ama ben senden ayrılışın hüznü ile ‘Erkekler ağlamaz!’ sözünün tekzibi(27) ile ayrılacağım!”
Beni fakir bir öğretmen, tatil yöresindeki pansiyonlarda bir-iki gün kalan biri olarak görüyordu herhalde, bırakaydım, öyle kalaydım aklında, yoksa bütçeme uygun arabamla gelişimi, iyi bir otelde kalışımı nasıl izah edebilirdim ki ona?
Hesabı kestim, yola çıktım, aklım karışık olmasına rağmen, gecenin bir kör vaktinde sağlıkla ulaştım evime.
Basamak basamak ulaşmalıydım düşüncelerime ve gerçekleşmesini istediğim önce rüyama, sonra hayalimdeki gerçeğe.
Sabahın hemen ilk dakikalarında cep telefonumu çaldırdım. Sesini duyar duymaz ve cesaretim yerindeyken içimden tüm geçenleri haykırmak istiyordum.
“Daha şehri terk etmeden başladı özlemim sana, dört gözle bekleyeceğim gelmeni…”
“Dur, bir dakika! Nasıl geçti yolculuğun? İyi misin? Önce onu söyle!”
“İyiyim, sadece mahzunluk(28) var üzerimde!”
“Ve bunu beni bir kere bile kucaklamadan, öpmeden, ‘Seni seviyorum!’ demeden yaşamaya başladın sen, ha? Sen nasıl birisin Nihat? Neden bir ‘Güle güle!’ dememi bile esirgedin benden? Belki o zaman beni öper, hatta sevdiğini bile söylerdin belki. Her şeyi gözlerinden, hareketlerinden mi anlamalıydım? Sözlerin bir önemi yok muydu şu ana kadar? Hep benden mi bekledin?”
İnsanın yüz yüze iken söyleyemedikleri kahırla(29) birikince yüreğinde, böylesine dopdolu söylemiyor, sanki haykırıyordu.
“Senin karşında nutkum tutulunca neler söyleyebilirdim ki? Ama söz, telâfi edeceğim! Şimdilik söyleyeceğim şu; Seni çok seviyorum, hem Tanrının bile fark edemeyeceği kadar!”
“Ben o kadar iddialı değilim. Sadece seninle kısa bir an için de olsa yaşamışlığımızla; ‘Canımdan çok sevdiğimi’ söylemekle yetineceğim.”
“Benim de söylemek istediğim buydu. Senin için ölürüm, bırakma beni ben başıma, senin için yaşamama izin ver ve mümkünse bırak tatili-matili, çabuk gel, daha fazla özletme kendini…”
Ne cevap verdi, hatırımda değil, üstelik olacak iş de değildi; zangır-zangır titriyordum(30). Hastaydım ateşler içinde yanan bir Eskimo gibiydim. Ya da üşümesi gerekirken hissiz kalmış, yağı eksilmiş bir Ren Geyiği gibi…
Ve saçmalıklar dünyasının kapısını aralamıştım dünyamda. Cep telefonuma, onlarca, belki yüzlerce defa “Seni seviyorum! Seni çok seviyorum! Seni canımdan çok seviyorum! Ölesiye seviyorum!” diye yazdım.
Gücümün yettiği kadar demem ruh halimi de kapsar mıydı? Gönderdim ona. Yeterli olduğuna inanamadığım geçen bir süre sonunda iki kelimelik bir cevap geldi ondan;
“Biliyorum! Anlıyorum!”
Asırlar kadar uzun süren, okulların tatil olması nedeniyle anlayamadığım bir ya da iki gün geçti, telefonumun çalan sesiyle yerimden hopladığım. Evet, fark edilir şekilde zıplamıştım, telefonda gördüğüm numara bana odama çekilmemi emrediyordu, bu da meraklı bir bakışın üstüme yönelmesi demekti.
Demek istediğim; hareketlerim “Anne” denilen o kutsal varlığın gözünden kaçmamıştı!
Babam, hayat adamı olmam için çocukluğumdan itibaren bana eziyet etmekten çekinmemişti. Ayakkabı boyacılığı, pazarda su satma, tamirci de yağ-boya-pis-pasak içinde olma ve benzerleri gibi işlerde çalıştırmıştı, mirasının tek sahibi evlât olmama rağmen…
Telefondaki ses;
“Ben geldim!” dedi.
“Söyle nerdesin? Kuşkanadıyla uçup(31) geleyim sana!”
“Koşu Parkına gel! Ama eşofmanını, pabuçlarını giyip de. Bakalım bacakların da çenen gibi zayıf mı?”
“Nutkumu kesen sensin, suçu biraz da kendine devşirsen(32) olmaz mı?”
“İki dakikamız boşa geçti, farkında mısın? Arabam var, istersen evini tarif et, seni almaya geleyim!”
“Olmaz, hayır!”
“Bu tepkine anlam veremedim!”
Nasıl derdim ki, “Benim de maddi varlığım inkâr edilemeyecek gibi, benim de arabam var!” diye? Şimdilik beni nasıl biliyorsa öyle bilmeye devam etsin idi, arzum.
Annem mantıklı(!) ve meraklı gözlerle bekliyordu kapı önünde. Eşofmanlarımı giymeme, acele etmeme, hele ki arabam yerine telefonla taksi çağırmama hayret etmiş gibiydi.
O konuşmadan, sormadan ben aldım mikrofonu elinden!
“Dönüşümde her şeyi ve isteğimi anlatacağım sana!” dedim elini öpüp koklayıp, kucaklarken! Ne demişlerdi? Anlarsa annem anlar! Yoksa ağlarsa, annem ağlar mıydı? Önemli olan ağlayacak da olsa, anlayacak da olsa o, anneydi, annemdi.
Yoksa Tanrı niye cenneti annelerin ayaklarının altına sererdi ki?
Kavuştum ona. Bu; gerçekten de kavuşmaydı benim için. Kucakladım, yanaklarından, saçlarından öptüm, kokladım, “Seni seviyorum!” dedikten sonra “Beni anladın mı?” dedim. Gerçek bir soruyla cevapladı beni;
“Peki, ya sen?”
“Beni sensizliğe mahkûm etmen zulümdü(33) ?”
“Ben zalim(33) değilim. Zulmet(33) senin içindeydi, bırakıp giden sendin, ya sen gittikten sonra biri çıkıp bana; ‘Benim ol!’ deseydi?”
“Gayet basit bir cevabım var; vururdum onu!”
Hem ritmik(34) bir şekilde koşuyor, hem de konuşmaya çalışıyorduk.
“O zaman o mezara, sen hapse, ben de yaşamayan bir gönül, cansız bir beden ve tüketilmeye çalışılan bir ömür içinde kalırdım.”
“Peki, o halde. Tüm ihtimalleri göz ardı edelim, gelecek hafta karı-koca olarak yapalım bu koşuyu!”
“Acaba senin dışında bir Allah’ın kulu çıkmış mıdır, bu şekilde evlenme teklif eden?”
“Nasıl ki indimde sen herkesten farklısın, benim de sana o farkı hissettirerek evlenme teklif etmemden daha doğal ne olabilir ki?”
“Eğer makul ve mantıklı görüyorsan, arabam şurada. Bir koşu Nikâh Dairesine gidip evlenip dönelim ve koşumuza kaldığımız yerden evli olarak devam edelim, ne dersin?”
Bu söz üzerine koşamadı ayaklarım, “Zınk!” diye durdum(35). O da durdu;
“Fena fikir değil Nilüfer! Hadi hemen!”
“Delisin sen!” diyerek koşmasına devam etti. Yetiştim ona;
“Bende akıl bırakmayan, beni deli eden sensin.”
Eli avucumdaydı, mutluydum…
Koşu, ya da bir bakıma yarış sonrasında terlemiştik.
“Evine bırakayım seni!” dediğinde bende şafak atmıştı(36), beni bilmemesi gerekliliğiyle;
“Ev hemen şurada, aynı ritimle koşarım, sen de terlisin, üşütmeden evine ulaş, hadi canım benim!” derken kaçamak da olsa öpme gayretindeydim onu. O ise dudaklarımı alnına yönlendirdi avucuyla.
Ayrıldık, o kendi yoluna, ben kendi yoluma…
Duşumu yaptıktan sonra, annemin eksilmemiş meraklı bakışlarını cevaplandırmam gereği ve dileği ile dizlerinin dibine çöktüm, ara sıra doğrulup da başımı göğsüne dayayarak.
Rüyalarımdan başlayıp son ana kadar anlattım. Sadece; “İyi ki beni doğurmuşun, iyi ki annemsin!” eklentisi ile. Başımı okşarken, parmaklarını saçlarım arasından geçirirken;
“Senin bir an üzüntüne, kahrına, özlemine, bir katre(37) gözyaşına kıyamam, dayanamam. Babanla konuşuruz; ‘Allah’ın emriyle!’ demek için. Ancak bize bir miktar süre ver, lütfen!”
Telefon açtım Nilüfer’e;
“Sıhhatler olsun, annemle konuştum, bu akşam seni bana istemeğe geleceğiz!”
“Evvelden şüphem vardı, şimdi iyice emin oldum, gerçekten delisin!”
“Annem de öyle söylüyor, ama ben benden memnunum. Böyle iyiyim. Söylemek istediğim şu; benim tarafımda bizim için kamuoyu oluştu! Sana da bir hafta süre. Gelecek hafta sizdeyiz.”
“Yetmez!”
“Yetirmeye gayret et!”
“Olur, ama sen de söz ver, birkaç defa nikâh kıydıracaksın!”
“Dini mi, resmi mi?”
“Allah senin iyiliğini versin Nihat, daha ne diyeyim? Ömrümüzü de böyle espri, şaka ve nüktelerle geçiririz inşallah!”
“Ve tüm güzelliklerle!..
Ve sana söz, uygun zamanının olduğunu söyleyeceğin ana kadar ‘Geliyoruz’ anlamında tek kelime sarf etmeyeceğim.”
Telefonu kapattım. Daha ben bir şeyler söylemeden, hayretle yüzüme bakan annem açtı ağzını (ama yummadı, kapamadı gözünü!);
“Kızcağızın iki ayağını bir pabuca soktuğunun farkında mısın oğlum?”
“Hiç de değil! Ben onu istiyorum, o da beni istediğini söyledi. Eee! O halde iki gönül bir olunca samanlık seyran olmaz mı?”
“Siz öyle yerlere değil, bu karşılıklı sevginizle saraylara lâyıksınız!..”
Nilüfer’den telefon geldi; “Kamuoyu bizde de oluştu!” diye. Eee! Ne demişler; “Yavuz atın yanında yatan, ya huyundan, ya da suyundan” etkilenirmiş.
“Espri dünyama da hoş geldin, Nilüfer!”
Benim de hatırlamakta güçlük çektiğim bir zaman sonrasında, kaç gece yattık, kalktık bilemiyorum. Annem hazırlanmıştı, hazırlıklıydı da sanırım. Sinirlerine hâkim olmasını bir türlü beceremeyen, kendisini hiç mi hiç çekemediğim babam da hazırlıklıydı, hem o kadar ki, kendi adına annemin konuşmasını istemişti, sinirlenip de belki gaf yaparım(38), pot kırarım(38) diye.
Ve gittik. Âdeti veçhile(39) tuzla beslenmiş kahveyi(40), yüzümü buruşturmadan sindire-sindire içtikten sonra, annem malûm cümleye şöyle başladı;
“Oğlum kızınızı görmeden, kızımız oğlumu gördükten sonra karşılıklı olarak anlaşmışlar, birbirini sevdiklerine inanmışlar…
Bu nedenle…
Allah’ın emri…”
Annemin sözünü ne kadar uzattığının farkında değilim, başlangıcı ve sonucu dışında. Eee! Annem uzatınca Nilüfer’in babasının da uzatması farz olmuştu! Tek farkla ki, söyleyeceklerini hatırlamak için olsa gerek, cebinden bir kâğıt parçası çıkartmıştı;
“Allah nasip ettiyse, demeden önce bir-iki konuyu aydınlatmamız doğru olur düşüncesindeyim.”
Başlangıç cümlesiyle birlikte babamın şöyle bir irkilip doğrulmaya çalıştığını fark ettim, bu bir bakıma bir çuval inciri berbat edecek oluşunun habercisi gibiydi, kamburunu düzeltirken. Kayınpeder namzedi bey devam etme gayretini yaşadı;
“Birincisi, yani gençlerin, çocuklarımızın, evimiz geniş olduğu için bizimle birlikte oturmaları gerekir. Buna ek olarak söylemeliyim ki doğacak bebeklere cinsiyetlerine göre kızımın annesinin ya da benim adım verilecek ve bu bebeklere ömrümüz yettiğince biz bakacağız...
Bir diğer konu, kızımız, bizim canımız, ciğerimiz, her şeyimiz. Herhangi bir işte çalışmasına kesinlikle rızamız yok. Hevesini alsın diye bir süreliğine izin verdik, ama o izin süresini bitirdi. Kızımız bizim tüm özel günlerimize katılacak, damat istekli olmasa da…”
Nefes alır gibi yapmasına rağmen hemen elindeki kâğıda göz atarak devam etmeyi yeğliyor gibiydi kayınpeder adayım. Annemse babamın hareketlerini engellemek için eliyle kolunu sıkı sıkıya zapt etmek için olağanüstü bir gayret sarf etme çabasındaydı.
Üstelik Nilüfer’in babasının konuşmalarının tümü üstünlük üzerine, karşısındakileri avam(41) görme üzerine kurgulu gibiydi;
“Evimizin tapusu kızımızın üzerinedir. Arabası da var. İsterse damada da bir araba alırız sonra. Bir de öğretmenliği bırakıp benim işlerimin başına geçerse fena olmaz. Bu sonradan da düşünülecek bir konu, üstünde fazla durmayı gerekli görmüyorum…
Nişan törenini bir yerde, nikâh törenini bir başka yerde düğünlü-dernekli-yemekli olarak yaparız.
Korkmayın, masraftan çekinmiyoruz, hepsi bizden, kızımız için her şey feda olsun! Sizin ekleyecek bir şeyiniz var mıydı?”
Bu son cümle babamı çıldırtmaya yetmişti. Silkinerek, annemin kollarından kurtuldu ve ayağa kalktı. Gözleri hayretten, şaşkınlıktan büyümüş Nilüfer’in babasının üzerine doğru giderek; elini uzattı, sonucun nerelere varacağına aldırmaksızın korkudan büzülmüş gibi olan adamcağızın elindeki Eski Türkçe olarak yazılmış notların olduğu kâğıdı aldı ve;
“Siz ‘Hayhay!’ yerine ‘Hayır!’ deseydiniz daha çabuk ulaşırdık sonuca. Hadi kalk hanım! Sen de kalk oğlum! Sevdiğine, sevgilisine kavuşamayıp da ölenlerden ol, sen de! Ne benim satın alınacak oğlum, ne de satılan bir gelini satın almayı düşündüğüm yok! Varlıksa varlık, dirlikse dirlik, darlıksa darlık, yârlık ise yârlık…
Yokluğumuzun olmadığını bilin sadece.”
Arkasına bakmadan kapıya doğru yöneldi, ayakkabılarını giydi ve cebinden telefonu çıkartıp tuşladı.
“Dur! Bekle!” sözlerimizi ya duymadı, ya da duymazdan geldi. Yapacak bir şey kalmamıştı. Babası indinde Nilüfer bulunmaz bir mücevher, bense değersiz bir damızlıktım(42)!
Annem de, ben de ellerimizi iki yana açmış, çaresizlikle ayakkabılarımızı giyip çıkmıştık kapıdan, hem de hiçbir veda sözü etmeden.
Sadece çaresizlikle ellerimi iki yana açtığımda Nilüfer’in gözyaşlarını görmüştüm, fark etmek değil. Kıyamazdım ona, isterdim ki onun gözyaşları yerine benim kanım aksın!
Gelirken sırrım dolaysıyla bizi sokağın girişinde bırakan babamın arabası kapıya gelmişti. Annemin “Söz Ziyneti(43)” diye düşünüp aldığı elmas taşlı bilezik de çantasında kalmıştı.
Annem belki yaşamında ilk defa babamın patavatsızlığına(44) kızmamış, hatta bu kere alkışlamış gibiydi. Bu nedenle ikisi de arkalarına bakmıyorlardı.
Oysa kahır ve ızdırap çeken bendim, bir de o. Ben arabaya binerken o hayret ve yaş dolu gözlerle pencereyi açarken birbirimize baktık, bakıştık sadece.
Daha eve ulaşmadan mesaj geldi telefonuma; “Buluşalım!” şeklinde, tek kelime olarak emir gibi. Babam;
“Mesaj ondansa sil, hem hayatından da…
Gayretli ol, başkası olamaz deme, bulursun gönlünün sultanını elbet!”
Bana inancı yoktu, benim de yalan söylemek için mazeretim(45) çoktu;
“Bir tatil yöresinin şöyle ucuz, böyle güzel reklâmı!” dedim.
Yalandan kim ölmüştü ki? Ancak onsuzlukla ölürdüm, ölebilirdim. Babamın bilmek, anlamak istemediği buydu. Anneme sarılmak, ben de Nilüfer gibi ağlamak isterdim.
Oysa ben şoför mahallinde, babam ve annem aracın arka kanepesinde idiler. Hepimiz, sözüm ona sakin, ya da sakin gibiydik!
Eve gelince aynı kısalıkta mesaj çektim. “Yarın sabah, aynı yerde!” diyerek. Saat kaçta gelirse gelsin, ben orada olacaktım ve aileme karşı da yalanım hazırdı;
“Sabahın seher vaktinde unutmak için, sağlıklı yaşam koşusu”
İnanmışlar mıydı? Belki…
Peki, varlıklı oluşumun Nilüfer’e izahı?..
Hışımla(4) geldi üzerime, dövecek gibi kızgın, ama sevgi dolu. Et tırnaktan ayrılır mıydı? Benim ondan ayrılabileceğimi değil tarihin yazması, insanüstü varlıkların bile düşünmesi olanaksızdı.
“Kandırdın beni!” dedi, tüm içtenliğiyle sarılıp dudaklarıma dudaklarıyla sadece dokunurcasına, hem ilk defa.
“Kandırmadım seni. Sen kanmak için hazırdın, hazırlıklıydın, ben de sana uydum!”
“Kulağımı çekseydin, hiç olmazsa burada, senin olmamı istediğin anda bana doğru olarak yaklaşsaydın!”
“Bana bir çulsuz(47) gariban(47) olarak değer vermenden hoşnuttum, mutluydum, hatta gururluydum da. Senin neşeni, keyfini kaçırmak istemedim. Beni bir kere de varlıklı biri olarak mükâfatlandırmak ister misin?”
“Ne gibi?”
“Deminki gibi, işte böyle!”
Beline sarıldım, etrafımızı umursamaksızın, aynı kendisinin ki gibi ufak bir öpüş kondurdum dudaklarına ve “Oturalım!” dedim.
“Benim babam sinirli, asabi, senin baban mütehakkim, düşünceli. Ne olacak durumumuz? Hele ki bizi bilip de öğrendikten sonra?”
“Bilemiyorum.”
“Peki, kaçsak bir uzak diyara? İkimizin de, kaprislerinden(49) vazgeçmeye niyetli olmayan ailelerimizin zıddına. Kaybolsak bir süre, onları incitmeksizin. Sen bir sır küpü, ben bir sır küpü bulsam, devamlı haber alsak ailelerimizden, üzmeden, sıkmadan, bıktırmadan, hasta etmeden, seslerimizle onlara destek vererek…
Ve nikâhımızı kıydırsak, evlenmeksizin, birbirimizin olmaksızın onları düğünümüze davet etsek, ne dersin?”
“Sizinkilerin kalp rahatsızlıkları falan yok, değil mi?”
“Yok! Umarım sizinkilerin de yoktur.”
“Yok!”
“O halde yarış, benim ol! Bohçanı kapıp gel! Benim bohçam arabada, meselâ hazır diyeyim, Seni takip edip köşenizde bekleyeyim, acele etme, ömür boyu beklerim seni.”
Ömür boyu beklemedim, yarım saat içinde yanımda, üç ay içinde de benim oldu…
Gökten üç elma yerine daha da fazla elma düşmesi gerekiyordu. Biri yarım-yarım anne ve babamıza, bir diğeri yarım-yarım tekrar diğer anne ve babamıza, biri bize yarım-yarım ve kalanların tümü de dünyaya sevgi ve bağlılığımızı paylaşacak çocuklarımıza…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Tereddüt Etmek; Kararsızlık içinde olmak, duraksamak.
(2) Hâşâ; Dine aykırı bir ihtimalden söz edilirken kullanılan söz. Asla. Katiyen. Öyle değil. Allah korusun. Bir durum ya da davranışın kesinlikle kabul edilmediğini anlatan söz.
(3) Gurk Tavuk; Civciv çıkarmak için yumurtalar üzerine oturup sabırla süreyi bekleyen tavuk.
(4) Aşermek (Gebe, Hamile Kadınlar için); Bazı yiyeceklere aşırı düşkünlük göstermek, arzulamak, ya da nefret etmek, hatta tiksinmek. Özellikle kimi olmayacak şeyleri yemek, içmek için aşırı istek duymak.
(5) Sezaryen; Doğumun doğal bir biçimde gerçeklemediği durumlarda, anne ya da bebeğin hayatlarının tehlikeye girdiği durumlarda ya da istendiğinde karnın ve döl yatağının ameliyatla açılarak bebeğin alınması işlemi (Doğum Ameliyatı).
(6) Çıtı Pıtı; Minyon, ince, küçük, cici, Ufak tefek ve sevimli.
Mini Minnacık; Çok küçük, mini mini. Çok Minik, çok minicik, çok ufacık.
Çıtırık; Asıl anlamı; birbirine girmiş, dolaşık, karışık olmakla beraber yöresel olarak, minyon, çıtı-pıtı, sevimli, “Alıp da göğsünde saklayasın!” anlamındadır.
Çıtır Pıtır; Kadın ve kızlar için, ufak tefek, sevimli, çıtı pıtı. Çocuk konuşmaları için düzgün ve tatlı, kolaylıkla ve sevimli bir şekilde.
(7) Vakfetmek; Bir şeyin bütününü belli bir amaca vermek, adamak. Kendinin olan bir geliri, taşınmazı vakıf durumuna getirmek.
(8) Hınzır; Muzip anlamında da kullanılmakla beraber, zarar verici, acımasız, sinirlendirici, ters davranışta bulunan, katı yürekli, kötü düşünceli. Domuz.
(9) Âfeti Devran; Döneminin en güzel kadını.
(10) Yoz; Doğada olduğu gibi kalan, işlenmemiş, kaba, adi, amiyane, bayağı, soysuz, dejenere, kısır gibi bir çok anlamı olmasına rağmen burada söylemek istediğim; “duygusuzca bakış” anlamındadır.
(11) Meltem; Yaz aylarında, karadan denize doğru esen hafif rüzgâr.
İmbat; Yazın, gündüzleri denizden karaya doğru esen serin mevsim rüzgârına Ege bölgesinde verilen ad.
(12) İlâh, İlâhe; Tanrı, Tanrıça.
(13) Bulunmaz Hint Kumaşı; (Alay yollu) Bulunmaz kıymetli şey. (Bu konuda şu güzel sözü de söylemeden geçmek olmaz; Aşk; Karşındakini bulunmaz Hint kumaşı sɑnmɑnlɑ, sersemin teki olduğunu ɑnlɑmɑn ɑrɑsındɑ geçen zamandır. Victor HUGO)
(14) Emre Amade; Hazır, hazırlanmış. Hazır nazır.
(15) Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.
(16) Dut Yemiş Bülbül Gibi; Konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirme, susma, sesini çıkaramaz olma.
(17) Kem Küm Etmek; Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek. Hık mık etmek.
(18) Takviye; Destekleme. Güçlendirme. Pekiştirme. Sağlamlaştırma.
(19) Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).
(20) Miskinlik; Sümsük olma hali. Uyuşuk davranma, aptal, mıymıntı, tembel, sünepe, pısırık olma durumu.
Çekimserlik; Bir şeyi yapmakta, eğilim göstermekte kaçınma, kararsız, taraf olmama.
(21) Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.
(22) Şımarık; Şımartılmış, her isteğini elde etmeyi amaçlayan, ancak hiçbir yaratıcı gayret ve çaba göstermeksizin (Bir bakıma soytarılıkla) amaçların elde edilmesine yarayan huy.
(23) Nakşetmek; Kalıcı ve etkili olmasını sağlamak. Süslemek, bezemek, nakış yapmak.
(24) Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.
(25) Tariz; Taş Atma, Alay Etme, sözün tersini belirtme. “Bu ne kudret ki, elifbayı okur ezberden.” Bir insanı iğnelemek maksadıyla bir sözü karşıt anlamını düşündürecek biçimde kullanma, yani “İğneleme Sanatı” da diyebileceğimiz olay. Bu durumu kinaye (Değinmece, Alegori) olarak da ifade etmek mümkün… Çünkü daha ziyade mecaz anlamı kastedilmekle beraber “Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde söz olarak söylenmesi” kinayedir.
(26) Telâfi Etmek; Ziyan olan, yok yere elden çıkan bir şeyin yerini onun değerinde bir şeyle doldurmak, zararı karşılamak.
(27) Tekzip; Yalanlama.
(28) Mahzunluk; Üzgün, hüzünlü, duygulu olma durumu.
(29) Kahır; Çok ve için için kendi kendine, kimseye sezdirmeden üzülme.
(30) Zangır Zangır Titremek; Sağlık sorunlarından, şaşkınlıktan, heyecandan, korkudan dolayı aşırı derecede titremek. Çok üşümekten dolayı da aşırı derecede titremek.
(31) Kuş Kanadıyla; En hızlı bir biçimde…
(32) Devşirmek; Bir araya getirmek, derlemek, toplamak. Katlamak, düzgün duruma getirmek.
(33) Zulüm; Güçlü bir kimsenin yasaya ve vicdana aykırı olarak başkasına yaptığı kötü, acımasız, kıyıcı davranış, işkence.
Zalim; Haksız ve acımasız davranan, katı yürekli, kıyıcı.
Zulmet; Üzüntü, sıkıntı, perişanlık. Karanlık. Işığı olmayan. Işık olmama, ışıksız olma durumu. Bütünü ya da bir parçası ışıktan yoksun olan. Yasalara töreye uygun olmayan.
(34) Ritmik; Düzenli aralıklarla tekrarlanma, tartımlı, dizemli.
(35) Zınk Diye Durmak; Birdenbire, aniden durmak.
(36) Şafak Atmak; Korkmak, şaşırmak. Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak.
(37) Katre; Damla, damlayan şey, su damlası, çok az bir miktar.
(38) Gaf Yapmak; Yersiz, zamansız ve uygunsuz davranışta bulunmak. Kaba ve yakışıksız söz söylemek, münasebetsizlik etmek.
Pot Kırmak; Gaf yapmak, lâfın nereye gideceğini düşünmeden konuşmak.
(39) Âdeti Veçhile; Âdet olmuş şekil, yol ve tarz şeklinde.
(40) Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde uygulanan bir âdet olup amaç; kız için damat adayının nelere katlanabileceğinin işaretidir. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.
(41) Avam; Halkın aşağı tabakası, ayaktakımı, okuması, yazması, ilmi irfanı kıt olan. (Fakirlik, Fakirler Sınıfı)
(42) Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadının sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).
(43) Söz Ziyneti; Yöresel âdetlerdendir. Kız istemeye gidildiğinde, eğer olumlu haber alınmışsa oğlan annesinin gelin adayına taktığı bilezik, atalardan kalmış asarı atika değeri olan bir süs malzemesi, beşibiryerde vb. takı.
(44) Patavatsızlık; Sözlerinin nereye varacağını düşünmeden saygısızca konuşma. Davranışlarına dikkat etmeme.
(45) Mazeret; Kendini veya başka birini özürlü göstermek için ileri sürülen sebep, özür, bahane. Bir kimseyi özürlü gösteren durum veya olay. Bir şeyden kurtulmak için ileri sürülen gerekçe.
(46) Hışımla; Öfke, kin ve kızgınlıkla.
(47) Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.
Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.
(48) Asabi; Sinirli.
Mütehakkim; Hükmeden, baskı, zorbalık yapan, etkileyen.
(49) Kapris; Geçici, düşüncesizce, değişken, istek. Geçici isteklerde bulunarak huysuzca davranmak.