Tüm sokakta in-cin top oynuyordu(1)

Böylesine bir sessizliği, öncesinde Vatandaşlık Numarasının(2) olmadığı tarihlerde görevim dışında verilen bir emir gereği fahri(3) olarak görev yaptığım bir Nüfus Sayımında yaşamıştım, bir uzak beldede.

Neydi o? Her sayfasında onar kişinin gizli-saklı-ailevi-kişisel-özel, nerede, nerelerinde ne vardıysa sorulup kaydedildiği kocaman bir defter ve bir kalem elinde, kapı-kapı sana verilen sokağı ya da bölümü dolaş, kaydet!

Türkiye’min neresinde, hangi yöresinde olursa olsun Türk insanı misafirperverdi; çikolata, çay-kahve-meşrubat yanında, yemek ikram etmek isteyenler bile vardı.

O sayımda başımdan geçen iki enteresan olaydan birincisi; numara verilmiş bir arsada, elektrik direğinden başka bir şey gözükmediği gibi, hiç kimsenin de olmamasıydı!

İkincisi ise “Tanrının buyruğu” diyen hacının dört eşinin ve bir sürü çocuğunun evde oynaşıyor olmasıydı. Sayıma başladığımda yaz-yaz bitmiyordu. Özellikle de çocukların analarının ismi hacı tarafından karıştırıldığında.

Antrparantez olarak hemen vurgulamalıyım ki hacının, sadece kendisi hacı idi, ilki de, yani resmi nikâhlı olanını da, diğerlerini de hacca götürmemişti. “Karı milletinin ne işi vardı ki oralarda?” Söz benim değil, söyleyenin!

Onarlı sayfadan iki sayfa bitmiş, ben de bitmiştim. Çünkü bir-iki kapı daha böyle giderse, ben iyot gibi açıkta(4) kalırdım. O vakitten sonra nerede defter bulur da kalanları kayıt ederdim ki?

Ve de verilen görevimi de fahri olarak da olsa tamamlamamış olurdum?

Eve girişimden itibaren sadece hacının konuşup tekmil verdiği, diğer herkesin sus-pus olup(5) oturup dinlediği, çocuklar için “Oynaşıyorlardı” intibaım(6) ve görüşüm idi bu.

İkinci sayfa da bittiğinde, umutsuzlukla, daha doğrusu “Başka olmasın!” umuduyla sorduğumda hacının “Var!” demesiyle irkildim. Sayısını evlenip ayrılanlar nedeniyle kendisinin de bilmediği bir tekne kazıntısı(7) kalmıştı sona.

Yan komşunun kaç kişi olduğunu sordum. Hacı;

“Bizim oğlan!” dedi. Nüfus orda da kalaba, ama bizim kadar değil, üç-beş yıllık evli, hemi de bebeler üç-beş dene kadar!”

Tekne kazıntısına; “Buyur! Seni orada misafir olarak yazacağım!” dedim.

Yeni kayıt altına alacağım ailenin de maşallahı vardı! Beş yılı tamamlayan evliliklerinde tam dört çocukları vardı! Artık leylekler bu işi nasıl başardılarsa? Sahi kışı da Türkiye’de geçiren leylekler var mıydı Türkiye’mde!?

Derlenen bilgilerin, o zamanki dağarcığımda yer alan, ancak hiçbir şekilde bilgimin olmadığı FORTRAN(8) denilen bir bilgisayar marifetiyle değerlendirmesinin yapılmış olması kayda değerdi demeliyim.

Özel kartonların günlerce, aylarca yüklenip değerlendirildiği bir işlemdi bu. Çok sayıda eleman, giderler ve özellikle “Zaman” hak getire idi. Çünkü dağdaki çoban, kendini saklayan hırsız, katil, uğursuz, kaçak kılıklı, töre cinayetleri nedeniyle arananlar, daha aklıma gelmeyen bir sürü sakınanları tespit etmek mümkün değildi ki…

Ki sayımda bu konuda yaşadığım üçüncü enteresan bir olay da o evdeki sayımın sonuna doğru uykusunu pekiştiren, ailenin unuttuğu bir çocuktu. Üstelik de savunma şöyleydi: “O insan değil ki, kız!” Anadolu’nun bu yöresinde kız çocuklarının adamdan sayılmadığının, ancak başlık parası söz konusu olduğunda değerli olduklarının utanılacak, utanç verici bir belgesi idi bu söz.

Nüfus Sayımı için “Bilgilendirme Eğitimi” nden sonra mıntıkayı görmek, tanımak, bilmek bakımından bana verilen alanı kontrol etmiştim, ilk ve son numaralar ve tek-tük aradaki numaralar olarak. Pencerelerdeki perdeler arkasından izlendiğimi çok net bir şekilde fark etmiştim.

Üstelik kenarda-köşede rastladığım yağız(9)-heybetli(9)-cüsseli(9), palabıyıklı kişilerden ise sakınmam gerekliliğini hissediyordum düşüncelerimde. Ama enteresandır ki o gördüklerimin hiç birine rastlamadım sayımda. Yoklardı, ya da başka yerlerde olsalar gerekti!!!

Hele ki bir gün önce perdesi kıpırdayan pencerede siluet(10) halinde birini, ya da birilerini fark ettiğim ev, sayım yaptığımda bomboştu. Kapı-duvar(11) sessizlik egemendi, hani biraz mübalağalı(12) olacak, ama yere kâğıt atsan sesi duyulacak gibi, kim-kime, dumduma(13) idi...

Başarılı bir şekilde, bir yan sokakta görev yapan güzel bir kızla, birkaç kez karşılaşıp sayımı bitirmiştim, daha önce de karşılaştığımı düşündüğüm o yüzle…

Sonralarında ertesi günlerin birinde, galiba bir Perşembe sabahı olsa gerekti…

Evet, tüm sokakta in-cin top oynuyordu. Bir tek ben vardım caddelerde, belki de göremediğim benim gibi birkaç şaşkın. Yahut daha gerçekçi bir deyişle bir şaşkın daha benim gibi, sessizliğe aklı ermeyen.

Etrafına doğası gereği şaşkınca, hayretle bakan emsalim diyebileceğim sabah yürüyüşlerinde birkaç kere rastladığım, göz aşinalığımın(14) eksik olmadığı bir genç kız, hem de güzel mi güzel, sevdiği varsa, ya da olacaksa “Allah sevdiğine bağışlasın!” diyeceğim.

Denilebilir ki; “Sen neden alıcı gözüyle bakmıyorsun(15) ki?” diye. Eee! Elde yok, avuçta yok, gönülde yok, düşüncede-fikirde yok! Bir çulsuzun(16), hele ki böylesine bir güzele bırakın âşık olmaya, sevmeye, yanına yaklaşmaya, hatta rüyalarında, hayallerinde bile onu şekillendirmeye hakkı yoktu! Meğerki başı bağlı olmasın da ve balık kavağa tırmanırsa

Karşılaştık, göz aşinalığı nedeniyle olsa gerek, aynı soruyu sorduk birbirimize;

“Neden?”

Ayyuka çıkan(17) baskıcı, yapılan gafların(18) görmezlikten gelinmesi, bazı dayatmalar, gerekliliklerin zorunluluk gibi gösterilmesi ve ötekileştirme baskısı gibi bir kısım olaylar aklımızda, gözümüzde, yaşamımızda şekillenmesine rağmen, neden?

Oysa o genç kızın da, benim de, her sabah olduğu gibi sağlıklı yaşamak için, temiz havanın iyi geldiği sağlıklı bir yaşam yürüyüşü yapmak arzumuz vardı. Sabahın serin vaktinde, egzoz dumanlarının havayı isyankâr bir biçimde zapt etmesinin öncesinde ve en önemlisi, hangi bir fraksiyondan(19), ya da eğilimden olursa olsun bir komünist, bir asi, bir mücahit ya da kindar-dindarla karşılaşmaksızın mesai vaktine kadar yürüyüşümü/zü, tamamlamaktı maksadım/ız.

Özellikle çoğul olarak tamamlamak istedim düşüncelerimi. Çünkü o nereden geliyordu ve nerelerde, nasıl kesişiyordu yollarımız? Birbirimizle karşılaştığımızda seslerimiz çıkmasa da her karşılaşmamızda, hani abartmak(20) gibi olmasın içtenlikle gülümsüyorduk birbirimize.

Ve ben haddini bilemeyen(21) züğürt adam(22), onun elindeki tektaş yüzük(23) nedeniyle hüzünleniyordum, nedenini bilemiyordum yahut hatırlayamıyordum da.

Eee! Pişkin bir insan(24) gibi görünsem de doğal olarak kafam yanlışlıklarla dolu olmakta direniyorsa, o kafanın içine doğrunun girmesi mümkün müydü(25)?

Oysa “Allah sahibine bağışlasın!” dememiş miydim? Nişanlısı belki askerde, ya da uzak bir diyarda görevli olabilirdi, onun, nişanlısının yolunu gözlediğine dair inanç vardı içimde ve ben onun tektaş yüzüğünü kendisinin aldığını, yolunu beklediği bir nişanlısının olmadığını bilemezdim, herhalde gaipten sesler mi alacaktım(26) ki? Hem “Bana ne?” demem, gerekli değil miydi?

O, ismini bilemediğim kız, güzel bir kızdı. Tüm düşüncelerime, kendime koyduğum yasakları, uymamın gerektiği zorunlulukları ve hatta züğürtlüğümü bilmeme rağmen frenlemekte zorlandığım bir ilgiyi kendimden bile saklayamıyor, kestirip atamıyordum içimden. Gerçekten bana göre hayallerimin bile ulaşılması mümkün olamayacak kadar güzel bir kızdı o.

Bir cip göründü uzaktan…

 Sonra yanımıza geldi, cipten çıkan omzunda iki yıldız, yakasında lacivert-kırmızı işaretler olan bir subay(27) anlamlı bir şekilde bakarak sordu bize;

“Hayırdır gençler?”

“Hayırdır, derken?”

“Televizyon, ya da radyonuz yok mu sizin, sabahları açmaz mısınız?”

“Var da, yorgunluk ve yalnızlık nedeniyle açmadım, biraz sonra da işe yetişmeye çalışacağım, eğer engellemezseniz!”

“Ben de çamaşır yıkamıştım, ancak uyanıp çıktım sabah yürüyüşüme. Bir şey mi var komutanım?”

“Siz işlerinize gitmeyi unutun, evlerinize gidin, televizyon ya da radyolarınızı açın!”

Bu kere ben sorma gereğini hissettim;

“Bir şey mi var komutanım?”

“Evinizde öğrenirsiniz!”

“Sakıncası var mı?”

“Siz benden değil, ilgililerden öğrenin, en iyisi…”

“Ama dışarıda olmak yasaksa, ben nasıl gideceğim evime? Ya sizin gibi anlayışlı olmayan bir asker yoluma çıkıp da ‘Nereye gidiyorsunuz, yasakları bilmiyor musunuz?’ derse?”

“Merak etmeyin her ikinizi de evlerinize bırakacağım!”

Evlerimize ulaşma gayretini yaşıyorduk, cipe bindiğimizde. Üniversiteyi şöyle ya da böyle bitirdiğimizi söylemem gerek her ikimizin de.

Ha nasıl mı öğrendim? Hüviyetimizi soran subaya gösterdiğimiz belgelerden. Adının Merve olduğunu da öğrenmiştim. Peki, o benim Mert olduğumun farkına varmış mıydı?

Neden varmış olsundu ki? Yaşanıp bitmiş bir yanlışlık sonunda ayrılacaktık, nasıl olsa.

Ve bundan sonra duygularıma egemen olamamak düşüncesiyle başka yerlerde yürümeğe çalışacaktım, sağlıklı yaşam için. Ya da bırakacaktım, bu yürüyüşleri. Bana yararının olmayacağı inancını yaşamıştım, bu kısa zaman içinde. Nihayeti birilerinin kaşıdığı kadar göbeğim(28) büyürdü, o kadar!

Biz gördüğümüzü kanıksamamıştık, sanırım ikimiz de. Belki de bu beklediğimiz, ya da kısaca benim beklediğim bir sonuç olsa gerekti. Çünkü yaşadıklarımda bu genç kızla hiçbir ilintisi olmayan, benimle, fikirlerimle uyuşamayan aykırılıklar vardı.

Evet, demokrasilerde her şey mubah(29), seçilmişlerin sürelerinin, mutlaka bir diğer seçimle sona ermesini de beklemek uygun değildi. Gereken, gerektiği zamanda yapılıyordu. Yapılmıştı da…

Sıkı Yönetim(30) ilân edilmişti. Bir bakıma benim kişisel görüşüme göre; “Kul sıkışmazsa Hızır yetişmezdi!” desem, yanlış mı olurdu ki düşüncem? Çünkü bana göre; şiddet olayları yaygınlaşmış ve kamu düzeni ciddi bir şekilde bozulmuştu.

Ayrıca etiketleme, ötekileştirme(31), “Ben iktidarım, seçildim, benim dediğim olacak, bu zamana kadar ötekilerin dediği oldu, mağdur(32) edildik, şimdi bizim zamanımız, ötekiler bize uyacak!” demek ne kadar doğru idi?

Ötekiler yaptığında yasak, kendileri yaptıklarında yasal, uygun, doğru veya hak mı olurdu? Bu ikilem(33) değil miydi?

Duygu sömürüsü(34) yapmak, “Bizden” ve “Bizden değil” ayrımı yapmak mubah mıydı? “Öteki” demek, ötekileştirmek onlara hak mıydı? Herkes fikrinde, zikrinde(35), vicdanında, yaşamında hür değil miydi?

Subayın davet ettiği cipe binmemizin hemen hemen ertesinde, bir anons ulaştı onun elindeki telsizine: “Güneş?” dedi karşı taraf, duyduk, Komutan “Kadayıf!” dedikten sonra “Bir saniye!” deyip, şoföre “Cipi sağa çek, dur!” dedi.

Belirli bir süre bazen gezinerek, bazen durarak, bazen elini kolunu sallayıp ayağını vurarak, bazen sakince konuştuktan sonra cipe sitemli bir şekilde gelip yerine oturmadan önce;

“Gençler, üzgünüm. Ancak sizi birinizden birinin evine bırakabileceğim. Acele karargâha dönmem gerek! Centilmen erkekler bayanlara öncelik tanır ve genç güzel kızlar da böyle bir durumda birini Tanrı Misafiri olarak karşılamaktan erinmezler, değil mi?” dedikten sonra Merve’ye döndü;

“Evinizi acele tarif edin ve acele gidelim, lütfen!” dedi. Bir sıkıntısının olduğu hareketlerinden belli gibiydi.

İster-istemez beni kabul etmek zorunda kalmak, zoruna gitmiş olmalıydı Merve’nin. Subay bizi bıraktıktan sonra isteksizce kapıyı açtı anahtarıyla ve iki katlı olan evin alt katından üst katına doğru seslendi;

“Anne-baba! Misafirimiz var, mecburen!”

Mecburen?

Hiç beklemediğim şekilde karşı bir direniş, serzeniş(3), bir utanç ya da ne denirse ne bileyim öyle bir şey gibi gelmişti onun bu seslenişi bana. Kapının önünde içeriye girmesini bekledim ve;

“Yakalanırsam, yakalanayım, ben de evime gitme gayretinde olayım kenardan-köşeden. Hem yakalanırsam da beis yok(37)! Nezarethaneye ilk itilişim de olmayacak bu. Size iyi günler dilerim. Sağlıkla kalın!”

Kolumdan tuttu;

“Dur bir dakika. On saniye evveline kadar ‘He!’ demek gayretindeyken, şimdi neden ‘Hayır!’ arzunu belli ediyorsun ki?”

“Biraz evveline kadar, benim varlığıma tahammüllüymüşsünüz gibi geliyordu bana, ama ‘Mecburen!’ olunca sizi rahatsız etmeyi düşünemem!”

“Sözün gelişi olarak dedim, özür dilerim, sizi kırmak istemedim, babamın ve annemin taassuplarını(38) ve beni böyle kabul etmelerini düşünemezdim. Üzmeyin ve sokağa çıkışınız serbest oluncaya kadar misafirim olunuz lütfen!”

“Sizi o kadar rahatsız etmek istemem, edemem de. Süre uzarsa diye ekmek arabası ya da bir kontrol ekibi geçerse rica ederim, yoksa asla daha fazla sıkılmanıza imkân bırakmaksızın çıkarım ve dediğim gibi yasalara boynum her zaman eğik.”

“Anlaşıldı, buyurun öyleyse!”

Amcanın ve teyzenin bakışları hiç de dostça değildi gibime geldi bana. Saçlarımın şekli belki hoşlarına gitmemiş olabilirdi, yoksa tıraşımı olmuştum, bıyıklarım yoktu, giyimim kuşamım da eşofmandı, doğal olarak. Belki de fikren uyuşamayacağımız intibaını yaşamışlardı, bana şöyle bakar-bakmaz.

Acaba Lombroso’yu(39) biliyor olabilirler miydi? Hiç sanmam! Lombroso’nun tarifindekilere az-biraz benzeseydim bari kenarından-köşesinden. Evet, tüm belirtilerime göre yakışıklı da sayılmazdım. Hani çok kişinin söylediği gibi; “Tanrının işinin çok olduğu, dalgın ya da dikkatsiz olduğu bir zaman dilimine rastlamış olsam!” gerekti yaşantımın şekillenmesi için.

Artık bu söz üzerine nasıl bir tarif sıkışırsa, fiziksel olarak öyle bir şeydim işte, yani hiçbir genç kızın ilgi duymayacağı ya da aklından bile geçirmeyeceği. Asla tevazu(40) değil, kişinin kendini bilmesi kadar doğal bir şey düşünülemez, hem düşünülmemesi gerek.

Yaradılış itibariyle çenesi düşük biriydim. Hele ki karşımdakilerin beni değersiz bulduğu zamanlarda! Karşımdakiler gerçekten bana bunu hissettirmemişler miydi? Genç kızın annesi de, babası da; “Ne işi var bu adamın evimizde?” diyorlar gibiydi bana.

Teyzenin türbanını başına dolamak için lâvaboya gidişini, amcanın takkeyle ve elinde tespihi ile kıpırdamaksızın tavrından dolayı fark ettiğim kadarıyla dindar(!) aile olsalar gerekti, kızları onlar gibi değildi ama. Merve bir şey söylemiş olmak için galiba;

“Duş almam gerek, sonrasında çay ya da kahve yapayım size!” dedi, çekilmek gayretiyle.

Teşekkür etmekten başka çarem yoktu. O gitti biz de odada sessizliğimizle baş başa kaldık, amca, teyze ve ben. Ne onlar bir şey söylediler, örneğin “Hoş geldin!” gibi, ne de ben samimi olmayı arzuladım.

Onlar televizyonda haberleri izlediler içtenlikle, ben kulak misafiri oldum. İçimden bir ses geçti, kime ait olduğunu bilemediğim: “Tanrıya inanan adam olmak kolay, zor olan Tanrının inanacağı adam olmaktır!(41)

Haberlerde bir referandumdan(42) bahsediliyordu. “Evet, bugünler devam etsin!”, “Hayır, yeni bir seçim olsun” anlamını taşıyacaktı. Bu haber söylenirken Merve de banyodan çıkmıştı. Bu, bir bakıma benim yürüyüşüm nedeniyle leş gibi koktuğumun(43) da yüzüme çarpılışı olsa gerekti.

O zaman gerçekten çayı bile beklemeden, her türlü riski(44) yüklenerek ve de “Kovulmadan” gitmem artık farz(45) olmuştu. Ama iki kelime etmeden bu evden gitmek işime gelmiyordu, öğle ezanı okunmaya başlamıştı, hoca nasıl izin aldıysa, üstelik cemaat de nasıl toplanacaktı, yasak varken bilemem.

Vaktin nasıl öğle zamanına ulaştığını da bilemedim. Ortamı onların düşüncelerine göre oluşturmam gerekti.

“Bağışlayın, ezan okunuyor, izninizle abdestimi alıp namazımı kılabilir miyim? Ondan sonra da sizi daha fazla rahatsız etmemek için başımın çaresine bakmalıyım!”

“Dur oğul, bu ne acele? Tanrı ne verdiyse karınca kararınca(46) doyunalım, sonra devlet izin verirse o zaman gidersin!”

“Yemek için söz veremem, ama namazda selâm verdikten sonra bir-iki kelime sohbet etmek isterim!”

Cevap vermediler, Merve banyoyu, sabunu ve kâğıt havluyu işaret etti. İlk defa karşılaştığı birine herhalde tertemiz havlu sunacak değildi ya, hem yüz için, hem ayak için. “Ağır ol da, molla desinler be Mert!”

Teyze ve amca da kılmışlardı namazlarını. Merve de görevini yapmış mıydı, bilemiyorum. Gitmek için hazırlanmak üzereyken sormak gereği geçti içimden, üstüme vazifeymiş gibi, hem hepsine birden;

“Referandumda ne demeyi düşünüyorsunuz?”

Ağız birliği etmişlercesine;

“Tabii ki ‘Evet!’ diyeceğiz” dediler.

“Evet demenizin, sebebini sormayacağım size, ama ben ‘Hayır!’ diyeceğim, eğer anlatmama izin verirseniz!”

Sessizlik oldu, sabit fikirlerinin değiştirilemeyeceğinin bilincindeydim ama söylemek istediklerimi de söyleyemezsem eksikli kalırdım, her ne kadar evlerine kabul etmek zorunda kalmışlarsa da.

“Şimdi diyorsunuz ki; abdestinde-namazında bir adam, niye bizim gibi ‘Evet!’ demiyor ki? Şunu bilin ki, namaz kılmam, dindar olmam sizlerle aynı görüşte olmamın gereği değildir. Ben okumayı biliyorum. Kur’an’da ne denildiğine de vakıfım(47)

Ama bugünkü durum haklı mı? Evet, diyemem! Peki, dünkü durumlar? Ona da evet, demem asla mümkün değil! Ve anlayamadığım konu insanların ‘Ne olursa olsun!’ şeklindeki sabit fikirleri. Bilmeyi, öğrenmeyi, anlamayı istemeksizin bu fikirlerinde ısrarcı olmaları!”

Nefes almam gerekti. Onlar anlamak, duymak istemeseler de ben anlatmaya devam etmek arzusunda idim.

“Size bir öykü anlatayım mı, izin verir misiniz? İnanılacak bir öykü bu: ‘Günün birinde âlim ve zengin bir zat hizmetçisine; ‘Dünyanın en kötü, insanları birbirine kırdıran savaş çıkartan kısacası kötülüklerin anası nedir?’ diye bir soru sorar. Hizmetçi bir tepsi içerisinde DİL getirir; ‘Bu nedir?” diye sorunca âlim ve zengin zata, hizmetçisi; ‘Dünyada bütün kötülükler kötü dilden çıkar, şom ağızdan(48) çıkar, dostu düşman eder insanları birbirine düşürür!’ der. Bu sefer hizmetçisine âlim ve zengin zat ‘Dünyayı, insanları huzur içinde yaşatmanın yolu nedir?’ diye sorar. Hizmetçi bunun üzerine yine bir tepsi içerisinde DİL getirir. Âlim ve zengin zat; ‘Bu ne demek oluyor, tekrar dil getirdin?’ der. Hizmetçi hafif mağrur(49) biçimde; ‘Tatlı dil yılanı deliğinden çıkartır, doğru söz, doğru yerde söylenen söz insanları birbirine kenetler?’ der…’

Benim söylemek istediğim de bu. Baştakiler, hatta baştakiler gibi düşünenler, yani sizlerin ‘Bizden’ dediğiniz, bizleri sizden görmediğiniz; ‘Bizden değil!’ dedikleriniz için söylenen sözler, dayatmalar(50), ötekileştirmeler(50) uygun değil demek istiyorum.”

Özellikle amcanın bakışları sertleşmişti. Teyze ne demek istediğimi anlamaz gibiydi ve Merve yutkunuyordu, mutlaka bir şey söylemek düşüncesiyle. Devam etmek gereğini hissettim;

“Halkın büyük bir bölümünün seçtiklerine halkın bir bölümü katılmamış olsa da onlara uymak zorunluluktur. Her ne kadar dünü ve yarını düşünmek felsefeme uygun değilse de, bugün yerine yarınları düşünmek gerek diye düşünürüm…

Bugüne kadar devletin kaynaklarının satışlarından sonra ne olacak ki? Meselâ amca sizin; “Ölümlük-dirimlik(51)” ya da “Kefenlik(51)” diye bir kenara ayırdığınız üç-beş kuruş yok mu? Yahut da hanımefendi sizin “Evlenirsem” diye çeyiziniz(51) yok mu? O halde yarınları da düşünmek zorundayız...

Ama ben bu konuda çok kötümserim. Belki çocuklarıma -tabii ki benim bu taraflı düşüncelerime rağmen evlenebilirsem- çocuklarıma değilse bile torunlarıma iyi bir ülke bırakamayacağım endişesini yaşıyorum.”

Nefes almam gerekti tekrar devam etmem için, nutuk gibi. Nefesimi aldım ve devam ettim;

“Affınıza sığınarak birkaç cümle daha ekleyip susmaya gayret edeceğim. Tekrar söylüyorum, lütfen bağışlayın: Türbanlıyı(52) da alkışlayacaksınız, başı açık olanı da. Setri avrete(52) de dikkat edeceksiniz, mini etekliye de kızmayacaksınız. Frapan(52)-sade, dekolte(52)-kapalı ayrımı yer etmemeli zihnimizde, Tanrının kulları için. Dindarmış, ateistmiş(52), bizlere ne?..

Tanrı huzurundayken, Tanrı bildiği bir şey için bizlerin şahadetine (şahitliğine) mi ihtiyaç duyacak ki? Camiyi, namazı, niyazı da bilmeli, yapmalıyız mutlaka, ama işreti(52) meyhaneyi de öğrenmeli, ama uygulamayı düşünmeyi bile asla düşünmeyeceğiz, mutlaka. Mehmet Akif ERSOY’u da okuyacağız, Şair Eşref’i, Neyzeni de. Necip Fazıl KISAKÜREK’ten de söz edeceğiz, Ömer HAYYAM’ dan da. Ne demişler; “Hoş gör, yaratılanı Yaradan’dan ötürü! (53)

Merve silkinir gibi, saçlarını arkaya atmak istercesine hareketleri sonunda konuşmak ister davranışını sergiledi;

“Ekonomimiz düzgün, her şeye rağmen. Türk-Kürt, Sünni-Alevi, şu parti-bu parti, şu spor dalı fanatiği(54), bu spor dalı fanatiği, şu ya da bu felsefi inanç, zengin-fakir, hatta Hıristiyan-Müslüman, dil-din farklılığı aynı aile içinde var olabiliyorsa ülkemiz için düşüncelerimizde farklılığımız olabilir mi? Bakın, dikkat edin, özellikle kadın-erkek demiyorum.”

“Ekonomi düzgün diyorsun! Ekonomi düzgün diyorsun ha, doğru mu? Şöyle bir örnek vereyim! Ben babadan-atadan kalanlara, evlere, barklara, tarlalara, tapanlara sahibim, mirasyedi(55) olarak. Ama işrete, kumara, içkiye düşkünlüğüm var, diyelim. Maaşım yetmez oldu, önce tarlaları, sonra tapanları, evleri, barkları satıp harcadım. Sonrası? Sonrası cascavlak(56) ortada kalmam demek!..

Ülkemizde satılmayan ne kaldı ki? Tabiidir ki bu ekonominin müspet(57) görünümü olacak. Peki, sonra? Hangi siyasal görüş gelirse gelsin, bundan sonramız duman! Bu arada söylemem gerek ki, bir kısım şeylerin dini gereklilik gibi, siyasal simge(58) gibi gösterilmesi, verilen sözlerin tutulmaması da uygun mu sizce?”

Aklıma yeni gelmişçesine devam etme gerekliliğini hissettim;

“Kendi menfaatlerine uygun, örneğin maaşlarına zam yapılması gibi milletin vekili olmalarına rağmen derhal hepsinin asgari müşterekte birleşmeleri babalarının hayrına mı? Ama memura üç kuruşluk zam yapmaları gerektiğinde ödleri kopar(59), kırk dereden su getirirler. Neymiş enflasyon(60) artarmış. Kısaca milletvekiline sevdanın yolları, memurlara kurşunlar(61)

Bir de ısrarlarımın içinde şunların yer aldığını söylemeden geçemeyeceğim, iktidardakiler, yani sizden olanlar için. Hırs, nefret, kötülük, sır ve iktidar açlığını neden yaşıyorlar ki? İyi niyet, huzur, masumiyet, utanç duygusu o kadar mı zor?”

Artık durmam ve uysal bir sokak köpeği gibi kuyruğumu toparlayıp kendimi, silahlı kuvvetlerin eline teslim etmem, ya da kenardan-köşeden gizlenerek evime ulaşmak gayretini yaşamam gerekliydi. Bitirmek istedim sözlerimi;

“Bu nedenledir ki; ‘Tanıştığımıza memnun oldum!’ demek içimden gelmiyor, izninizle, yolu biliyorum ve ‘Güle güle!’ demenize de gerek yok! Lütfen!”

“Durun nereye gidiyorsunuz, tekrar yakalanacaksınız!”

Yerimden kalktığımda arkamdan yetişme gayretinde olan Merve idi, tekrarladı sözlerini;

“Durun! Nereye gidiyorsunuz, tekrar yakalanacaksınız!”

“Önemli değil, anlayışlı bir inzibat(62) çıkarsa evime ulaşırım, olmazsa uygun görülen yerde sonucumu beklerim.”

“Yani buradan o kadar çabuk uzaklaşmak istiyorsunuz?”

“Buna mecbur hissediyorum kendimi, çünkü konuşmalarımızda, daha doğrusu sadece benim konuşmalarıma göre hissettiğim kadarıyla asgari müşterekte bile birleşmemiz mümkün değil. Fark ettim ki, beni dinlemiyorsun, dinlemiyorsunuz bile…

Eee! ‘Soy soya çeker!’ demişler. O halde daha fazla kalıp da, bakın konuşup da demiyorum, sizin gibi, zorunlu olarak. Yeni tanışmış olsak da birbirimizi kırmaya, üzmeye devam etmemiz uygun değil diye düşünüyorum. Haksız da sayılmam, değil mi?”

“Siz bilirsiniz, o zaman!”

Bakışları sitemliydi, yerinde kıpırdamaksızın. Ve kapıyı arkamdan ben kendim örttüm.

Eve nasıl ulaştığım hatırımda değil, kimselere rastlamadım mı, rastladım da haberim mi olmadı? Gerçekten bilmiyorum, keşke mert olacağıma namert(63) olsaydım, ne gereği vardıysa anlamamak için direnen insanlara bu kadar sözü etmemin?..

Acaba dediğim gibi olsaydım, ilgi uyandırabilir miydim, ilgi uyandırmam gereken karşısında?

Neler saçmalıyorum ben? Hakkım olmayan, hak etmeyeceğim şeyler geçiyordu aklımdan. Bir namazlık saltanatın olacak(64) dünya için, yaşım henüz otuzlara bile gelmemişken ne hayaller peşindeydim?

Şarkılar geçiyordu aklımdan, hiçbirini sonlarına kadar hatırlayamadığım, hepsi cismimde yankılar uyandıran, her biri etkisiz…

Neler oluyordu bana? Ah! Bir bilsem, bilebilsem de kendime de söz anlatabilsem! Ne o sitemli bakışlar gidiyordu gözlerimden, ne sarkmış alt dudağı ve evet o dudaklar(66)

“Sev beni!” demek isterken “Nefret ediyorum senden!” demek isteyen!

Ama neden? Benim söylediklerim mi, huysuzluğunun sebebi? Fikirlerde, düşüncede ayrışma nefret sebebi mi? O halde “dil-din şu-bu-falan” diye bana sıraladığı ayrılıkların birleşme de olacağı iddiası gerçekten sapma olmuyor muydu?

Onu ve davranışlarını unutamıyordum bir türlü! Zamana yaymak, zamandan yararlanmak ve en iyisi unutmak, hiç olmazsa unutmaya çalışmak en yararlı şey olacaktı. Hatta bir kez daha karşılaşmamak için ya sabah sporlarına “Dur demek!” ya da ulaşılmayacak yerlerde sabah yürüyüşleri için şansımı denemek!

Ama bir söz vardı hani; “Kör, kör gözüm parmağına!(67) diye. İşte öyle de olabilirdi, karşılaşabilirdik de. Keşke! İnsanın kendinden vazgeçip kendini kandırması, daha doğrusu kandırmağa çalışması ne kadar da kolaydı.

Şuna düpedüz, “Etkilendim, unutamıyorum, içimi dışıma çıkardı!” ya da benzeri şeyleri söylemekten niye çekiniyorsun? Hiç olmazsa düşüncelerine değilse bile kendine saygılı ol yahu!

Hem ben de ayrıştırma, ya da ötekileştirme olarak aynı yanlışı yapmıyor muydum; siz-biz şeklinde? O halde tamir etmem gerekti! Nasıl mı? Gayet kolay?

Eğer sokağa çıkma yasağı kalkarsa ki, bir-iki gün içinde bu gerçekleşecekti ümidindeydim, haftaya kandildi ve kandilde insanların birbirlerine sunacağı tek şey sevgi ve saygıydı, eh bir de kandil simidi diyelim!”

Gerçekten zaman istediğini elde edinceye kadar uğraş içindeydi. Sıkı Yönetime ara verilmiş, bilmem hangi zaman için referanduma karar verilmiş ve işime başlamıştım.

Kandil yaklaşmıştı, gecikmeksizin de arzı endam etti(68). Bir pastaneden iki kutu kandil simidi almıştım, biri Merve’lere, diğeri oruçlu olduğumu düşünerek, beni iftara davet eden Hikmet Yengeye idi.

Neden teyze yerine yenge dediğimi de bilmiyorum. Başlangıçtan, belki de rahmetli annem öyle dediği için ben de aynı kalıba sarılmış olabilirdim.

Evi biliyordum nasıl olsa, peki, yüreğimdeki bu heyecan fırtınasının nedeni ne idi? Bilmiyorum, değil, bilmek istemiyorum demem gerekti.

Kapıyı çaldım, “Kim o?” demekten çekinmeyen amca açtı kapıyı, teyze belki meşgul olsa gerekti. Demek ki o yoktu, boşuna heyecanlanıp dertlenmiştim;

“Amca! Geçen metazori(69) evinizde kaldığım birkaç dakika içinde konuşmalarımla sizi üzdüm galiba. Özür dilerim. Kandiliniz mübarek olsun!”

“Yanlışlar eğer karşısındakiler inanmıyorlarsa sadece söyleyene aittir ve doğrular paylaşılmaya değer. Yanlışın olmadı oğlum, oturup konuştuk. Senin anlattıklarına ilâveler de çıkarttı Merve. Yanlıştan dönmek uyanmaktır, başarıdır. Başarmaya çalışıyoruz ailece. Senin de kandilin mübarek olsun. Teyzen bir şeyler hazırlıyor, iftar için. Tanrı kabul ederse ikimiz de oruçluyuz!”

Benim de oruçlu olduğumu söylemem sadece bir duygu sömürüsü olacaktı, sakındım. “Bir arkadaşımın annesine, Hikmet Yengeye sözüm olduğunu” söyledim. Amca baskıcı idi;

“Merve şimdi bize sitem eder, adresini, çalıştığın yeri söyle, hiç olmazsa telefon numaranı ver ki, savunalım kendimizi kızımıza karşı!”

“Pek, gerekli değil, ama madem ısrar ettiniz, telefon numaramı yazayım!”

Oysa amca ısrar falan etmemiş, “Ayıp olmasın!” tavrıyla bir kere, evet yalnız bir kere söylemişti ve ben de bu sözün üzerine balıklama atlamıştım(70), beklentim neydiyse? O mu?

Bırakalım ya! Ne köy idim indinde, ne de kasaba? Ama insanlar umutsuz yaşayamazlardı, ben de umut etsem, kusurum nerede olurdu ki?  Hem ne demişlerdi, “Dağ-dağa kavuşmaz, insan-insana kavuşur!” Atasözlerinde bir kusur aramak yanlış olsa gerekti!

Bir gün-beş gün-bir hafta-on gün! “Sabır taşı bile çatlardı!” herhalde. Aranmayı bekliyordum, hem de ilgi duyduğumu itiraf etmekten çekinmediğim, ama karşılaşmaktan bile korktuğum. Öyle değil mi ya? Beklemektense, git evinin önüne, pusuya yat ve karşısına çık!

Her şey kolayken zoru beklemek niye? Ya reddederse? O ona kalmış, fazlasını beklemek neden hakkım olsundu ki? Çekindim, saklayacak değilim ya, erkekçe çekindim. Reddedilmek ömrümün sonu olacakmış gibime geliyordu.

Bir gün dairede otururken bir ses çalındı telefonumdan kulağıma;

“Çay ısmarlar mısın?” diye. Ne merhaba, ne ben Merve, ne de bir başka deyişin ekli olmadığı.

“Merve?” demişim, bağırır gibi. Yan masadaki arkadaşımın dikkatini çekecek kadar ve sitemi daha telefona cevap vermeden ulaştı bana;

“Demek günlerdir, senin melül(71), mahzun(71), içine kapanıklığının(71), boynu büküklüğünün(71) sebebi bu Merve?”

Sonra cevap vermek kaydıyla elimle “Bir” işaretini yaptım ve fısıldadım;

“Nereye geleyim, saat kaçta?”

“Zaman ve mekân uygun değil galiba, sesinizi kıstığınıza göre?”

“Yok, siz söyleyin!”

O söyledi, ben hazırlandım, arkadaşımın müstehzi(72) bakışları üzerimde idi;

“Siz, siz ha? Arkadaş değil misiniz siz kuzum? Dobra-dobra(73) neden sevgilim, sevdiğim, ya da direkt olarak Merve demedin ki?”

“Meraklı turşucu! Anlatırım sonra. Ama ne olur, daha fol yok, yumurta yok, duyan olmasın!”

“Merak etme, herkes duyacak!”

“Yapma, be arkadaşım!”

“Söz vermem mümkün değil, hatta hemen bizim hanımdan başlayayım, o zaten gerekli yerlere ulaştırır, yani herkesin haberi olur, merak etme! Ha! Bu arada Merve kardeşimize tüm dairenin selâmlarını da iletmeyi unuma!”

“Ne diyeyim ki? Allah’ından bul!”

“Siz diye devam edersen, kimin Allah’ından bulacağı belli, sen avucunu yalama(74), biz de mutsuz olmayalım! Bilmem anlatabildim mi?”

“Neyi?”

“Allah’ım sen bana sabır ver, bir de ‘neyi?’ diye soruyor!”

“Peki, şansımı zorlayacağım!”

“Zorlama, kullan!”

“Umarım!”

“Umma, gerçekleştir!”

“Peki!”

“Ve mahzuru yoksa çıtlat bakalım, nerde olacaksınız?”

“Ha! Söyleyeyim de merakından gel, baskın yap!”

“Biliyorsun, inançlıyım, vallahi-billâhi-tallahi baskın yapmayacağım!”

“İnanırım! Her hafta sonu gittiğimiz pastane var ya, orası!”

“Anladım, şeref sözü, aynı zamanda gel-me-ye-ce-ğim!”

Heceleyerek söylemişti gelmeyeceğini, ama üçkâğıtçı olduğunu unutmuşum, içinden “Ama bu başkası baskın yapmayacak demek, değil!” diye düşündüğünü!

Anında çıktım ve anında heyecanla ulaştım pastaneye. Beni bekliyordu. Ne elini uzattı, ne de ben bu cesareti hissettim kendimde. Sadece “Buyurun!” ve karşılıklı bakışlarla birbirimizin söze başlamasının beklentisi…

Merve baktı ki bende hareket yok, o açtı ağzını;

“Kandilin mübarek olsun, biraz gecikmiş olmakla beraber. Simitler için de annemin-babamın ve ek olarak benim teşekkürlerimi eklemem gerek!”

Bu sırada nefes nefese arkadaşımın karısı geldi ve oturdu masaya. Sözüm ona tesadüfen karşılaşmışız gibi, arkadaşımın hinliğini(75), hatta hainliğini göz ardı etmekle yanılmıştım.

“Ne zaman geldiniz? Sipariş verdiniz mi? Benim de canım tatlı bir şeyler çekti. Ne ısmarlarsan bana da ısmarla Mert. Hem bak ellerinde mürekkep izi var, hadi bir koşu yıka da gel!”

Ne arkadaşımın hınzırlığından(76), ne de hanımının tavırlarından(77) bir şey çıkarabilmiştim. Onlarca bilinen karakterlerim arasında çekingenliğim ve “Evlenme düşüncemin olmaması” ilk sıralarda yer alıyordu. Bir de gerçektir tabi, sebep uydurduğum çulsuzluğum.

Beni masadan kovalamasının nedenini anlayamamıştım, ama uymak zorunda hissettim kendimi. Ve öğrendim ki; abla benim reklâmımı yapmış!

“Şöyle çocuktur, böyle çocuktur, huyu, davranışları değişti, şöyle ayılıyor, böyle bayılıyor ve en önemlisi söyleyemiyor, ama sana sırılsıklam, deli gibi âşık, elinden tut garibin(78), eğer aynı duyguları taşıyorsan…

Taşımıyorsan, silkele at başından!”

Lâvabodan döndüğümde tatlısını paket ettirip pastaneden ayrılmıştı arkadaşımın eşi. Doğrusu “Allahaısmarladık!” demesini ve konuşmam için beni desteklemesini, bana arka çıkmasını beklemiştim.

Merve baktı ki benim girişimim yok, kendi eğildi bana doğru, tatlısından bir kaşık bile almaksızın;

“Bir defa karşılaştık. Sözlerinle yaraladın beni, kaçmak istedin, kaçtın da. Kısa bir süre idi aramızda yaşadığımız. Ama şimdi içtenlikle söyle; hayallerinde yaşattığın, seni yemeden-içmeden kesen, kısaca sevdiğin ben miyim, gönlünde yatan, evimin kadını olsun istediğin ben miyim?”

“Bak Merve! Davul bile dengi-dengine çalar, hem çok konularda farklı şeyler düşünüyoruz, bu farklıklarda inanıyorum ki, bunda aile yapısının da biraz da olsa etkisi var. Bense haddimi biliyorum.”

“Bu sorumun cevabı değil, dinlen, nefes al ve bir kere de söyle, ‘Evet!’ dersen kalmaya devam ederim, ‘Hayır!’ dersen sen yoluna, ben yoluma. Beni eller alır koynuna, sen içindeki yalnızlığına devam edersin!”

“Nasıl denir, bilemiyorum!”

“İstediğim cevap bu değil, evet ya da hayır!”

“Evet, bin defa, on-yüz-milyon bin(79) defa evet!”

“O halde gereğini de yap!”

“Ne gibi?”

“Bunu da ben mi söyleyeyim yani?”

“Ne olur aklım durdu, kafam çalışmıyor, ufacık da olsa bir ipucu ver!”

“Hani filmlerde gördüğün bir diz çökme sahnesi var ya?”

“Anladım!” dedim, sandalye altımdan paldır-küldür kaydı, devrildi, civardakilerin ödü kopmuş olsa gerekti, diz çöktüm;

“Benimle evlenir misin!” dedim.

Herkesin bakışları arasında;

“Tabii ki, evet!” dediğinde pastanede ne olduğunu anlayamadığımız alkışlar vardı…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Eleştiri; Tenkit. Bir insanı, bir konuyu, doğru ve yanlış yönlerini bulup göstermek amacıyla inceleme. Genellikle de böyle bir inceleme sonucu yanlışları belirtme.

Merve; Mekke’de bir dağın adı olup bu dağ ile Safa Dağı arasında hacılar sa’y ederler, yani 7 defa gidip gelirler. İsim Kuranı Kerimde Bakara Suresinin 158. Ayetinde geçmektedir. Merve aynı zamanda çakıl taşı anlamındadır.

Mert; Yiğit. Verdiği sözü yerine getiren, sözünün eri, güvenilir.

(1) İn Cin Top Oynamak; Issız, sessiz olmak. Bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.

(2) Vatandaşlık Numarası, T.C. Kimlik No; On bir haneden oluşan Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından Türkiye vatandaşlarına verilmiş, kişiye özgü sayı.

(3) Fahri Görev; Onursal, gönüllü, karşılıksız olarak yapılan iş, görev.

(4) İyot Gibi Açıkta Kalmak; Yapacak bir iş olmaması, sonucun belirsizliği.. Ne yapacağını bilmemek. Tek başına, desteksiz, dımdızlak ortada kalmak.  Kusuru, suçu, kabahati açığa çıkmak. Aşikâr durum. (Aslında; İyot normalde renksiz bir solüsyon olmakla birlikte, güneş ışınları ya da sıcaklıkla karşılaştığında siyahlaşır. Bu olay; “İyodun Açığa Çıkması” anlamındadır).

(5) Suspus Olmak;  Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.

(6) İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.

(7) Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı);  Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.

(8) FORTRAN; (sonraları Fortran çeşitleri çıktı ortaya), özellikle sayısal hesaplama ve bilimsel hesaplama için uygun olan genel amaçlı, yordamsal, zorunlu programlama dilidir.

(9) Yağız; Karaya çalan buğday rengi. Esmer.

Heybetli; Görünüşü korku ve saygı uyandıran, büyük, ulu, azametli.

Cüsseli; Gösterişli, iri yapılı insan gövdesi olan.

(10) Siluet; Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle ve tek renk olarak beliren görüntüsü, gölge.

(11) Kapı Duvar; Ses, seda çıkmaması durumu, başvurulduğunda yanıt alınmayan kimse ya da yer. Aldırmaz, vurdumduymaz kimse.

(12) Mübalağa; Abartma. Herhangi bir şeyi tasvir veya tarif ederken sözün etkisini güçlendirmek için olduğundan fazla veya eksik gösterme.

(13) Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.

(14) Aşina; Bildik, tanıdık, tanıdık olan, tanıyan.

(15) Alıcı Gözüyle Bakmak; Çok dikkatle bakmak, inceden inceye gözden geçirmek.

(16) Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.

(17) Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.

(18) Gaf; Doğru söylenmesi gerekeni, farklı ve yanlış sözlerle ve yanlış yerlerde maksadını aşarak söylemek. Yersiz, beceriksiz söz, ya da davranış, pot, patavatsızlık.

(19) Fraksiyon; Parça. Bir siyasi partinin politikasını parlamentoda, yerel yönetimlerde, çeşitli kuruluşlarda yürütmek için teşkilatlanmış grup. Bölüntü, bölüngü. Bir siyasi partinin içinde, partinin izlemekte olduğu ana çizgiye karşı olan, ayrı bir teşkilât merkezi bulunan ve partinin çoğunlukla aldığı kararlara karşı savaşan parti içi grup.

(20) Abartmak; Bir şeyi olduğundan büyük, ya da çok göstererek anlatmak, mübalağa etmek.

(21) Haddini Bilmemek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilmeksizin onun ötesine geçmek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmemek.

(22) Züğürt; Parasız, yoksul, meteliksiz.

(23) Tektaş Yüzük; Aşkın ve bağlılığın simgesi ve kalbe giden en yakın damar olan sol elin dördüncü parmağına takılan yüzük.

(24) Pişkin İnsan; Deneyimi olan, herhangi bir şeye alışmış olan. Yüzsüz, yüzüne tükürsen “Yağmur yağdı!” diyen insan

(25) Kafa yanlışlarla dolu ise, içine doğru girmez. Ege CANSEN

(26) Gaipten Sesler Duymak (Almak); Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan (sözüm ona) sesler duymak.

(27) İspolet;  Askerlikte yakadaki sınıfını ifadelendiren bir göstergedir. Öyküde Jandarma ve iki yıldızla da üsteğmen olduğu ifade edilmek istenmiştir (Apoletten farlıdır).

(28) Göbeğini Kaşıyan Adam; Dünyayı umursamayan, genelde satın alınacak tipte, yırtık beyaz atletli, bir elinde sigarası, bardağında birası, diğer elinde televizyon kumandası olan, sıyırdığı atletinin altından görkemli göbeğini kaşıyan insan tipinde bir varlık.

(29) Mubah; Yapılmasında, ya da terkinde dini yönden de herhangi bir sakınca bulunmayan, serbest, uygun.

(30) Sıkı Yönetim; Olağan üstü zaman ve durumlarda ülkede güvenliğin, sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare. Vatanın, ya da milletin bölünmezliğini tehlikeye düşüren hareketlerin yaygınlaşması nedeniyle Bakanlar Kurulunun yurdun birkaç yerinde ya da tümünde uygulamaya karar verdiği temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasını bir süre için sınırlayan bir yönetim şekli.  Diğer bir deyişle ulusal varlığın korunması ve savunulması için tehlikeli bir durumda olağanüstü gerçekleştirilen yönetim. (Öykü için birinci anlatış düşünülmüştür.)  (Olağanüstü durum kavramı ise, bilindiği gibi farklıdır.)

(31) Ötekileştirmek; Ayrımcılık. Bir devletin ya da toplumun bazı üyelerinin ötekilere sağlanan belli hak ve ayrıcalıklardan yoksun bırakılması, farklılık yaratılması. (Irk, Cinsiyet, Engelli, Yabancı düşmanlığı, Din ayrımcılıkları gibi).

(32) Mağdur; Kendisine haksızlık edilmiş olan.

(33) İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

(34) Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

(35) Zikir; Sözünü etme, söyleme, anma. Tanrının adını art arda söyleyerek yapılan tapınma.

(36) Serzeniş; Başa kakma, takaza, sitem etme.

(37) Beis Yok (Beis Görmemek); Zararı, önemi, engel, uymazlık, kötülük yok.

(38) Taassup; Herhangi bir delile dayanmadan bir fikre körü körüne inanmak, bağlanmak. Bağnazlık. Tutuculuk. Diğer din ve inançlara nefret ve düşmanlık hisleri beslemek.

(39) Prof. Dr. Cesare LOMBROSO:  Yahudi asıllı, İtalyan kriminolog. İnsanların doğuştan suçlu olduklarını ortaya atmıştır. Ona göre; “İnsanların, örneğin bakışları donuk ve sabit, gözleri kanlı ise katil olacaklardır. Bakışlar hileli, hareketli ve gözler eğri ise o kişi hırsız olacaktır.” Buna benzer bir kısım daha görüş ve anlatışları vardır ki, daha çok bilgi edinmek isteyenler INTERNET varlığından bilgi edinebilirler. Lombroso’yu tasdik edenler içinde Enrico Feri ve Séghele’yi saymak mümkün. Lombroso’ya karşı fikirler olarak da Montesquieu, Rousseau, Liszt, Baer ve Locke’nin fikirlerini sayabiliriz. Lacassagne bu konuda; “Toplumların lâyık oldukları suçlulara sahip olduğu” Tarde ise, daha rijid bir düşünceyle suçlular için; “Sadece kendilerinin değil, tüm dünyanın sorumlu olduğu” iddiasındadır.

(40) Tevazuu; Gösterişsizlik, yalınlık, alçakgönüllülük.

(41) Tanrıya inanan adam olmak kolay, asıl zorluk, Tanrının inanacağı adam olmakta. Albert EINSTEIN

(42) Referandum; Çok önemli meselelerde halkın iradesini belirlemek amacıyla yapılan oylama.

(43) Leş Gibi Kokmak; Çok pis, çok kötü,  ağır, rahatsız edici bir şekilde kokmak.

(44) Risk; Bir zarara uğrama tehlikesi, zarar görme olasılığı. Bir tehlikenin gerçekleşme olasılığı ile gerçekleşmesi halinde sonucun şiddetinin ele alınması.

(45) Farz; Tanrı emri olarak mutlaka yapılması gereken şeyler.

(46) Karınca Kararınca (Karınca Kaderince); Az da olsa elden geldiğince.

(47) Vakıf Olmak; Öğrenmek, bilmek, anlamak.

(48) Şom Ağızlı; Sürekli kötü şeylerden söz eden, uğursuzluk getireceğinden korkulan, olayların gelişmesini önceden görüp özellikle felâketler hakkında kesin kehanetlerde bulunan, hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan, uğursuzluk getiren.

(49) Mağrur; Kendisini önemseyen, büyüklenen, böbürlenen, kurumlu, büyüklenme belirtisi olan, gurur belirten.

(50) Dayatmak; Birinin özellikle yersiz, haksız, yasadışı bir isteğine karşı direnmek, böyle bir isteğe karşı koymak. Bir şeyi bir yere dayama eylemini gerçekleştirmek.

Ötekileştirmek; Ayrımcılık. Bir devletin ya da toplumun bazı üyelerinin ötekilere sağlanan belli hak ve ayrıcalıklardan yoksun bırakılması, farklılık yaratılması. (Irk, Cinsiyet, Engelli, Yabancı düşmanlığı, Din ayrımcılıkları gibi).

(51) Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal  ya da herhangi bir şey.

Kefen Parası; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken ölümlük-dirimlik gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal  ya da herhangi bir şey.

Çeyiz; Gelin için hazırlanan her türlü giysi ve ev eşyası.

(52) Türbanlı; İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı olan.

Setri Avret; Özellikle namaz kılarken ayıp yerleri örtmek, erkekler için göbek-dizkapağı arası.

Frapan; Güzelliği ile ilgi çeken, alımlı, göz alıcı.

Dekolte; Kadın kıyafetlerinde kısmen açıkta bırakan giyim. Boyun, omuz, göğüs ve sırtın bir bölümünü açıkta bırakan kadın giysisi. Açık, örtüsüz, çıplak.

Ateist; Ateizm yanlısı, dinsiz, imansız, Allah’a inanmayan (“Tanrıtanımaz” demek yanlıştır).

İşret; İçki içme.

(53) Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü. Yunus EMRE

(54) Fanatik; Bağnaz. Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olan.

(55) Mirasyedi; Çok savurgan kimse. Kendisine önemli bir miras kalan, mirasa konan kimse.

(56) Cascavlak; Çırılçıplak, örtüsüz. Saçsız, tüysüz.

(57) Müspet; Olumlu. Pozitif.       

(58) Simge; Belli bir insan topluluğunun uzaklaşarak, kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne, ya da işaret. Bir düşünceyi, soyut bir kavramı belirten somut nesne, ya da işaret (im).

(59) Ödü Kopmak; Çok korkmak.

(60) Enflasyon; Yaşam pahalılığı. Para şişkinliği. Piyasada işlemde bulunan para miktarıyla malların ve satın alınılabilir hizmetlerin toplamı arasındaki açığın büyümesi nedeniyle ortaya çıkan ve fiyatların toptan yükselişi, paranın değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik ve parasal durum.

(61) Asırlardır yalnızım, pişmanım alın yazım diye başlayan, “Yemin Ettim” isimli Kayahan ACAR şarkısının nakaratı; “Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar…”.

(62) İnzibat; Orduda düzeni sağlamak için görevlendirilmiş er.

(63) Namert; Mert olmayan, korkak, alçak.

(64) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN” isimli şiirinin başlangıcından sonra “Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…”  dizeleri yer almaktadır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.

(65) Sitemli (Sitemkâr) Bakış; Sitem eder gibi bakış. Bir kimseye yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık vb. duygular uyandırdığını öfkelenmeden bakış halinde belirtme hareketi.

(66) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mustafa Nafiz IRMAK’a (Bazı kaynaklarca Vecdi BİNGÖL’e ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor” benzetmesi olsa gerek. Ve kanımca bu şarkıyı da en iyi seslendiren sanatkârlar başlangıçta Hamiyet YÜCESES ve sonra Merve ALVER sonra da  Umut AKYÜREK’tir.

(67) Kör, Kör Gözüm Parmağına; Çok belli, göze batacak kadar ortada.

(68) Arzı Endam Etmek; Boyunu-bosunu, kendini göstermek

(69) Metazori; “Zorla” demenin alafrangası olsa gerek!

(70) Balıklama Atlamak; Bir işe, bir duruma, bir harekete sonucunun ne olacağını düşünmeden girişmek. Suya dalmada, atlamada balık gibi gergin, düz ve baş aşağı bir biçimde atlamak.

(71) Melül; Üzgün, boynu bükük.

Mahzun; Üzgün, üzüntülü. Hüzünlü.

İçine Kapanık; Dış dünyaya karşı ilgi ve ilişkisi olmamak. İnsanlarla dostluklara girmekten kaçınmak, duygularını açığa vurmakta güçsüz, gerçekler yerine dilek, düşünce, özlem, hülya, rüya vb. nin yönettiği insan.

Boynu Bükük; Üzüntülü, durgun, kimsesi, arkası olmayan, zavallı, melül.

(72) Müstehzi; Alay eden, alaycı.

(73) Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek, Anlatmak, Dobralaşmak); Açık, net, sakınmadan, çekinmeden, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmektir.

(74) Avucunu Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, ya da ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Umulan bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

(75) Hinlik; Kurnaz olma durumu. Kurnazlık.

(76) Hınzırlık; Muziplik anlamında da kullanılmakla beraber, zarar verici, sinirlendirici, ters davranışta bulunmak.

(77) Tavır; Davranış, tutum, durum. Yapay davranış, büyüklenme.

(78) Garip; Aile ocağından uzakta, kimsesiz, gurbette yaşayan, doğduğu yerlerden ayrı düşmüş, yabancı.

(79) On Yüz Milyon; Bir reklâm filminden (ç)alıntı.