Şöyle başlasam meselâ satırlara, habersiz;

Ayşecik okulunun yılsonu gezisine katılmıştı. Yalnız kalmıştık Ayşe’yle evimizde. Ne olduysa olmuştu, o; beni istemişti, ben de onu, belki de yılların birikimiyle. Anlatmam, anlatamam.

Biz imam nikâhı kıydırdığımız için Tanrı huzurunda, resmi nikâh da yaptırdığımızdan kul huzurunda da, yani yasalar gereğince de karı-koca değil mi idik? Üstelik ne kadar çok seviyorduk birbirimizi, birbirimize hissettirmek istemeden, anlatmadan…

Sevgi… Dünyada geç bulunan, çabuk tüketilen, tez yitirilen, ama bizim elinden tutup asla bırakmayacağımız bir kavramdı…

Bunun sonucunda şöyle devam etsem;

Ayşecik fark etmişti Ayşe’nin şişen karnını ve sordu bir gün;

 “Gerçekten evlendiniz mi siz?”

O akşamdan itibaren bizim için her şeyi hazırladı Ayşecik. Benim odama kendi geçti, oda arkadaşlığından vazgeçti Ayşe’nin, onu bana bırakarak. Yeterince mahcuptuk(1), ama yeterince de mutlu. Ve inanıyorduk ki; kader bize de eşit davranmaya başlamıştı.(2)

Bu sözlerim (ya da yazdıklarım) aklınızın bir kenarında öylece dursun. Çünkü biliyorsunuz ki, kısmette ne varsa, kaderde o çıkar.

Şimdi geliyorum konuya.

Kışın 300, yazları ise 200 Lira aidatı olan merkezi ısıtma sistemli bir site idi oturduğum. Daha doğrusu, babam-annem ölünceye kadar beraberce oturduğumuz. Onları kaybedince yalnız oturur olmuştum, yalnızlığımı kendimle paylaşarak. Özel görevim vardı o zamanlara kadar, çalışıyordum.

Annemi de kaybedince bir boşlukta kalmış, görev sürem de tamamlanmış olduğundan, belki de serserilikle meşgul olmamak için emekliliğimi istemiş, Devlet Babanın verdiği maaş ile çok zaman evden çıkmadan yaşamımı tüketmeğe çalışıyordum. Vasiyetimi bile yazmış, Notere teslim etmiştim.

Öylesine hazırlamıştım kendimi geleceğime yani. Pazar-bakkal-gazete gibi ihtiyaçlarımın çoğunu kapıcı genç eleman tedarik ediyordu. Bunda, yani dışarı çıkmamamdaki sebeplerden biri de belki 300-400 hanelik yaklaşık 1000 kişinin yaşadığı sitede insanların birbirini tanımalarından vazgeçtim, çoğu selâmlaşmayacak kadar birbirine el, ya da yabancı idi.

Bazı insanlar doğuştan şanslıdırlar. Doğuştan şanssız olanlarsa zaten bir kenarda- köşededirler. Bazen şans sana gözükür, bazen uzaklığını hissettirmek ister. Sanırım şansın uzaklığını en iyi duyanlardan biriydim. Bir kere annem-babam hep başımda duracaklarmış gibi bir baltaya sap olmayı hiç, ama hiç düşünmemiştim.

Şimdiden sonra düşünsem ne olacaktı ki? Mutlaka leblebinin kırığı, üzümün çöpü olacak, gönül bahçemin bir köşesine dahi girilmesine ufacık da olsa izin vermeyecektim.

Bizim oralarda; “Yaş 70, iş bitmiş!” derlerdi. Yani; insanın göçe hazır olması vurgulanırdı. Oysa henüz elli yaşımdaydım, faraza(3) yetmişli yılları yaşar gibiyken. Tekrar gibi olacak ama devlet memurluğundan (annemi de kaybedince) emekliliğimi istemiş, sanırım 28. ya da 29. yılımda yanlış yaptığımı anlamadan ayrılmıştım işimden.

Yalnızlığı hissetmemenin en iyi yollarından biri toplumla kaynaşmakmış! Bunu yalnız duvarlarımda, televizyon karşısında, bilgisayarımla beraberken, yalnızlığımı yalnızlığımla okurken daha iyi hissediyordum, bazen gözlerim dolduğunda değil, iki çeşme olduklarında.

Kısacası, yorgun, perişan, bitkin, neşesiz, renksiz, sessiz bir durumdaydım.

Şunu da söylemem gerek ki; “Elliden sonra azanı teneşir paklarmış(4)!” Bakmayın böyle denmesine. Onun aslı olsa, olsa; “Yetmişten sonra azanı teneşir paklar” şeklindedir. Ya da ben “Öyle olmalı” diyorum. Ve kerameti kendinden menkul(5) bilenlerin dediklerine göre; “Hayat ellisinden sonra başlar!”mış.

Birileri; “En büyük hatayı yap, ancak en küçük hatayı savunma(6)!” demiş. Sanırım hayatta yaptığım en büyük hatalarımdan biri, gitmemi isteyen, kovan eden yokken, hatta bir kısım işlerin uzmanı olmam nedeniyle emekli olmamamı isteyenler olmasına rağmen emekli olmayı istememdi.

Buna “Kader” diyebilir miyiz? Asla! Bu olsa olsa; aptallığın daniskası(7) idi. Oysa ne demiştik; “Kısmette ne varsa, kaderde o çıkar(8)”(mış)?...

Evden nadir çıkışlarımdan, ya da ayrılışlarımdan biri idi, sanırım papaz gibi olmuştu saçlarım…

Oldukça uzayan saçlarımı kestirmiş, pabuçlarımı gerekliymişçesine boyatmış, yalnızlığımı yaşadığım mekâna dönmek için asansöre binmiştim. Hemen arkamdan koşarak asansöre binen on iki, en fazla on beş yaşlarında bir genç kız;

“Merhaba amca! Bir süredir göremiyordum sizi, nasılsınız?” dedi.

“İyiyim desem, yalan olacak!”

“O zaman Polyanna olun(9), kötüyüm demeyin!”

“Peki, küçük abla!”

“Evvelden bana rastladığınızda ‘Fıstık’ derdiniz. Çok mu büyümüşüm yoksa siz görmeyeli?”

“Sanmam, iki aydır unutmağa çalıştıklarım, fazla unutkan yapmış beni herhalde, affedersin Fıstık!”

Arka arkaya bastık numaralara. Benim daha üst katlarımdaki bir numaraya bastı genç kız. Onu tanıyormuşum, ama hatırlayamadım birden, zihnimi yoklamam gerekti.

“Keşke sohbet bitmeseydi…”

“Keşke…”

“O zaman bana dâhilinizden telefon et! Bahçeye inersin, sohbet ederiz. Tabii büyüklerin izin verirse…”

“Evet! İzin alırsam…”

Ben asansörden indim, ayrıldık. Galiba bir tatil gününün sabahının geç, ya da öğlene doğrusunun gecikmiş ileri vakitleri idi, tam aklımda kalmamış.

Burada bir parantez açmam gerek. Gerçi yukarıda “İki ay” gibi bir cümle ile kısaca fısıldamıştım, ama anlatmamın yararlı olacağını düşünüyorum. Şöyle ki;

Bir ilkbahar sabahında pattadanak(10) kaybetmiştik babamı. Hastaneye yetiştirdiğimizde sözüm ona, önce “Eks(11)” gibi bir söz ettiler, sonra; “Başınız sağ olsun!”

Babam daha evdeyken terk-i hayat(12) etmişti, fark edememiştik. İnsan sevdiklerinin üzerine anında herhangi bir şey konduramıyor işte, bilindiği gibi.

Annem; onu yalnız bırakmamak arzusu ile olsa gerek tam babamı defnederken o da yığılıp kalıvermişti toprağına. Üç gün içinde insanın iki sevdiğini arka arkaya kaybetmesi…

Ben o gün küstüm hayata. Ve sanki kurtuluşmuş gibi dediğim gibi işimden ayrılıp kapandım evime, miskinleştim(13), kapadım evimin tüm kapılarını-pencerelerini dış dünyaya, sadece Cuma’dan Cumaya, Cuma Namazını kaçırmamak için camiye gitmem hariç.

Parantezi kapattım, gitti…

Duşumu henüz almış, mutfağa yönelmiştim ki, dâhili telefon çaldı. Arayanım-soranım yoktu, çalmazdı telefonum hiç, bu nedenle arayacak tek kişinin beş-on dakika önce ayrıldığım o genç kız olduğunu tahmin etmem zor olmadı:

“Ben Fıstık!” dedi.

İnanır mısınız; “Fıstık” aşağı, “Fıstık yukarı uzun bir süre öğrenemedim ismini. “Fıstık!” demek hoştu, bu nedenle öğrenemedim diyemem. Olanakları biliyorsunuz işte, Site Yönetimine gidersiniz, kapısına gidersiniz, arkadaşlarından öğrenirsiniz, falan.

Ama herhalde en kolayı “Adın ne Fıstık?” olabilirdi ki, “Fıstık!” demekten çekindiğimi düşünmesini istemezdim. Sormadım…

“Annem de, teyzem de izin verdiler. Öğlen sıcağı ama beni dinlemek ister misiniz? Sonra da yaşımı önemsemezseniz ben sizi dinlerim!”

Ne akıllı çocuktu şu Fıstık? Acaba; “Leb demeden leblebiyi anlayan”, bakışlardan, ya da davranışlardan anlam çıkaran, kısaca anlayan biri mi idi, hem de bu yaşlarda?

“Olur Fıstık! Bu vakitlerde kamelya(14) serbesttir, birbirimizi daha iyi duyarız ve belki de daha iyi anlarız.”

Programım harici evden dışarıya ilk kez atıyordum adımımı.

“Belki…” den sonra birkaç saniye durup “De…” dedi ve ekledi;

“Beş dakika sonra desem…”

“Olur!” dedim, herhalde Fıstık sözümü eklemeyişime bozulmuştu…

“Anlat bakalım Fıstık!” Herhalde gönül almam ancak böyle mümkün olabilirdi.

“Önce siz anlatın Yakışıklı Amcam!”

“Madem sen ilk adımı attın, o halde merhem olacağım, ilâç olacağım, sana öneride bulunacağım bir konu varsa sen anlat önce!”

“Hangi birinden başlasam ki, bilemiyorum, öncelik vereceğime inandığım bir sıra da yok aklımda!”

“O halde dur o zaman ben sana yardımcı olayım: Önce kendini anlat! Çünkü bugüne kadar seni hep görmüşüm, selâmlaşmışız, ama tanımamışım. Artı; “Yakışıklı Amca” oluşumu da anlamış değilim. Hep böyle mi selâmlaşırdık; Yakışıklı Amca ve Fıstık?...”

“Ben Fıstık!”

Adını söylememekte ısrar ediyor, öğrenmemem için (sanki) direniyordu.

“Yaşım on altı. Liseye bu sene başladım. Ve iyi olduğuna inandığım bir de arkadaşım var!”

Kestirip atmıştım;

“Daha çok erken!”

“Peki, anladım!” Duraklar gibi olup devam etti;

“Babamı geçen kışın son günlerinin bir gecesinde kaybettik aniden.”

İçimden “Tıpkı benim gibi” demek geçti.

“Rahmetli babam, oturduğumuz daireyi akrabalarının, yakın dost ve arkadaşlarının yardımıyla aldığını söylemişti, borçlarını ödedikten sonra hiçbirinin esamisi(15) kalmayan. Sanırım siz bizim öncemizde de buradaydınız.”

Bak! Bak! Bak! Arapçası da vardı Fıstığın. Ama dertliydi, esprinin(16) hiç de sırası değildi. Hem zaten lise öğrencisiydi, bir kısım şeyleri, Arapça-Farsça-Osmanlıca kelimeleri ve Türkçe anlamlarını bilmesi doğaldı.

Devam etti genç kız, düşüncelerimi anlamadan;

“O gün, bu gündür kendinde değil annem, bir melânkoli(71), bir taşınmaz hüzün yüklü. Yemiyor, içmiyor ve işin kötüsü hep düşünüyor, ‘Evet-Hayır’ dışında tek kelime etmiyor, hep dalgın. Korkuyorum, çekiniyorum onun halinden. Hiç bir akrabamız yok, bir üvey halam, babamın cenazesine bile gelmeyen ve bir de teyzem…”

“Duraklamak, km bilir içinden geçen bir kısım düşünceleri süzmek düşüncesinde olsa gerekti, devam etme öncesinde;

Teyzem annemden küçük, hiçbir yaşam düzeni olmayan, ortaokul terk, evlenmemiş, doğma-büyüme hep annemle olan, onun dizlerinin dibinde büyüyüp, ayrılmayan, annem-babam evlendiklerinden beri ve hâlâ bizimle yaşayan. İyi ki de bizimle yaşıyor, çünkü annemi bu yaşta tek başıma zapt etmem o kadar müşkül olurdu ki benim için, anlatmam mümkün değil, dayanıklı olduğumu düşünmeme rağmen.”

“Çok dertliymişsin be kızım, daha doğrusu Fıstık. Hiç kimse dinlemedi mi seni bugüne değin?”

“Kim, ne için, neden, niye ve nasıl dinlesindir ki? Nasıl ki siz kayıptınız uzun zamandan beri veyahut da ben göremez olmuştum sizi, annem de kaybetmişti kendini kendince uzun süre, ne benimle, ne ders durumumla, ne de gönül dünyamla ilgileniyordu. Sadece sabit bakışlar… Ve teyzem de yetmiyordu asla ve asla dertleşmek için bana.”

Tekrar durakladı sanırım en can alıcı cümleyi kurmak içindi düşüncesi;

“Oysa siz bir amca olarak daha ilk sözünüzde; ‘Çok erken!’ deyip iki kelimeyle yanlışımı düzeltmem gereğini sağladınız. Babam yaşasaydı böylesine dobra dobra(18) bir şekilde ‘Hayır!’ diyebilir miydi, sanmıyorum?”

Durdu bir süre. O durunca ben de düşünebildim;

Çok zaman sadece blokta değil, sitedeki ölümlerden, doğumlardan bile haberdar olurdum, annem-babam sağken, yaşıyorlarken. Hatta annem, hangi blok, ya da daire olursa olsun doğumlarda bir küçük altın götürmeyi, babamla ben de cenazelere katılmayı âdet edinmiştik. Ancak Fıstığın, hele beni bu kadar iyi ve yakından bilen bu kızın babasının ölümünü neden duymadığımı düşünemiyordum bile.

Acaba ölümler yan yana mı denk gelmişti, yoksa inzivaya çekilip(19) dünya ile irtibatımı kestiğim ilk miskin(13), makineleşmiş, kahırlı günlerimde mi göçmüştü babası? Sormadım, soramazdım da, acısını bir kez daha tazelememek, ya da babasının cenazesinden haberdar olamayışımın özrünü yaşamamak için.

“Çok, çabuk ve acele konuştum, değil mi? İnan Yakışıklı Amcam, beni kimse dinlemedi, kimse derdimle ilgilenmedi. Ne komşular, ne yöneticiler, ne de öğretmenlerim. Arkadaşlarıma, hele “Çok erken!” dediğiniz ve şimdiden sonra yok olan o arkadaşıma da anlatmazdım, anlatmadım. Hem anlatamazdım da asla!”

Çok çok dertliydi Fıstık. Dur-durak bilmeden, dinlenmeden, mola vermeksizin anlatıyordu, bunalmıştı, bir şeyler yapmam gerektiği düşüncesindeydim;

“Benim anlatacağım ve düşüncelerimi dinleyeceğin hiçbir şey yok Fıstık! Hadi annene, teyzene telefon et, seni yemeğe götüreyim, öğle için geç, akşam için erken ama olsun, senin bu bunaltından bir süre uzaklaşmana sebep olur ya, bence önemli olan bu.”

“Olur!” dedi yerinden kalkıp, iç kapıdaki dâhili telefona yöneldi. Biraz sonra geldi, yanıma oturdu, aynen biraz öncesinde olduğu gibi…

Çok şey biliyordu Fıstık ve hiçbir şey bilmiyordu, bence! Daha kaç yaşındaydı ki, bilsin, dünya tecrübesi olsun?

“Annem!” dedi, “Bana izin verdi, ama teyzemle birlikte olmam kaydıyla ve komşumuz olduğunuz için güvenilirliğinize inanarak ve fazla geç kalmamamız şartıyla!”

Ve yine bence diyerek başlayacağım söze; Bence mükemmel bir kadındı teyzesi. Haydi, lâf aramızda kalsın; gerek güzellik, gerek fiziksel olarak. Başlangıç olarak başka bir belirlemede bulunmam mümkün mü? İki satır bile konuşmamıştık ki henüz.

Sadece görmüştüm onu, o kadar. Bir ara bunu; yani Fıstığın, beni ve onu bir arada özellikle denkleştirdiğini düşünmedim değil. Ama Fıstık asla öyle içten pazarlıklı(20) biri değildi, inanamazdım; bizi karşı-karşıya getirmek düşüncesine.

Hani Allah söyletir ya; annesinin ikinci kocası olmamı isteyebileceğini düşünürdüm de, teyzesi ile yakınlaşmamı isteyeceğine, ya da düşüneceğine inanamazdım, asla! Fıstığın teyzesinin güzelliğini inkâr edemezdim tabiatıyla.

“Lâf aramızda kalsın!” dediğimi unutun, gitsin!

Sakin, sessiz, sükûn içinde ve fakat teyzesi ile gözlerimizi çarpıştırmama gayreti ile geçiştirmeğe çalıştığımız bir yemekti bu. Aslında buna yemek de denemezdi, sadece birer İskender Kebap ve Maden Sodası o kadar ve de dahi ne o, ne de teyzesi söylemediler isimlerini. Sanırım bu geleneksel bir tavırdı onlar için.

İnsan bazen, gerçeğin oldukça dışında olduğunu bilmesine rağmen hayal dünyasında hayal ettiği gibi yaşamak arzusunu taşıyor, tıpkı benim gibi. Bu düşüncem için “Budala(21)!” desem kendime, ayıplamazsınız değil mi?

İlerlemişti vakit… Bazen insan vaktin nasıl geçtiğini bilemiyor. Konuşmalar, dertleşmeler, duraklamalar, ağlarken burnunu çekmeler, mendiller…

Öğleni yitirirken akşamın ilk ışıkları, grubun kızıllığı ile kendini belli etme düşüncesini yaşamaya başlamıştı. Güneş beni, bizi terk etmek, öte tarafı aydınlatma telâşı, ola ki bunun gayreti içindeydi.

Dünya dönüyordu ve ömür dünyanın dönüşü ile aynı oranda tükeniyordu. Tabiidir ki tükeniş benim içindi, o; yani Fıstık ve teyzesi dünyayı henüz tanımaya, yaşamaya başlıyorlardı (bence)…

Asansöre bindiğimizde fıstık hem benim kat düğmeme, hem kendi kat düğmesine bastı, gülümseyerek!

“Bir uygun zamanda annene de ‘Başınız sağ olsun!’ demek isterim.”

“Bugün en uygun zaman olsa gerek! Belki bir kahve içmeyi de düşünebilirsiniz!”

Ses ve teklif teyzesindendi. Ve ilk defa; “Evet! Hayır! Peki! Teşekkür ederiz!” dışında bir cümle kurmuş ve (nedense tekrar!) etkilemişti beni.

İnmedim asansör durduğunda, devam ettim…

Annesi dizlerini bükmüş, altına almış olarak pencereden dışarı bakıyordu, ne kapı sesi, ne Fıstığın; “Biz geldik!” diye “i” harfini uzatarak seslenmesi etkilememişti onu. Muntazam bir dalgınlıkla gökyüzüne, belki de ahretine bakar gibiydi. Sonra kızının dokunuşuyla beni gördü, hülyasından ayrılmasına ben neden olmuşum gibi, galiba biraz da sitemle ve fakat ses çıkarmadan sadece başını eğdi ve tekrar döndü pencereye doğru…

Orada olduğum sürece annesi hiç konuşmadı desem, inanmak zorunda değil, kimse. O susunca, herkes; kızı-kardeşi ve ben de susmuştuk. Ortama sessizlik egemendi; “Teşekkür ederim, elinize sağlık, afiyet olsun!” demek dışında. Ha bir de;

“Derslerinde sıkıntın olursa, biliyorsun Üniversite mezunuyum, derslerinde ve dertlerinde gevşemek istersen, beni çağır bahçeye, ben gece-gündüz evimdeyim!” demiştim Fıstığa.

Teyzesi gitmem için acele edercesine kapıda dikilmiş, sanırım kaçamak bakışlarını görmediğim inancındaydı, elini uzatırken.

Sıcacıktı elleri, belki de bana öyle gelmişti. Demiştim ya; beni etki alanının içine alıp hapsetmişti;

“Allahaısmarladık!”

“Güle güle!”

Günler mi uzamıştı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Kısaltamıyordum ömrümü, evden çıkmayarak. Boş dünyamda, bomboş, yiyip-içmek-okumak dışında yaşamıma katkı olan hiçbir şey yoktu. İçki sağdıcım(22) değildi ki, kendimi kaybedinceye kadar zıkkımlansam(23), hayal dünyamdan uzaklaşsam, ya da yaşadıklarımı, düşüncelerimi ve yalnızlığımı unutsam, unutmağa çalışsam, ya da unutabilsem!..

Bir gece oldukça ilerlemiş bir vakitte, belki de sabaha yakın, sabaha çeyrek kala saatlerde, olağanın dışında tıklatılarak çalındı kapım, zili yerine. Pek hayır olmazdı o vakitlerde, duyduğum. Bakmayın selâmlaşmaya zorladığım, selâmlaşmayan komşularıma.

Çoğu kişi, özellikle kat ve blok komşularım bilirlerdi ki her an hazırım, yok, yokluk ve hiçlik dünyamda gözükmesem bile, içkim-sıçkım-meyhanem-tavernam(24)-gece kulübüm olmadığı için hep, her şeye ve her zaman hazırdım.

Sünnet olur, nikâh-düğün olur, konvoya katılırdım evim dışında tek servetim olan arabamla, aynama bağlanan havlu için (meselâ). Oldukça geniş bir havlu koleksiyonum vardı!

Önemli olan bu değil, hastalık, rahatsızlık önemli idi; beni kimse durduramazdı, cankurtaran, 112, Hasta Nakil Aracının gelmesini beklemezdim, bekleyemezdim. Komşularımın yardımıyla bir koşu yetiştirirdim hastaneye onları, sabahlara kadar başlarında, başuçlarında beklemem gerekse de. Sadece bu günler içindi tıkır-tıkır çalışan ikinci el de olsa bir arabam. Fıstık ve teyzesini de bu arabamla götürmüştüm İskender Kebap için.

Sitemle de olsa söylemek zorundayım ki en çok sıkıldığım konulardan biri; aracım için her zaman güvenli bir park yeri bulamamaktı.

Sözü ne kadar uzattım değil mi? Oysa durum acildi. İkisi de höykürerek(2) ağlıyordu;

“Ablamı kaybettik!” dedi Fıstığın teyzesi.

Annesi de olsa ölü ile yalnız bırakmamak için teyzesi Fıstığı da yanında getirmişti.

“Söylemeyin öyle, yapacak hiçbir şey mi yok? Arabayı çalıştırıp yetiştirelim hemen hastaneye!”

“Yok! Pencerenin yanında, kaskatı kesilmiş, hatta vücudu bile soğumuş.”

“Gidelim, bir de ben göreyim!”

Fıstık, bloğun tüm dairelerini inletircesine, bağırıp-çağırarak ağlıyordu…

Yatırmışlar, hatta başının altına yastık, üstüne de yorgan örtmüşlerdi, bilinçsizce. Odaya bir elma kokusu sinmişti. Kenarda bir kavanoz içinde birkaç akide şekeri duruyordu. Anlamıştım, genç kadının şeker hastası olduğunu.

Sanırım ki ölüm sebebi şekersiz kalışı değildi. Kalp krizi olsa gerekti.

Allah’ın görevlendirdiği Azrail, Allah’ın yarattığı sebebe göre, genç kadından kendisinin emanetini geri almıştı, ona iade etmek üzere. Tanrı, Tanrı olarak Tanrılığının yapması gerekenini yapacaktı mutlaka (değil mi?).

Sitede bir doktor otururdu. Ona gitmek üzere kapıya yöneldim.

“Siz başında durun, yalnız bırakmayın onu!”

Nedenini bilmiyorum böyle deyişimin.

Bebek vardır diye kapıyı parmak uçlarımla tıklattım. Hoş, böyle bir duruma “Doktor Bey alışkındır!” diye düşünmedim de değil. İnsanlar yaşadıkları telâş nedeniyle kim bilir kaç kez zili çalarak, hatta kapıyı yumruklayarak uyandırmıştı onu?

Sopa, ya da dayak yemek de görevleri içinde miydi? Evet, mutlaka! Gerçeği söyler söylemez, hele ki o gerçek bir gençse mutlaka darbe almıştır, sanırım!...

Doktor önce nabzına, sonra boynuna, sonra gözbebeklerine baktı, belki garanti olsun diye burnuna cebinden çıkardığı aynayı tuttu ve başını salladı hafiften, Fıstığın feryatlarını duymazdan gelerek.

“Yapacak bir şey kalmamış, bence bu sabah ilâçlarını da alarak Belediyeye başvurun ve vasiyeti varsa ona göre davranın!” dedi ve gitti uykulu gözlerle.

Vasiyet?

Evet, ben de bir vasiyet hazırladığımı hatırladım. Zamanı iki ayı geçmişti ama bir nebze(26) daha gözden geçirsem fena olmayacak diye düşündüm, şu an için ne kadar gerekliyse? Bazı şeyler dünyada kalırdı, kalmalıydı ama ilerleyen zamanla birlikte öyle şeyler değişiyordu ki çabucak.

Değişim; vasiyete de yansımalıydı bence. Bunu düşünmeliydim daha sonra. Ve galiba geçen zaman bu düşüncemi uygulamaya koymamı gerektirecekti. Şimdi yapmam gereken, kapıma gelenlere yardım elimi uzatmaktı.

Fıstığın annesi, daha ömrünün yarısını dolduramamış genç kadın; “Köyünün mezarlığına gömülmesini, başına taş yerine ağaç dikilmesini” dilemiş, belki de vasiyet etmişti, sağlığında.

Dileği aynen yerine getirildi. Tek kazancım ne mi olmuştu? İsimlerini öğrenmekti tabii ki! Teyzenin ismi; Ayşe, Fıstığın ismi; Ayşecik’ti.

Eh! Acısı dindikten sonra -ki bu mümkün değil bence önce babasını, bir iki ay sonra da annesini kaybeden bir evlât için- ona nasıl “Fıstıkçık!” demeyi düşünebilirdim ki?

Daha o gün yalnızlıklarını yaşamaya başlamışlardı. Akşamın oldukça ilerleyen bir vaktinde, kapım çalındı yine parmak uçlarıyla, gelen Ayşe’ydi;

“Unutmuşum, bakkalda da kalmamış, çocuk acıktı, acaba bir dilim de olsa ekmeğiniz var mıydı?”

“Ekmeğim yok ama bazlamam var, taze. Akşamüzeri getirmişti görevli. Vereyim, başka bir isteğiniz var mı?”

“Şey… Süt diyeceğim ama…”

“O da var günlük… Yarın bir liste yapın…”

Durakladığını görünce;

“Tamam, anladım! Parasını da hazırlayın, ben isteklerinizi alayım. Bir abi kabul edin beni yalnız dünyamızda!” dedim.

Özellikle “Dünyamızda” demiştim.

“Teşekkür ederiz!” dedi, bu; “Peki, evet!” anlamında mı idi, yoksa “Biz başımızın çaresine bakarız!” anlamında mı?

Bazen böyle durumlarda yabancı lisanlara gıpta duyuyordum, çünkü onlar; “Yes, please!”(27) ya da; “No, thank you!”(27) diyerek dileklerini açıkça belirtiyorlardı, Türkçemizin elâstikiyetine karşı. Türkçemiz mükemmel bir dil bence, inceltme, uzatma, birleştirme ve noktalamalarla. Örneğin; hala & hâlâ, kar & kâr, kurt & Kürt, sık & şık, ser & şer, her kez  & herkes, daha bir sürü kelime değişik anlamlar taşır ufak çentiklerle. Çizi Yorum (Karikatür, resimle mizah) ile çiziyorum (çizme eylemi) farklıdır. Bir başka deyiş; VIP, ÇÖK, ÇÜK(28) gibi kısaltma kelimelerindedir.

Bazen insanların kaderleri birlikte yazılmıştır ama mankafalar(29) bilemezler bunu, tıpkı benim gibi.

Bizi hiç anlatmadım değil mi? Uzun-uzun tarifler yerine şöyle özetlesem kısaca; Ben; Keloğlan, Fıstık; Yedi Cücelerin Pamuk Prensesi, ya da Kırmızı Şapkalı Kız ve Ayşe; Uyuyan Prenses, öpmemi bekleyen.

Belki şöyle de tarif edebilirim kendimi kısaca; öpülmeyi bekleyen kurbağa. Tüm masal kahramanları ile kucak kucağa idim. Ve gerçekti ki; yaşamayı düşündüğüm şeyler de masal, ya da masala çok yakın şeylerdi. Hissedildiği kadarıyla, öyle değil mi?

Ömür dediğimiz şey (bir tırtıl, bir kelebek, bir pervane için olduğu gibi) göz açıp kapatıncaya kadar geçen zaman değil miydi ki farkında bile olunmadan?

Onların geçimlikleri sadece babadan kalan maaştı.

“Kimim, kimsem yok! İzniniz olursa ben okutayım Ayşecik’i, kitabını, defterini alayım, ya da dershaneye göndereyim, neler gerekiyorsa? Devlet karşılıksız burs verdi sayın. Sıkıntınız olursa ki; evden hiç dışarı çıkmıyorsunuz galiba, benim gibi dışarılarda hiç görmedim sizi, daha önce de söylediğim gibi Bakkal-Pazar harçlarınızı ben düzeyim, bedeli mukabilinde. Ekmektir-süttür zaten onları Blok Görevlisi yerine getiriyor.”

“Olur!” dedi Ayşe, minnettar bir ifade ile ezilircesine gibi…

Sık sık değil, bazen haftada bir gidiyordum kapılarına bir sebep uydurarak Ayşe’yi görmek için, kapılarının içerisine asla bir adım bile atmadan. Ayşecik’i çünkü her gün görüyordum, şu -ya da- bu şekilde; kapıma uğradığında, telefon ettiğinde, ya da yolunu gözleyerek, bekleyerek, rastlayarak, ya da tesadüfen evlât gibi.

Bir gün Ayşecik geldi kapıma;

“Diyeceklerim var, kendim için değil! Kamelyaya mı inelim, yoksa içini hiç görmediğim evinizde mi misafir edersiniz beni?”

 “Salona geçelim… Anlat bakalım Fıstık, nedir derdiniz?”

“Kendim için değil” dediğine ve Ayşe bir vesile ile “Kalbim ve cismim mühürlü” dediğine göre dert ne olabilirdi ki? Merak etmiştim.

“Bugün teyzemi ziyaret etmiş, Yönetimdeki iki hanım. Sonra kattaki hanım komşular gelmiş eve. Sebep ne biliyor musun amca? Sizin arada bir kapımıza gelmeniz. Hâlbuki annemin ölümünden beri eşikten içeri bir adım bile attığınızı hatırlamıyorum. Neymiş? Olmazmış! Ateş olmayan yerden sadece duman değil, yangın bile çıkarmışmış. Söz olmuş, onun için üzülmüş teyzem. ‘Evi satıp taşınalım!’ dedi. Henüz yaşım müsait değil, onun da tek başına yeterliliği yok. Kim bilir belki Yönetimden birileri size de aynı düşüncelerle gelip ‘Ayıp!’ falan diyebilirler. Bu nedenle bundan böyle bize hiç gelmeyin lütfen! Çok sıkışırsak ben Posta Kutusuna not atarım, ya da dâhilden telefon ederim. Sizden evinizi satıp başka yere gitmenizi asla isteyemem. Teyzemi kurtarayım isterken, kendimi boşlukta bırakmamı düşünemez, istemez teyzem. Mutlaka siz de. Ya da…”

Çok, çabuk ve acele büyümüştü Ayşecik… Söyleyip-söylememe tereddüdü içindeydi. Susmasını fırsat bildim;

“Yönetimden kimse gelmedi kapıma, belki biraz deli olduğumu bildikleri için olsa gerek. Çünkü ilk hecelerinde tekmeyle, tokatla, silleyle, sopayla kovardım onları kapımdan. İkincisi sizin evi satıp buradan ayrılmanıza hiç gerek yok. Çok gerekirse ben giderim bir yerlere, evimi satarak, ya da kiraya vererek, sizlere herhangi bir şekilde söz gelmemesi için. Merak ettiğim şey ise; ‘Ya da…’ deyip de duraklaman. Tamamla lütfen söylemek istediğini.”

“Mutlaka mı?”

“Evet, mutlaka!”

“Gücenmeyecek, kızmayacak, bir amca-evlât gibi olan yaşantımıza asla kısıntı getirmeyecekseniz… Olur mu?”

“Şerefim üzerine yemin ederim ki; senin ‘Amca!’ diyerek yaşamıma kattığın muhabbeti(30) yitirmektense, ölmeyi tercih ederim!”

“O halde evlen teyzemle!”

Şoke olmuştum(31), nutkum tutulmuştu, ben tek kelime edemeden devam etti Ayşecik;

“Hem o zaman hep birlikte oluruz.”

Deliliği yakıştıramazdım Ayşecik’e. Ne diyordu bu kız? Ağzı ile söylediğini kulakları duyuyor muydu? “Kalbim ve cismim mühürlü” diyen birinin benimle evlenmesini öngörüyordu. Teyzesi onun bu teklifinden, ya da düşüncesinden haberdar mıydı ki? Sanmam!

Kendime gelir gibi oldum;

“Hayret bir şey! Ciddi misin sen? Nerden aklına geldi? Nasıl düşündün bunu? Ve en önemlisi teyzen biliyor mu bu teklifle bana geldiğini?”

Halk Ekmek kuyruğunda sıra bekleyen insanlar gibi arka arkaya sıralamıştım soruları? 

 “Sordum. Sadece boynunu büktü, ne anlamda düşünmemi istediyse, tek kelime etmedi, nefesini bile duymadım desem, yeri.”

“Gerçek mi?”

“Yok istemiyorsanız, sırf beraber olmamız için, evliymişsiniz gibi yaparsınız, hem o zaman kimse de söz etmez, edemez.”

“Çakma dedikleri sahte bir evlilik yani. O halde nasıl olacak bu evlilik, onu da düşünmüş, kararlaştırmışsındır herhalde?

“Tabii…”

Her şey Fıstığın plânladığı gibi oldu. Ben Ayşe’nin nefesini solumak için dünden hazırdım. Zaten o da “Hayır!” demeyi bilmiyordu, Nüfus Kâğıdını verdi.

Sessiz, sakin bir nikâhtı bizimkisi, sevgiye değil, saygıya ve zorunluluklara dayalı, yalnızca Ayşecik için. Belki nikâhın enteresan tarafı şu idi; kat komşusu iki hanım resmi nikâh şahidi, yönetimden iki erkek de dinî nikâh şahidi olmuşlardı tescil(32) için. Söylemeğe gerek yok, Site Yöneticisi ile “Ateş olmayan yerde yangın bile çıkar!” diyenler de davetliler içinde, resmi misafirlerdi, Ayşecik dışında!

İmamın mihri muaccel(33) sorusundan sonra yönetici;

“Evini üstüne yaparsın, olur biter canım!” deyince şaşırmamış, bir anda ve istekle; “Olur, hemen!” demiştim.

Artık her şey, pardon çok şey serbestti! İki eve gerek var mıydı? Ayşe ve Ayşecik benim evimdeki gerekli olabilecek bir kısım, özellikle hatıra niteliğinde olan şeyleri alıp kendi evlerine getirdiler. Ben de çamaşırlarımı topladım.

Ayşe ve Ayşecik büyük odada ayrı yataklarda, ben küçük odada kendi yatağımda yatacaktım, yalnız. Benim, daha doğrusu o günden sonra Ayşe’nin olan evi de dayalı döşeli olarak kiraya vermiştik. Benim eski eşyalarım yıpranıp, eskiyip bozuldukça yerlerine yenilerini almayarak boş olarak verecektik evi kiraya.

Ha yıprandığını düşündüğümüz eşyaları ne mi yapacaktık? En fazla üç bilemedin beş yıl sonrasında fakir-fukaraya dağıtmayı plânlamıştı Ayşecik. Bu demekti ki; Ayşe ile aramıza minimum üç yıl, maksimum beş yıl mesafe koymuştuk kestirmeden!

Bakalım bu üç-beş yıla tahammülümüz olacak mıydı bizim? Daha nikâhlarda “Evet!” derken yüreğim (belki de övünmek gibi olmasın; “Yüreklerimiz” demem uygun olur) kıpır-kıpırdı.

Ayşe de, Ayşecik de, ben de küskünlükten kurtulmuştuk. Sık-sık dışarıya çıkıyor ve geziyorduk. Ve ibret-i âlem(34) için eğer birileri varsa asansörde, ya da yollarda siteden, ilk insanlara rastladığımızda koluma giriyorlardı ikisi de.

Ve bir not; benim eski, Ayşe’nin yeni evinin kirası Ayşecik’indi, burs ya da eğitim giderleri olarak! Ev temelli boşaldığında ya Ayşecik yeniden kiraya verecek, ya da kendisi taşınacaktı, evlensin-evlenmesin. Teyzesi “Ev senin” demişti çünkü.

Sabah kalkıyorduk, akşam yatıyorduk. Bazen ayak seslerini duyuyordum Ayşe’nin. Daha kargalar bile kahvaltılarını etmeden kalkıyordu, sabah namazı için. Beş vakit namazında-niyazında olduğunu, benimse Cumalar dışında binamaz(35) olduğumu söylemem gereksiz.

Ayşe, Ayşecik okula gitmeden önce onunla ilgili ne varsa hazırlıyordu. Bazen ben kitap okurken, çalışırken, çay -ya da- kahve yapıyor, meyve soyup getiriyor, utangaçça geri geri çekiliyordu odamdan.

Yazı çoktan geçirmiştik. Yağmurlar da tükenmiş, karlar başlamıştı. Tombe La Neige.(36)

Ayşe, Ayşecik’i sabah-akşam, uğurlarken-karşılarken çılgın gibi oluyordu. Ne sağa bakıyordu, ne sola. Ne beni görüyordu, ne de bir başkasını. Yavrusunu kıskanan bir panter gibiydi.

Şimdi, isterseniz başlangıç satırlarına döndükten sonra sorun bana, ya da diyeceksiniz ki;

“Bu öykünün özeliği ne? Sıradan bir şey!”

Ben de şöyle diyeceğim; “Vallahi yaşantımı etkileyen bir şey var! Hayat gerçekten ve aslında elliden sonra başlıyormuş! Hele kişi ömrünün uzadığına inanarak âşıksa.”

Kısaca;

Ayşecik’in şimdi bir yeğeni var. Onun adı da Ayşecik. Mini-mini, şeker gibi, tatlı mı, tatlı…

Bilmem anlatabildim mi?...

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Aptal; Zekâsı pek gelişmemiş, zekâ yoksunu, alık, ahmak, salak avanak. Aynı zamanda küçümseme veya azarlama sözü olarak da kullanılmaktadır.

Abdal; Tasavvufta Allah’ın sevgili kulları arasından seçilmiş din büyükleri (40 kişi). Bunlar dünyadaki maddi her şeyden vazgeçmiş kişilerdir. Eskiden tarikatlara bağlı gezgin kişiler. Allah’a ulaşma yolunda çeşitli kademeleri adımlamış belirli bir aşamaya gelmiş kimse. Üstü başı perişan, gezgin, tarikatlara bağlı derviş. Allah’a ulaşma yolunda çeşitli kademeleri adımlamış dilenci kılıklı, hırpani yoksul kişiler. En önemlilerinden biri, bilindiği gibi; Pir Sultan ABDAL’dır.

(1) Mahcup; Bir toplulukta güvenini yitiren, rahat konuşamayan ve rahat davranamayan, utangaç, sıkılgan, kendine güvenini yitirmiş.

(2) Kader, kader sen bize nazik davranmadın…; olarak başlayan Türk Sanat  Müziği  bu eserinin Güftesi; Şahin ÇANDIR’a, Bestesi; Avni ANIL’a ait olup eser Kürdili Hicazkâr Makamındadır.

(3) Faraza; Varsayalım ki, tutalım ki, diyelim ki, ola ki.

(4) Kırkından sonra azanı teneşir paklar; Yaşını başını aldıktan sonra, kadına-kıza, içkiye-kumara düşenler, ahlâkı bozulanlar ölünceye değin o yolda giderler, düzelmezler.

(5) Kerameti Kendinden Menkul; Sahip olduğu nitelikleri abartarak söyleyen.

(6) En büyük hatayı yap, ama en küçük hatayı savunma! ALINTI (Cemil CAN)

(7) Daniska; En güzel, en iyi.

(8) Sözün aslı; Kısmetinde ne varsa kaşığına o çıkar şeklindedir.  İnsan her şeyi elde etmek için çalışır, çabalar. Fakat Allah kuluna neyi kısmet etmişse ancak onu verir.

(9) Pollyanna; Yaşam koşulları ne kadar acımasız olursa olsun, her şeye rağmen iyimserliğini yitirmeyen bir kız çocuğunun çevresini de etkileyen bir kız çocuğunun öyküsü. Eleanor Hodgman PORTER’ın dilimize yerleştirdiği “Pollyannacılık” kavramının sahibidir Pollyanna. Dünyaya oldukça pozitif ve mutlu bakan, kötülerin cezalandırılacağına, iyilerin ödüllendirileceğine dile getiren “Güzel gören, güzel düşünür, Güzel bakmak sevaptır!” felsefelerinin kâşifi, mucididir Pollyanna.

(10) Pattadanak; Pattadak. Birdenbire, ansızın.

(11) Eks; Ex, Exitus kelimesinin kısaltılmışıdır. Yunanca ‘sız...’ anlamına gelen kelime olup tıp dilinde ölü, ölüm hali için kullanılır.

(12)  Terk-i Hayat; Ölme.

(13) Miskin; Sümsük. Uyuşuk davranan, aptal, mıymıntı, sünepe, pısırık.

Miskinleşmek; Uyuşuk olmak, aptallaşmak, mıymıntılık, sünepelik, pısırıklık etmek.

(14) Kamelya; Aslı Kameriyedir. Bahçelerde yaz günlerinde oturmak için yapılan, kafes biçiminde ve kubbeli, üstü sarmaşık bitkilerle örtülen süslü çardak.

(15) Esami; Adlar, isimler.

(16) Espri; Nükte. İnce anlamlı, güldürürken düşündüren, düşündürücü ve şakalı söz. Yazıda, sözde, resimde ve davranışlarda  ince ve derin anlam.  Şu derin anlamlı sözü de eklemeden geçemedim; Espri yapmak zekâ işidir… Espriyi anlamak da zekâ işidir… Espriyi ciddiye almak ise geri zekâlıların işidir…

(17) Melânkoli; Karasevda, kara duygu. Ruhsal ve bedensel kimi duygularda yavaşlama, işinde başarısızlık. Psikolojik depresyon denilen akıl hastalığı yanında bir kısım fizyolojik hata ve rahatsızlıklar. İrsiyet önemlidir. Belirtileri; hassaslaşma, çabuk duygulanma, durup dururken ağlama, heyecanlanma, sinirlenme, endişelenme, güvensizlik.

(18) Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek, Anlatmak, Dobralaşmak); Açık, net, sakınmadan, çekinmeden, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmektir.

(19) İnzivaya Çekilmek; İnsanlardan kaçıp, dünyayla ilgisini keserek, hiçbir şeyle ilgilenmeyerek, tek başına bir köşeye çekilip yaşamak.

(20) İçten Pazarlıklı; Öfkesini, kinini, gizli niyetini, saklayan, açıklamayan,  kimseye sezdirmeyen, iyi görünüp kötülük yapan, sinsi, ikiyüzlü, çıkarcı, kendisi dışındaki kimseleri önemsemeyen kişi.

(21) Budala; Zekâ yönünden geri, aptal, gerzek, kafaca, zekâca geri olan.

Budalalar geçmişten, akıllılar şimdiki zamandan, deliler de gelecekten bahsederler, sözünü yazmasam olur muydu.  Napoléon BONAPARTE

(22) Sağdıç; Düğünlerde gelin ya da damada kılavuzluk eden, onları bilgilendiren, görmüş-geçirmiş kimse. Daha çok güveye bilgi veren, güveyin sağ kolu anlamında kullanılan bir kelime ya da deyim.

(23) Zıkkımlanmak; Genel anlamda yiyip-içmek gibi bir anlam taşırsa da, özellikle içmek anlamında kullanılan argo bir deyim, tıpkı “Ziftlenmek” gibi.

(24) Taverna; Çalgılı meyhane

(25) Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.

(26) Nebze; Çok az şey, az, pek az, “Bir parça” anlamıyla “Bir nebze” şeklinde kullanılır.

(27) “Yes, please”; Evet, lütfen, “No, thank you” Hayır, teşekkür ederim anlamında İngilizce cümlelerdir.

(28) VIP; Aslında kısaca; “Sıralama” anlamına gelmektedir. İngilizce “Very Important Person” kelimelerinin baş harfleri olup protokolde “Çok Önemli Kişi” anlamına gelmektedir. Türkçede bayağılaştırılmış olarak ÇÖK  (Çok Önemli Kişi) olarak söylenmektedir. Öteki ise; “Çok Ünlü Kişi” demektir.

(29) Mankafa: Anlayışsız, aptal, kendi isteği ile kendisini dışarıdan gelecek olan bilgilere kapatmış, tekdüze yaşayan ve bildiğini okuyan, cahil, düşüncesi kıt, ahmak insan tipi.

Bir başka alıntı; Gür ırmaklar kendileriyle birlikte birçok çakıl ve çalı çırpıyı da sürükler; güçlü ruhlar da birçok aptal ve mankafayı. Friedrich NIETZSCHE

(30) Muhabbet; Sevgi. Dostça bir arada bulunup konuşmak, sohbet, söyleşi.

(31) Şok Olmak (Şoke Olmak); Şaşırmak, şaşakalmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak, şaşkına dönmek.

(32) Tescil; Bir şeyi resmi olarak kaydetme, resmileştirme, kütüğe geçirme, bir taşınmazın üzerindeki hakkın kurulması için tapu kütüğüne düşülmesi gereken kayıt.

(33) Mihri (ya da Mehri) Muaccel; Acele verilmesi gereken mehir demek olup, nikâhta ve zifaftan önce verilmesi gereken mehirdir.

(34) İbret-i Âlem; Başkalarına, herkese, tüm âleme ibret olsun.

 (35) Binamaz;“Namaz kılmayan” anlamında olan bu kelime halk arasında yanlış olarak “Beynamaz” şeklinde söylenmektedir.

(36) Her yerde kar var… Tombe La Neige; Salvatore ADAMO’nun “Her yerde kar var!” olarak Türkçemize kazandırdığı bir şarkı olup zamanında halk arasında bu şarkı “Tombul Nejla” şeklinde de yorumlanmıştır.