O eski bahçeli köy evlerinde, yan yana ayrı iki evde yaşıyorlardı iki çocuk da. Biri kız, biri oğlan. Oğlan, 3-5 ay, bilemedin en fazla bir yaş büyüktü kız çocuğundan. Başka kardeşleri, büyük ablaları, ağabeyleri var mıydı? Önemli değil, ikisi de tekne kazıntısı(1) olsalar gerekti (herhalde). Köyün içinden geçen 05.15 treninin azizliği, tünele girerken düdük çalmasının(2) eseri gibi!

Gün geçmiyordu ki birbiri ile oynamasınlar. Birbirini görmeden dursunlar. Onlar Ayşe ve Mehmet idi. Köyde başka isimler mi konulacaktı ki onlara; Yeşim, Tanju gibi?

Büyüklük, küçüklük fark etmeksizin emsal, akran gibiydiler. Tek fark Mehmet’in Ayşe’ye annesinin, babasının dediği gibi “Kız Âşe!” demesiydi. Ayşe ise herkesin dediği gibi Mehmet’e “Memo!” demek gayretinde olurdu, her ikisi de yaşlarının ve dillerinin gereği olarak elverdiğince.

O yaşlarda köyün bütün çocuklarında olduğu gibi onlar için de; “Ayınları çatlatmak, Gayınları patlatmak(3)” zaruretti(4). Örneğin “r” ve “l” harflerini söylemekte zorluk çekerlerdi, söyleyemezlerdi bebeler, bu harfler genel olarak hep “y” harfi olarak şekillenirdi.

Köyde çocuklar ilköğretime başlayıncaya kadar camiye gönderilir, çocukların kısaca “Hoca Amca” dedikleri Hoca Kemal’e teslim edilirdi. O da Köy Mektebinde ne öğrendiyse, ne biliyorsa öğretmeğe çalışırdı bebelere. Gerçektir ki “r” harflerinde sıkıntıları olmasına rağmen çocukların hepsi maşallah sular seller gibi öğrenirlerdi(5) kutsal kitabı.

“Hatim etmek(6)” ise ayrı bir konu idi. Hatim edenler âlâyı vâlâ(7) ile tebrik edilir, sesler Koca Çayın sınırlarına ulaşacak şekilde “Yasin(8), tebareke(8), amme(8)” okutulurdu.

Ve caminin minaresinden o zamanlar minareye hoparlör alınamamış olduğundan çocukların başarıları sesi gür olan birisi tarafından ilân edilirdi;

“Falancaların kızı, ya da filâncaların oğlu hatim etmiştir, hatim indirmiştir, hatmetmiştir!” diye. Bilinenin aksine ya da çocukluktan gelen eksiklik itiraf edilircesine sesli ilândaki son “r” harfi oldukça ötesine kadar uzatılırdı.

Bu konuda tanınmışlıklara göre köy unvanları ile ilgili olarak şöyle bir-iki örnek vermek mümkün; Bibicilerin Çatlakçı Âşe’nin Hatçe, Bürüncüklerin Hacı Emin’in Nöri, Bıçakçıların Bıldır Nenenin torunu Yetim Ali, Ballıkayalı Kobalakların İbo ve Sıçancıklı Mehmet oğlu Mehmet’in Memo… gibi.

Örnekleri uzatmak, arttırmak mümkündü, tabii. Buradaki Âşe ve Memo’nun kimlerden olduğu aklımda kalmamış. 

Kız Âşe ve Memo uzun günlerin tükenmek üzere olduğu kirazların, eriklerin gelin olduğu(9) yaz mevsimini yaşıyor, irada giden anne-babalarının peşine takılarak bahçelerde de el ele tutuşup, koşturup oynuyorlardı, hem de hiç tekdirlenmeden(10), azarlanmadan, “Dölek durun!(10)” denilmeden.

Bahçelerde yılan, çıyan, akrebe karşı ve ısırgan otları dalamasın diye o sıcak günlerde bahçelere gidilirken her ihtimale karşı çizme giydirirlerdi anneleri çocuklarına. Kız Âşe’nin şalvarı, Mehmet’in apış arasından düğmeli kısa tulumu vardı üzerlerinde. Kocaman çocuklar olmuşlardı, herhalde altları bağlanacak değildi ya…

Bahçede dalından düşüp önüne düşen bir elma dikkatini çekmişti Memo’nun. Hemen tulumunun düğmelerini açmış, önlük gibi kıvırmış önce düşeni, sonra çürük-çarık-sağlam demeden diğerlerini toplamağa başlamıştı kucağına;

“Boyda da vay! Boyda da vay!” diyerek.

Ayşe Memo da sallanan şeyi ilk defa görüyordu. O bamyaya benzer şeyin ne olduğunu anlayamamıştı. Merak edip şalvarını dizlerinin üstüne kadar indirip bir kendi önüne ve sonrasında tekrar Memo’nun önüne baktı Memo’daki şey onda yoktu.

Kadınlar Hamamına gittiğinde bazı teyze ve ablalarda tıpkı kendisindeki gibi şeyler görmüştü. Kocaman memeli teyze ya da ablalar göğüslerini keselerlerken memelerini elleriyle kaldırıp öyle keseleniyorlardı. Oysa kendininkiler kara böcekler, ya da sürmeli dutlar gibiydiler.

Memo’nun şaşkınlığı da Kız Âşe’nin şaşkınlığından farklı değildi.

Kız Âşe ne yapması gerektiğinin şaşkınlığı içinde ağlamaya başladı, eksikliğinin ilk defa farkına varmış gibi. Şalvarını üstüne çekmesi aklına bile gelmemişti. Memo anlamamıştı onun ağlayışının nedenini, kendindeki fazlalığı umursamazcasına.

“Neden ağlıyorsun?” diye sordu ve cevabını aldı.

“Bende ondan yok!"

Birbirlerinin önlerine anlamsız gözlerle bakıyorlar, sonra kendi önlerine bakıyorlar, birbirinin önlerindekinin ne olduğunu anlamak gayretini yaşıyorlardı.

Memo ağlayışına kıyamadı Kız Âşe’nin;

“Üzülme ben sana veririm, ama nasıl verilir, bilmiyorum, anneme sorayım, öğreneyim, ondan sonra olur mu?”

Memo’nun bu kadar düzgün konuşması mümkün değildi tabii, “r” ve “l” harflerini “y” olarak yumuşatmadan, “Bilmiyorum” demek yerine “bilmiyom!” demesi gerekirken gibi. Eee! Konuşmaları kendince düzeltmesi, bazılarına farz olsa gerekti!

Kız Âşe, Memo’nun “Üzülme!” tesellisine kanmamış, uymamış, doğru annesine koşmuştu, ağlayarak ve işaret ederek;

“Memo’da olan şey niye bende yok!”

Annesi dünya harikası, meraklı kızının sözleriyle şaşırmıştı, şaşkındı, bugüne kadar bu konunun “Kendisini leyleklerin getirdiğini” söylemesi dışında neden aklına gelmediğini kendine sorarcasına, ne diyeceğini bilmez gibiydi, üstelik de kocasının yanında.

“Bak senin saçların uzun, şalvarın da var. Bu nedenle sen kız çocuğusun, o da erkek çocuğu. Bir de işte o gördüğün fark var aranızda. Onu da biraz daha büyüyünce anlatırım sana olur mu, güzel kızım? Hadi, şimdi git, kardeş-kardeş oynamaya devam et!”

“Ben büyümek istemiyorum. Benim de Memo’daki şey ne ise oramda ondan olsun istiyorum. Hem Memo söz verdi, annesine danışacak o bamya gibi şeyi bana verecek!”

“Saçmalamış!”

“Niye? Çok mu zor onu yerinden çıkarıp bana vermesi?”

“Zor tabii. Biraz daha büyümelisin!...”

Memo ilerleyen tarihlerde annesinden, onu Kız Âşe’ye vermesinin mümkün olmadığını, ona kibarca “Çundura(11)” “Çük(11)” ya da “Pipi(11)” dendiğini öğretmiş, o yaşlarda gerekli olmadığı düşüncesiyle ne işe yaradığını anlatmamıştı.

“Çiş yapmak için kullanıyorsun, ya!” diyerek konuyu bitirmişti.

Nasıl olsa öğrenmesi gereken vakitte öğrenmesi gerekeni öğrenecekti. Öğrenmenin yaşı olmamasına rağmen…

Annesinin söylemlerine rağmen Kız Âşe sahip olacağına inandığı şeyi Memo’dan bekliyordu. Öyle ya; belki şu anda bilmesi gerekmediği halde söylemesinde sakınca olmayan bir söz vardı: “Ya verdiğin sözü tut, ya da tutacağın sözü ver!” gibi.

Bu sözü ancak 10-15 yıl sonra söyleyebileceği aklının ucundan bile geçmemişti Kız Âşe’nin! O sadece Memo’nun dediğini tutmuştu aklında.

Memo onun kendisinin yaradılışı ile ilgili bir özellik olduğunu, “Çişini yapması için”  mutlaka yerinde kalmasının gerektiğini Kız Âşe’ye nasıl anlatacağının düşüncesini yaşadığı için birkaç gün ortalıklarda gözükmemeği yeğledi(12).

Kız Âşe çabuk, çok çabuk büyümüş gibiydi, o kısacık süre içinde. Memo’nun bahçelerde görünmemesi nedeniyle endişe, haset(13), kıskançlık duygularının tümünü yaşıyor gibiydi.

Karşılaştılar bir gün ve Kız Âşe kusması gerektiği şekilde kusma gayretinde oldu;

“Demek beni sevmiyorsun. Söz vermiştin. Ama kıskandın. ‘Anneme sorup vereceğim!’ dedin, ama ortalıklarda bile gözükmedin.”

Sağ elinin işaret parmağını orta parmağının üstüne koyup;

“Boz! Küsüyorum seninle, bir daha ne adımı duyacaksın, ne de beni göreceksin!”

Memo yanaşmadı Kız Âşe’nin parmaklarına kem-küm etti(14);

“Dinle biraz daha büyüyeyim!” sözü yarım kaldı. Kız Âşe parmaklarını kendi ayırmış, sırtını dönmüş ve kaybolmuştu. Bu yıllar sürecek bir kayboluştu ikisinin de o an bilmeyeceği, bilemeyeceği bir şeydi.

Aslında bunu sadece Memo için söylemek gerekti. Evet, Kız Âşe içten pazarlıklı(15) değildi, ama ağabeyinden aldıkları mektup üzerine daha o yaşta kararını vermişti; “Gidip de gelmemek için!”

Çünkü birbirinde gördüklerinin üzerinden birkaç gün geçtiğinde ağabeyinin ikizlerinin gelmekte olduğu, annesine ihtiyaçlarının olduğunu belirtmişti ağabeyi, iki satırlık mektubunda. Annesinin teklifini beklemeksizin Kız Âşe ısrar etmişti “Gideceğin yere beni de götür(16)!” diyerek.

İçindeki maksat ayrı, sebebi ve mazereti ayrı ve hazırdı: “Buralarda tek başına kalamazdı, babası bakamazdı kendisine, müzmehel(17) olurdu.

Dönüş vakti gelince de aynı çığırtkanlıkla(18) bağırıp çağırmıştı; “Dönmem Allah, dönmem!” diye. “Anan yahşi(1), baban yahşi, eşimiz dostumuz, arkadaşların var!” demek kâr etmemişti.

Ve ömrünün sonuna kadar denecek bir şekilde ikizlere bakmak için aynı şehirde kalmıştı Kız Âşe.

Memo o gittikten sonra yalnız kalmıştı köyde, o koca köy ortamında yalnızlığını hissediyordu boydan boya.

Memo, okumaya, büyük adam olmaya cesaretliydi. Yaşı gelince o da büyüklerinden birinin teşviki(20) ile büyük şehirde okumak için ayrılmıştı köyden, annesinin babasının elini öperek. İçinde Kız Âşe’nin ayrılışından beri içine sığdıramadığı bir boşluk vardı.

O dönmemişti, dolaysıyla onu ne kapı önünde, ne de bahçelerde görmesi mümkün değildi, geçen yılların içinde. Buhar olup uçmuş, sihir olup kaybolmuştu sanki.

Elleri böğründeydi Memo’nun. O yok ise köy de yoktu kendisi için. Bu nedenle büyüklerinin çağrısına uydu, daha ilköğretim başlangıcında. Umudun hiç olmadığı bir ayrılık hâkimdi tüm varlığına…

Memo’nun köyden ayrıldığı haberi çabuk yayılmış, ulaşması gereken yere de ulaşmıştı gereğince. Solmuş, sararmış, bedeninde ki yaşının gereği değişikliklerle ve okuma gayesiyle meydana çıktı Kız Âşe.

Bir yıl kadar gecikmesi olsa da, kız-oğlan farkını öğrenmiş olarak, belki de haksızlığının inancıyla önce köyde ilköğretime başlamış ve bitirmişti. Yıllar yılı Memo ile karşılaşmak, farkı fark ettiğini söyleyerek özür dilemek ve tekrar ona yönelmek arzusuyla yaşamıştı. Olmadı ama…

İlköğretimden sonra anne ve babasını ikna ederek(21) şehirde bir salon, bir göz oda ve mutfak-banyo kiralayarak okumaya devam etmeğe başlamıştı. Gerektiğinde babası-annesi köye gidip gelebiliyorlardı.

İnsan zamana hükmedemiyordu, hükmetmesi de mümkün değildi zaten. O, yani zaman aklına nasıl esiyorsa, alıp başını öyle gidiyordu, hiçbir şeyi umursamadan!

Memo birkaç kere köye geldi-döndü annesini-babasını ziyaret etmek için. Muhtemelen Kız Âşe de gelmiş olmalıydı ana-baba ocağına. Memo merak etti göremedi, Kız Âşe içinden istese bile oralı olmadı, görünmedi orta yerlerde, gözükmedi.

Memo’ya sadece annesi haber vermişti bir ara, Kız Âşe olarak değil, Ayşe olarak, o kadar…

“Güzelleşmişti, okumak yaramış, yakışmıştı, hem öyle güzel konuşuyormuştu ki, tıpkı profesörler gibi, televizyonlarda seyrettikleri insanlar gibi. Bir de gözlük takmıştı, çevresini daha iyi görmek için. Bu da ona ayrı bir hava vermişti.

Tüm bunlara karşın Ayşe, Kız Âşe’liğini yitirmemişti, hem de hiç. ‘Gelin Aba’ diyordu amcakızına, Hösen diyordu, Hüseyin yerine, Amed diyordu, Ahmet yerine...”

Memo biliyordu onun demediği, söylememeye yeminli olduğu ismin kendi ismi olduğunu. Küskünlüğünden, küslüğünden, affedemediğinden, belki de söz verdiği halde vermesi gerekeni veremediğinden dolayı.

Bitmesini istemediği şeyler, belki o yaşlarının başlangıcında, belki de bitiminde bitmiş, belki de bitmek zorunda kalmıştı.

Durmasını bilmeyen zaman, yerinde saymasını da bilmiyordu, devam ediyordu ve gerilerde kalmıştı yitirilen zamanlar…

Yürüyen zamanda çocuklar da aynı kalmıyorlar, büyüyorlar, olgunlaşıyorlar, Kız Âşe’ler genç kızlar, Memolar delikanlılar olarak devam ediyorlardı yaşamlarına ve adam da oluyorlardı hatta.

Ve gerçektir ki; ayrılıklar nasıl şekillenirse şekillensin, et tırnaktan ayrılmaz, kopmaması gerektiğine inananlar da birbirinden kopamazlardı. Öyle miydi? Öyleydi ya, hem de mutlaka…

Bundan böyle Ayşe ve Mehmet olarak anacağımız gençler de birbirinden ayrı da olsalar, birbirlerini görmeğe, konuşmaya tahammülleri de olmasa da şehirden çıkıp köye indiklerinde, birbirinin yoluna çıkmayacaklarına inandıkları ilk anda o elma ağacının altına gelip aynı sözleri tekrarlıyorlardı, hem sanki özlemle, dağlar-dereler, ağaçlar-çiçekler işitsinler istercesine;

“Boyda da vay!...”

Mehmet dini bayramlardan birinde köye gittiğinde yan bahçeyi tarumar(2)2 halde görmüş ve merak etmişti kapı-duvar(23) görüntüyü.

Ayşe’nin babası Salih Amca bir akşam irat dönüşü başını yastığa koymuş ve uyanmamıştı bir daha. Alelacele(24) köye gelen kızı, definden sonra annesini yalnız bırakmamış, bahçeleri akrabalarına, evi Mehmet’in anasına-babasına emanet edip kapıya da kilit vurduktan sonra anahtarı kendilerine teslim etmişti.

Annesi-babası Memo’nun üzülmemesi için ona cenaze haberini vermemişlerdi.

Oysa haber verselerdi belki Salih Amcasına karşı son görevini yapmış, hem de onu, yani Ayşe’yi belki de son defa dünya gözüyle görmüş olarak içtenlikle vedalaşırdı.

Ancak olmamıştı. Ne cenazeye, ne cenaze namazına,  ne de define yetişmesi mümkün olmamış.

Adres bırakmamış Ayşe. “Ben sizi arar bulurum, mektup yazarım!” demiş ayrılırken. Sel mi gelecekti ki evlerini götürsün? Yangın mı çıkardı ki, boş ev kül olsun? Deprem mi? O da herkese nasıl tesir ederse kendilerine de öyle tesir ederdi.

Ayşe’nin de, Mehmet’in de evlerinin çatısı kaviydi(24), kiremitler sağlam, çatı akmaz, kar yükünden yılmaz, doludan hasar görmezdi. Sadakat örneği Ayşe’nin bakımını üstlendiği, şimdilerde kendileri kendilerine yeten iki kumrunun da rahatları yerlerindeydi, kimseler elleşmediğinden yıllar yılı. Ayşe, elektrik, su, telefon ne varsa kapattırmadan bedellerini ödemiş, her ihtimale karşı da Mehmet’in annesine bir telefon numarası ile bir miktar para bırakmıştı.

“El, elin kaybolmuş eşeğini, türkü çığırarak ararmış!” ama öyle değildi Mehmet’in annesi. Hem kendisinin yaşı ilerlemiş, hem de babası artık bakıma muhtaç gibi olmuştu. Bu nedenle gereken vakti komşu ev için gereğince ayıramadıklarından bahçe tarumar gibi gözüküyordu.

“Evi havalandırayım bir!” dedi Mehmet. “Kara böcek, yılan, çıyan, akrep, fare varsa ilâç alıp gereğini yapayım!” derken, yıllardır göremediği ondan bir izle, bir satırla, bir şekille karşılaşmak arzusunda olduğunu saklamadı.

Saklayamazdı da zaten, çünkü annesi; “Ben de seninle geleyim! Belki acele ile giderlerken ortalıklarda mahrem(25) bir şeyler bırakmışlardır. Senin ellemen mekruh(25) olabilir!” demiş ve eklemişti;

“Sen sonra bahçeyi temizleyip düzenle, çiçeklere bak, sula!”

Salih Amcalar sadece iratla geçindiklerinden ahırı, hayvanı, davarı yoktu. Bir iki tavuk sadece, basit bir kümescikte. Ayşe ve annesi özellikle gurk(26) olanı civcivleriyle yalnız, bakımsız bırakmaya, ya da götürüp de bakamamaktan dolayı telef etmeye(27) korktukları için onları Mehmet’in ailesine bırakmışlardı, bir-iki horoz, tavuklar, iki ördek ve yemleriyle birlikte.

Buzdolabının fişini çektiklerinden dolayı içindekileri, kurtlanıp, güvelenip böceklenmesin diye kilerdekileri de “Zahmet olmasın!” dilekleri ve yaşlı gözlerle analı-kızlı kendi evlerinden Mehmet’lerin evlerine taşımışlardı hep beraber.

Bir kamyonete sığdırmışlardı götürülmesi gerekenleri, el elden taşıyarak ve şoför mahalline ana-kız birlikte oturmuş ve tüm köye el sallayarak uzaklaşmışlardı, sanki ilelebet uzaklaşıyorlarmış gibi.

Oysa ev-bark, tarla-tapan, her şeyden önemlisi babası köy mezarlığındaydı Ayşe’nin.

Mezar çökecek, gösterişsiz bir kabir yapılacaktı, anne-kız evin erkeğinden esirgemezler, esirgeyemezlerdi bu kadirşinaslığı(28)

Ana-oğul önce cümle kapısını, sonra evin dış kapısını açtılar. İçeride havasızlıktan dolayı oluşmuş sadece bir küf kokusu var gibiydi. Duvar saati durmuştu. Ayşe’nin onu neden yanında götürmediğine hayret etmişti Mehmet. O saatin ding-dong sesleri neredeyse kendi evlerinden bile duyulurdu oysa.

Annesi yatakları, perdeleri, pencereleri açarak havalandırırken rahmetlinin seccadesi, tespihi ve Ayşe’nin duvarda yan yana dizilmiş fotoğrafları çekti Mehmet’in dikkatini. Salih Amcasının tek ve özel kızıydı o, sanki kendisine kinle bakışlarını uzatır gibiydi duvardan bile.

“Çocukluğumuzdan beri görmedim Ayşe’yi. Gerçekten böylesine, bu kadar güzel ve alımlı mıydı anne?”

“Evet öyleydi. Ama sen derdine yan oğul, treni daha çocuk yaşta kaçırmışın. Bir doktor istiyormuş onu, gönlü yokmuş, ama çocukları olsun istiyormuş. Bugün-yarın onun evlenme haberi gelirse şaşırmamamız gerek! Sen de küçük yaşta ayrılmanıza sebep olarak ne yaptıysan kuşu elinden kaçırmışsın, avucunu yalarsın artık!”

Avucunu yalama işareti yaptıktan sonra devam etme gerekliliği hissetti annesi;

“Bilmez miydin ki eldeki bir, sahipleneceğini umduğun ikiden hayırlıdır. Kız Âşe güzeldi, terbiyeliydi ve üstelik karşılıklı olarak sizi birbirinize yakıştırıyorduk da. Neden birdenbire yabancı, hatta el oldunuz birbirinize anlamadık…

Ne sen ağzından bir şey kaçırdın çocukluğundan beri yıllar yılı, ne de o büyüklerine bir şey söylemiş yaşadıkça…

Oysa birazcık sevgi olsaydı aranızda Tahir ile Zühre gibi demiyorum, hiç olmazsa babanla benim aramdaki gibi, biraz, hiç olmazsa birazcık…”

Bundan sonrası Mehmet’in kendi başına yaşadıklarıydı, o halde onun anlatışına kulak vermek doğru olmaz mıydı?

Elini dudağına götürerek “Sus!” işareti yaptı annesine, haddi olmayarak. Eğer bu şekilde zapt etmeğe çalışmasaydı, tüm içtenliğiyle içinden geçenleri ortaya dökmeğe çalışacaktı, hem de onun evinde.

“Be güzel annem? Kahırlanan ben değilim, terk eden, sırtını dönen, uzaklaşan, araya mesafe koyan, ilgisini yitiren ben değilim. Neden beni suçlarsın ki? Ben doğdum gönlümde o vardı yaşadığım terk ettiği anlara kadar ve öleceğim gönlümde yine yalnız o olacak, eğer bu sevgi ise, evet bu aşk ise, tüm bağlarımla bağlandığım, bağlı kalacağım…”

Doktor? Evet, onu sahiplenmek isteyen doktordan önce ona ulaşmalıydı, elini çabuk, çabuktan da öte çabuk tutmalıydı. Eğer annesinin dediği gibi kuşu gönül kafesimden kaçırırsa bir daha yakalaması asla mümkün olamazdı Mehmet’in. Ama nasıl?

Annesi onun yazdığı telefon numarası kayıtlı kâğıdı bulamıyordu bir türlü. Terk edilen evde onun kaldığı adres ile ilgili olarak bir tek ipucu bile yoktu, gözüne çarpan. Şu gerçekti ki; o herhangi bir vesile(92) ile herhangi bir şekilde annesini aramaz ise onu bulmak şansı asla ve hiç olmayacaktı.

Ve Mehmet deli olmak üzereydi. Yok, öyle en sevdiği oyuncağını yitiren bir çocuk gibi değil, Allah’ını yitirmiş bir kul gibiydi!

Onu hatırlıyordu, zihninde hiç tükenmeyen hayaliyle resmini çizercesine. Çocukken de çok güzel bir kızdı. Zeytin gibi gözleri vardı, demek ki onlara nazar değmiş, gözlük takmağa başlamıştı. Saçları, burnu, dudakları, elleri beynine kazınmış gibiydi.

Başka bir şey gelip yerleşmemiş gibiydi hatırına. Odadaki fotoğraflarında o günlere göre daha güzel görünüyor ve Mehmet ona ulaşamıyor olmanın, ulaşamayacak olmanın kahrını, ıstırabını yaşıyordu, tüm mevcudiyetinde, köyden “Allahaısmarladık!” diyerek yönünü şaşırmış bir göçmen kuş gibi, dengesini yitirmek üzere olan bir sarhoş gibi uzaklaşırken.

Annesine son bir umut olarak; “Ondan bir haber ulaşırsa bana da iletin!” demişti.

Ama annesini handiyse(30) yarım saatte bir; “Bir haber var mı?” diye arama telâşını, bir haber alabilme arzusunu yaşıyordu, içinden.

Hiç aklına getirmediği, gelmemesi gereken, ama gelen düşünceler beynini harıl harıl meşgul ediyordu. Kısaca o şimdi kimdi, neydi, neredeydi, nasıldı ve en önemlisi beyninde zerresi var mıydı Mehmet’in?

Onu hiç unutmamıştı, unutamamıştı değil, yaşadığı bereketli ya da bereketsiz, neşeli ya da hüzünlü, sevinçli ya da üzüntülü her bir anında bile.

Ama Ayşe uzaklaşmak istemişti kendinden “Küstüm” diyerek parmaklarını uzatarak.

Ve sonra yaşamının hiçbir anına girmemek için gayretli olmuştu. Uzak durmak isteğine saygı duymalıydı Mehmet. Daha çocukluğunda şekillenen annesinin bile fark etmediği, hatta umurunda olmadığı sevgisi, saygı duymasının da gerekliliği idi.

Zorla güzellik olmazdı, zorla sevgiyi belirtmek de yanlıştı, kendine göre. Hem uzak durmak mecburiyetindeydi de, bir bakıma. Ne için? Çocuk düşüncesiyle onun kendisinden istediğini ona verememesinin imkânsızlığı yüzünden!

Oysa “Canını ver!” deseydi, o çocuk gönlüyle, o sevgiyle yoğrulmuş ruhuyla ayaklarının altına sererdi canını, hem hiç çekinmeden, hem bir an bile gecikmeden…

İnsanların hayatında; bir kısmımızın “şans”, bir kısmımızın “tesadüf”, bir kısmımızın da “kader” dediği değişikliklere rastlanır. Mehmet’in yaşamak istediği de o idi.

O, bileydi ki Fizan’da(31) göçerdi oraya, haberi olsaydı ki Kaf Dağının ardında, uçardı oraya. Anlatılsaydı eğer yerin yedi kat altında, ya da göğün yedi kat üstünde olduğu, gecikmişliğini umursamaz ulaşma inancıyla delerdi toprağı, merdiven dayardı gökyüzüne.

Bilirdi ki; Aşk, bir uçurum kıyısında gözü kapalı yürümektir.(32)

Ve Mehmet bunu deniyordu.

Annesi telefon etti;

“Evi tekrar havalandırmaya gittiğimde, eski bir mektup geçti elime. Arkasında Ayşe’nin o günlerdeki adresi yazılı. Sanırım ki babası ölmeden evvel yazılmışlardan biri. Ara, bul onları. Yalnız ve iki kadın onlar. Belki bir, belki de çok şeylere ihtiyaçları vardır!”

“Be güzel annem, ben ne düşünüyorum, sen ne öneriyorsun! Sevgiye susamışlığımı anlaman o kadar mı zor?” diyebilir miydi annesine? Mümkün müydü?

Verdiği adrese koştu Mehmet hemen, sükûtu hayale(33) uğramakta gecikmemek için olsa gerekti! Kapıyı çaldı, ufak bir kız çocuğu çıktı kapıya. Yüreği “Cız!” etti(34), doktorun ve onun çocuğu diye.

Ayşe’yi sordu, çocuk içeriye doğru “Anne!” diye çığırdı. Gelen anne, Allah’ına şükretti ki Ayşe değildi ve “Kendilerinden önceki kiracı olduğunu” söyledi. Ne kendileri, ne de ev sahibi gittikleri adresi bilmiyorlardı.

Mahalle Muhtarı ise; “Hayat-memat meselesi(5)” demesine, yalvarıp yakarmasına aldırmaksızın “Yasak, adres veremem!” deyip kestirip atmıştı, ellerinin boş olarak böğründe çaprazlaşmasına aldırmaksızın.

Çaresizdi.

Şans, tesadüf, kader beklemekten ve umutlanmaktan, ummaktan yorulmak üzereydi. Yalnızlığına, bahtsızlığına lânet okuyordu. Serserilik ve alkol bağımlılığı, arkadaşı olmuştu, sair zamanlarında.

Hafta sonuydu o gün. Ki hafta sonları en sevdiği günlerdi Mehmet’in. Hele ki iş yerinde, bitip tükenmesi mümkün olmayan gönül yorgunluğuna ek olarak olağanın üstünde yorulmuşsa.

Ve tabiidir ki ertesi gün sonsuz dinlenme ve güzellik uykusunu(36) uzatma hakkı olduğunda içki konusunda limiti(37) aşmasında da mahzur yoktu.

Gidiyordu, o sıra dışı ucuz meyhanelerden birine doğru. Aradan oldukça uzun bir zaman geçmesine rağmen önünde yürüyenlerden birinin değişmeyen sesi etkiledi onu, yıllardır özlediği, unutmadığı, unutmasının mümkün olmadığı değişmeyen bir sesti bu, hemen önünden, hemenin de hemen önünde, önünden.

Bir pınarın akışı, bir denizin çalkalanışı, bir muhabbet kuşunun şakıması(38) gibiydi bu ses.

O sesin kendi sesini duyması isteğiyle içinden geldiğince söylemeye çalıştı söylemek istediğini;

“Boyda da vay! Boyda da vay!”

Şaşkınlıkla döndü, Ayşe idi o, şaşırma hakkını kullanmak istemeyen, arkadaşını umursamazcasına, devam etti Mehmet;

“Sen benim için gereksin, gereklisin!”

Cevapladı Ayşe Mehmet’i sarılarak, hatta öpmek arzusuyla gibi;

“Ben senin için gereğim, gerekliyim!...”

İkisi için de başka sözlere gerek yoktu…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Dört yaşlarında bir çocuk “Burda da var!” demeyi nasıl başarabilir ki? Hele ki “r” harflerini söylemekte zorluk çekiyorsa (her çocuk gibi)! “Boyda da vay!” demesi uygundu!

 (1) Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı);  Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.

 (2) 05.15 Treni; İnsanların uyanmalarının erken, işe gitmelerinin ise daha da erken vakitte olduğu anlatılmak istenmiştir!

(3) Ayınları Çatlatmak-Gayınları (Kafları) Patlatmak; Böyle bir söz dizisi Türkçemizde yok. Üstüne basa-basa bir şeyleri söylemek anlamındadır. (Bilindiği üzere ayn, gayn, kaf, kef Arap alfabesi harfleridir.) Ancak genelde yöresel yahut da ülke genelinde olarak Kur’an’ı tecvidi ve makamıyla okuyamamak, bazen yanlış okumak anlamında kullanılan bir söz olup, “Aynaları çatlatmak, yayınları patlatmak” veyahut “Afyonu, zulayı patlatmak” gibi sözlerle hiçbir ilgisi ve ilintisi yoktur.

(4) Zaruret; Zorunluluk, zorunluk, gereklilik. Sıkıntı, yokluk, fakirlik.

(5) Sular Seller Gibi Öğrenmek; Bir metni, bir söz dizisini, bir konuyu, bir dersi yanlışsız, doğru öğrenmek.

(6) Hatim Etmek (Hatmetmek), Hatim İndirmek, Hatim; Mühürlemek, sona erdirmek, bitirmek. Asıl anlamı; Kur’an’ı Kerim’i “Başından sonuna kadar okuyup, bitirmek” anlamlarına gelmektedir. Türkçemizde bazen ezberlemek (hatta hafızlamanın, ineklemenin benzeri gibi ders çalışmak) anlamında da kullanılmaktadır.

(7) Âlâlı-Vâlâlı (Âlâyı-Vâlâlı, Âlâyı-Vâlâ ile); Her şeyiyle mükemmel, dört-dörtlük.

(8) Yasin Suresi; Kur’an’ın geleneksel olarak okunan 83 ayetten oluşan 36. Suresi.

Tebareke Suresi; “Mübarek etsin!” (Kur’an, 67. Mülk Suresi). Genelde ölülerin arkasından okunan bir suredir.

Amme Suresi; Kur’an, 1-30 Ayetlerle Nebe Suresi.

(9) Meyvelerin Gelin Olması;: Hasadın ya da iradın sonunun alınması, tükenmesi, uzanılamayan dallarda kalanların kurtlanması, kuşlara ya da çürümeğe bırakılması anlamlarında yöresel bir deyiş.

 (10) Tekdirlenmek; Azarlanmak, paylanmak.

Dölek Durmak, Dölek Olmak; Davranışları doğru, ölçülü, hesaplı, ağırbaşlı olan, akıllı hareket eden insanlar için kullanılan yöresel bir deyim.

 (11) Çundura; Erkek cinsel organına yöresel olarak verilen ad. Çük, Pipi kelimeleri de aynı anlamdadır. (Bu kelimelerin başka anlamları da var mı, bilmiyorum, ama enteresandır; Çundura kelimesini soy isim olarak kullananların olduğunu biliyorum).

(12) Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.

(13) Haset; Çekememezlik, kıskançlık. Bir kimsenin sahip olduğu mevki, şan, şöhret, sıhhat gibi manevi, mal-mülk gibi maddi nimetlerini çekememek, bunlardan rahatsız olmak, sahip olanın bunlara malik olmamasını arzulamak, dilemek, istemek.

(14) Kem Küm Etmek; Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek. Hık-mık demek.

(15) İçten Pazarlıklı; Öfkesini, kinini, gizli niyetini, saklayan, açıklamayan,  kimseye sezdirmeyen, iyi görünüp kötülük yapan, sinsi, ikiyüzlü, çıkarcı, kendisi dışındaki kimseleri önemsemeyen kişi.

(16) Gideceğin yere beni de götür! Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Halil SOYUER’e, Bestesi; İbrahim ÖZORAL’a ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır.

 (17) Müzmehel; Esas kelime olarak “müzmahal” şeklinde söylenmekle birlikte yöresel olarak “müzmehel” şeklinde kullanılmaktadır. Anlamı; “İşe yaramaz duruma gelmek, yitirilmiş, yok olmuş” şeklindedir.

(18) Çığırtkanlık; Çığırtkan (Çağırtkan. Çıkarı olduğu için birini övüp koruyan kimse. Bir şeyi yüksek sesle çevreye duyuran. En iyi bağıran, güzel sesli, bu yolla müşteri çeken) olma durumu.

(19) Yahşi; İyi, güzel, çok güzel. Toy, deneyimsiz. Yiğit. Yakışıklı.

(20) Teşvik Etmek; Birinde bir şeyi yapma isteği uyandırmak.

(21) İkna Etmek; Bir kimseyi bir konuda inandırmak, bir şeyi yapmaya razı etmek. Kandırmak.

(22) Tarumar; Dağınık, karışık, perişan.

(23) Kapı Duvar; Ses, seda çıkmaması durumu, başvurulduğunda yanıt alınmayan kimse ya da yer. Aldırmaz, vurdumduymaz kimse.

(24) Kavi; Dayanıklı, güçlü, sağlam, zorlu.

(25) Mahrem; Gizli, saklı, açıklanmayan. Haram olmayan, yani bir kadının evlenmesinde, dinen mahzur olmayan erkek.

Mekruh; Haram gibi kesin ve bağlayıcı olmamakla birlikte yapılmaması istenen, hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey.

(26) Gurk Tavuk; Civciv çıkarmak için yumurtalar üzerine oturup sabırla süreyi bekleyen tavuk. Mecazi olarak durgun, durağan insan, yanındakini korumak, kollamak için güç sarf eden.

(27) Telef Etmek; Gereksiz yere, bir hiç uğruna öldürmek.

(28) Kadirşinaslık; Kadirbilirlik. Değerbilirlik, iyilikbilirlik, kıymet ve değerleri anlamak, anlayabilmek.

(29) Vesile; Sebep, bahane, elverişli durum, fırsat.

(30) Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.

(31) Fizan (Arapçası Fezzan); 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda en çok korkulan bir sürgün yeriydi. Burası, bugün Libya olarak anılan ülkede eski Trablusgarp.

(32) Aşk, bir uçurum kıyısında gözü kapalı yürümektir. Zülfü LİVANELİ

(33) Sükûtu Hayal; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı.

(34)  Yüreği “Cız!” Etmek; İçi sızlamak. Çok acımak.

(35) Hayat-Memat Meselesi; Ölüm-kalım konusu.

(36) Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.

(37) Limit; Bir şeyin nicelik bakımından erişebileceği en son nokta ya da yer. Değişken bir büyüklüğün istenildiği kadar yaklaşabildiği durağan büyüklük. Kısıtlama, sınırlama, belirleme.

(38) Şakımak; Şarkı, şiir olarak söylemek. Neşeli, tatlı bir biçimde bir şeyleri söylemeye çalışmak. Güzel hoşa gidecek bir şekilde ötmek.