Aramız birazcık da olsa limoni idi kocamla. Birimizin ilk adımı atmamız gerekti. Yuvayı yapan dişi kuş olduğuna ve kocamın adım atmak gibi o tarakta hiç bezi olmadığına göre bu adımı ben atacaktım mutlaka (bir kere daha tekrar edeyim, mutlaka).

Aslında limoni olacak hiçbir şey yoktu aramızda. Neymiş efendim; “Son elbisem o kadar dekolte(1) olur muymuş, neden elin adamını, bayramlaşırken olağandan fazla kucaklamışmışım, vay efendim, bacak bacak üstüne atarken neden eteklerime dikkatli olmamışım?” Mış mış da, mışım mış…

Asmış suratını oturmuş, kararmış da kararmıştı Oğuzhan. Yatağımız yerine de gidip kanepeye uzanmıştı. Oysa benim;

“Küs! Ama lütfen yatağımızda ol!” dememe de içinden aldırmak gelmemişti. Ben;

“Üşüyorum Oğuzhan! Kıyacak mısın bana?” deyince homurdanarak, pijamalarını bile çıkartmadan yatağımıza geçmiş, sırtını ve dahi poposunu dönerek yatmıştı, yatağımıza, bulunmaz Hint kumaşıydı sanki?

“Cennet annelerin ayağı altındadır” derler ya hani, cennet anne adaylarının da ayaklarının altında olmalıydı! Her ne kadar bunun için dokuz aydan fazla bir zaman geçmesi, ya da beklemek zorunlu ise de…

Oğuzhan ne kadar bencil, kıskanç, kendini bir şey sanan, aksi biri ise, ben onun tamamen tersi bir yaratılışta idim, bana göre, çevreme göre hatta, sevecen, duygulu, hassas, elimi isteyene, kolumu verecek kadar…

Öyle çok kişinin anlattığı gibi beşikten başlamamıştı onunla birlikteliğimiz.

Üniversiteyi kazanmıştım. Taşra(2) şehirlerinden birinden gelmiştim bu kocaman köye, ya da şehre, nasıl denirse hani? Ufkum oldukça genişti, ama daralmıştı bu kocaman heyulada(3). Kör gözüm parmağına değildi davranışlarım. Görmüştüm, bilmiştim, yaşamıştım, ama gene de eksiklerim vardı yadsımadığım. Yani kendimce bildiğim ve de dahi asla çevremden gizlemediğim, ya da gizleyemediğim.

Oğuzhan bana göre bir üst sınıftaydı. Şaşkınca sınıfımı ararken rastlamıştım ona. Ya da Oğuzhan rastlamıştı bana. Engelleyemediğimiz duygular yönlendirmişti belki bizi birbirimize. Kader de diyebilir miyim, dedim bile. Çünkü öyle bir tebessümü, öyle olağanüstü bir gülüşü yaşamımın hiçbir karesinde görmemiştim. Anneminki-babamınki de dâhil desem, onlara haksızlık mı etmiş olurum ki?

“Bir bakış baktın, kalbimi yaktın…(4)  Bu şarkı, benim için bestelenmişti sanki.

“Yardımcı olayım!” deyip elimi tutmuştu. Çekmemiştim elimi. Yaşamımda hissettiğim ilk sıcaklıktı bu ve içimden gelmemişti bu sıcaklığı reddetmek. Ve sonra;

“Ben Oğuzhan, görüşmek dileğiyle!” demişti.

“Ben Akgül!” deyip cümlemi tamamlayamamıştım, belki de tekrar karşılaşmaktan, görüşmekten çekinmiştim, ilk heyecanımı atlatıp.

O gün aşırı bencillik, aksilik, kıskançlık gibi saplantıları olduğunu belirtmemişti, ya da öyle biri gibi gözükmemişti gözüme Oğuzhan. Yakışıklı, sevecen, sıcaktı daha ilk görüşte, sıcacıktı, hatta sımsıcacıktı daha ilk bakışta.

Sonra zamana karşı yarışmıştık. Bir yıl, iki yıl ve sonuncu yıllardan biri.

Elimden ilk tutan olduğu gibi, bana ilk çiçek veren, ilk aşk şiiri okuyan, beni ilk yönlendiren, yakından ilk nefesini duyduğum, bana ilk heyecanı yaşatandı Oğuzhan.

Ve günlerden sonra bir gün;

“Evlen benimle!” demişti Oğuzhan, başlangıç cümleleri kurmaya gerek görmeden, pattadanak(5).

İki çulsuz (ya da çıplak) bir hamama yakışırdı, ama aileler el ele vermiş, okurken de olsa, zapt edemeyeceklerine inandıkları bizi, yani Akgül ve Oğuzhan’ı baş-göz etmişlerdi, diğer bir gerçek deyimle evlendirmişlerdi bizi.

Bir taraf karyola, masayı alırken, diğer taraf televizyon ve buzdolabını almış, bir taraf eğitim giderlerini karşılarken, diğer taraf yiyecek-içeceklerimizi sağlamayı deruhte etmişti(6). “Yeter ki, çabucak okusunlar, adam olsunlar” idi muratları, ya da dilekleri, her neyse.

Bir de mezun olup torun verirse idik, keyiflerine diyecek yoktu anne-baba, dünür karmaşasına. Neden mi? Tencere yuvarlanır, kapağını bulur ya hani, hem ben, hem de Oğuzhan ailelerimizin birer tanesiydik, kardeşlerimiz yoktu.

Bir evin birer goncası, bir evin nasıl diyeyim; efesi, yengesi, prensi, prensesi, beyefendisi, hanımefendisi, nasıl diyorlarsa işte öyle idik. Kısaca; al bebek, gül bebek denirdi, hiç bir eksiği sıra dışı bırakılmamış bizlere.

Okula çok yakındı evimiz. Anne-babalarımız, belki de her ikileri birden bulmuşlardı evimizi. Ev sahipleri de muhterem insanlardı. “Yeni evliler gelecek, hemi de daha öğrenciler” deyince, evin boya-badanasını, kendi zevklerine göre de olsa bizzat üstlenmişler, ne depozito, ne de peşinat talep etmedikleri gibi; eve yerleştiğimizde;

“Darda kalırsanız çekinmeyin, beni, bizi de anneniz-babanız bilin!” demişti İlhan Ağabey ve Evşen Abla.

Gerçeği, yani ev sahiplerimizin gerçeğini bilememiştik başlangıçta. Sonra bir gün, hangi vesiledir(7) hatırlayamadığımız bir gün ellerini öpmeğe gittiğimizde öğrenmiştik boy-boy resimlerden, madalyalardan, beratlardan(8) tek oğullarının askerliğini yaparken, kahpece bir eylemde şehit olduğunu. Bu nedenle malda-mülkte gözleri yoktu. Daha ölmeden intifa hakkını(9) kullanarak oturmakta oldukları evlerini bir Vakfa (adını neden saklama gereğini hissedelim ki; oğulları gibi yaşamak ve yaşatmak isteyen Mehmetçik Vakfına) bağışlamışlardı. Bizim oturduğumuz daireyi ise her ihtimale karşı ellerinde tutmak gereğini hissetmişlerdi. Ama onu da gereğine uygun olarak bağışlamak vardı düşüncelerinde tabii ki.

İlhan Ağabey ve Evşen Abla öğretmen emeklisi idiler. Maaşlarının, kısaca gelirlerinin dememiz gerek, çünkü ev kirası da alıyorlardı bizden, kendilerine yetecek kısmı dışındaki kazançlarını da yandaki İlköğretim Okuluna ve diğer vakıflara mümkün olduğu kadar eşit bir şekilde üleştirmeğe çalışıyorlardı, üç ayda bir.

İlköğretim Okulundan ve her vakıftan gelen teşekkür ve beratlar evlerinin tüm duvar ve köşelerini işgal etmişlerdi. Kısaca; ömürlerini tüketmek dışında yaşamdan hiçbir bekledikleri ve gelecekten de hiçbir endişeleri yoktu.

Böyle bir minval(10) üzerine idi yaşamımız. Hani burada ufacık da olsa bir açıklama yapmam gerek. Şehir ya da Üniversite yapısının kurallarına uygun olarak ben eşime kısaca; “Ozi!” diyordum, Ozi de bana kısaca; “Gül!” diyordu. Ben ismimden memnundum, atılsa da, gül yine de gül idi, ama Oğuzhan’a “Ozi!” demek ne kadar uygundu ki? Bilmem ki, bilemem ki ve bilemedim ki? Çok mu inkisar(11) yüklü oldu söyleyişim? Dert etmeyelim…

Sırtını dönmüştü Ozi;

“Gerçi bana küssün, ama rica etsem kolum erişmiyor, sırtımı kaşıyabilir misin azıcık?”

Bu kastı hiç kullanmamıştım bu ana kadar. Ama gereğine ulaşacağına adım gibi emindim. Çünkü ben kocamı biliyor, tanıyordum ve sevgisinden de adım kadar emindim.

İsteksizce de olsa dönmüştü bana doğru Ozi, sırtımı kaşımak için. Ben de ona dönmüştüm;

“Şöyle iki elinle sarılarak kaşıyıver sevgilim!” derken…

Türk filmlerinde burada film kopuyor, ya da manzara resmi çıkıyordu. Gerçeğimizde de film kopmuş, barışımızı ilân etmiştik…

Söylemek gerekli mi, bilmem. Kısa zaman içinde çok olaylar gecikmemişti.

Birincisi; Oğuzhan mezun olmuş, askere gitmesini erteleyerek bir işe girmişti. İşi de, ücreti de, konumu da, sosyal gereklilikleri de çok iyi değilse bile, oldukça iyi idi bugün için.

İkincisi; Son sınıfta olmama rağmen, kendimi hamile olmak, bebek sahibi olmak için hazır gibi hissediyordum.

Üçüncüsü ise; hayırlara vesile olsun, denecek acı bir haberdi. Ev sahibimiz İlhan Ağabey aniden rahatsızlanmış ve gidişine çeyrek kala bizleri yanına çağırmıştı:

“Ben gidiyorum. Teyzeniz size emanet. Ona bakın, onu yalnız bırakmayın ve oturduğunuz ev, sizin!” demişti.

Akşamına okuldan ve işten döndüğümüzde bir kısım adamlarla bir bayanı kendimizi bekler bulmuştuk. Bir kısım belgeler bana imzalattırılmış ve “Şu kadar parayı Tapu Dairesi Veznesine ödeyin ve Tapunuzu alın!” denmişti.

İlhan Amca onu da bize bırakmamış, eşine işaret edip, dolabın üstündeki kutudan gereğinden fazla parayı bize verdikten sonra sekerât(12) haline geçip birkaç dakika içinde teslim etmişti ruhunu emanetçisine…

Evşen Teyze kendi evinde, biz kendi evimizdeydik yaşam biçimlerimize göre, ama tüm boş vakitlerimiz onunla geçiyordu, İlhan Ağabeyin ölümünden sonra. Şehit oğlu yerine evlâtlık yapmağa çalışıyor, bu konuda gayretli oluyorduk, ama ne oğlunun, ne de kocasının yerini doldurmamız imkânsızdı, tabiidir ki.

“Beş vakitte dualarım sizinle!” diyor, başka bir şey demiyordu Evşen Abla.

Bir gün bizi çağırıp kocasının sandığını açtı, hacca gittikleri pasaportları, hatıra sakladıklarını, taşları, yüzükleri, tespihleri, takkeleri ve bağış yaptıkları vakıfla ilgili sözleşmeyi gösterdi.

“Bu evde gördüğünüz, sahiplenmeyi istediğinizin hepsi sizin çocuklarım!” dedi.

“Ben de beyimin, oğlumun yanına vasıl olunca, amcanızın da, benim de vasiyetlerimi unutmayın. Amcanız gibi, beni de köyümün yağmurlarında yıkayın. Ve beni de amcanızın yanına gömdürün, lütfen! Sandığın dibinde yeterli miktarda para var, ziynet de. Hepsi sizin. Mevlitlerimizi okutun. Mezarlarımızı ve mezar taşlarımızı yaptırın. Bıraktıklarımız yetecek sanırım, ama yetmezse de evlât hakkımız olarak siz tamamlayın eksikleri, eksiklikleri, eksikliklerimizi!”

Allah geciğinden versin Evşen Abla. Allah sağlık içinde yaşamanızı sağlayıp başımızdan eksik etmesin sizi.”

“Siz beni dinleyin. Amcanızın bu sandığını evinizde muhafaza edin! Asker Ağabeyinizin fotoğraflarından, berat, şilt, ya da madalyalarından hangilerini isterseniz, hatıra olarak mutlaka bugünden alın, götürün evinize. Bunlar, şunlar asar-ı atika(13). Te dedemden kalmış. Şu duvardakiler de amcamızdan, dedemizden. Özendiklerinizi alın. Ben ölünce kapıyı kilitleyip sadece Vakıf Yöneticilerine açın. Yarın gelirken, kural nasılsa, bilmiyorum, noteri mi, muhtarı mı yetkili her kimse onu çağırın evimize, “Evimi teslim etmeye yetkilidir” belgesini senin adına tanzim ettirip sana ya da o yetkili kimse ona devredeyim. Olur mu Oğuzhan Oğlum?”

Bunları; Allah’ın “Yürü ya kulum!” dediği bir kazanç olarak mı yorumlamak gerekti ki? Kötü olmadığımıza kesinlikle emindik, Ozi ile. İyi olmamız mı? Onu; bizim değil, çevremizin söylemesi gerekli idi (değil mi?).

Henüz senemizin yarısında idik. Ozi’nin çok çalışıp para kazanıp evimizin eksiklerini tamamlamasının yanında, kaprisleri(14) ile baş etmeğe çalışmamın ve de derslerimde başarılı olmak, okulumu bitirmek ve evimize katkıda bulunmamın mecburiyetlerini yaşıyordum.

Of ya! Hayat ne kadar da çok güçlüklerle doluydu.

Bir de… “Bir de” demeyeyim, ikide bir de desem, daha doğru bir deyim olacak herhalde, annelerimizin; “Var mı hayırlı bir haber, var mı bir gelen-giden?” şeklindeki soruları yok muydu, birkaç cephede savaşmak yoruyordu beni gerçekten.

En çok da üzüldüğüm konulardan biri, Oğuzhan çevresinden gizli-kapaklı da olsa anlayacağım bir şekilde; “Kısırlık” yakıştırmasıydı ki bu, beni en çok bunaltan bir olguydu. İnsanlar yaşamlarını kendilerine göre yönlendiremez miydiler ki? Mutlaka ataların, anaların dedikleri, istedikleri mi olmalıydı ki? Bizler gurk tavuk muyduk ki kuluçkaya yatıp gereğini bekleyecek? Ve sonra “Müjde!” denilecek olguyu yaşatacak?

Her ağaç meyvesinin olmasını mutlaka isterdi. Ancak bunun için mevsiminin gelmesi gerekmez miydi ki? Elbette çocuk evin bereketiydi. Ama insanların kısırlıklarından söz etmeden önce zorunluluklarını, yaşama gerekliliklerini göz ardı etmesek olmaz mıydı ki?

Bir gün ben teyzede akşam yemeği için sofrayı hazırlamış, bitirme sınavım için derslerime oldukça konsantre olmuş(15), ders çalışırken geldi Ozi, hışımla. Zili çalmasındaki ahenksizlikten anlamıştım hışmını ve ters giden bir şeyler olduğunu.

Bilmem başka ailelerde de var mıdır böylesine bir zil çalma alışkanlığı, ya da ritmi? Bir uzun, bir uzun daha ve bir kısa. Zil böyle çalındı mı, bilirdim ki o gelmiştir, kocam, aşkımın, gönlümün biriciği, sevgilim, bir tanem. Evşen Teyze yumardı gözlerini biz kucaklaşırken. Ben kucaklardım, beyimi, kocamı ve öperdim, sağ ayağımı popoma değdirecek kadar kaldırarak.

Bu kere bunlar olmamıştı.

“Merhaba Anne!” deyip, ellerini yıkayıp doğrudan doğruya oturmuştu masaya. Hem de vaktinden oldukça evvel.

Evşen Abla mutluydu, kocamın “Anne” demesinden, hem de ismini söylemeden doğrudan doğruya. İkimizin de yüzünde merak, hatta endişe ile yüzüne bakıyorduk, masada sandalyelerimize oturduğumuzda.

“Söyleyecek misin, yoksa biz daha uzunca bir süre oturalım mı kendi kendimizle suskunca ve oturduğumuz yerde?”

Onu teşvik etmek, kaba anlamda dürtüklemek(16) gerektiğini daha Üniversite yıllarımızda iken öğrenmiştim.

“Vizen mi kötü gitti?” Dürtüklemem gerekirdi, “Daha iyisini yaparsın!” diye.

“Harçlığın mı bitti?” “Bana derdini anlatamıyor musun?” Dürtüklemem gerekiyordu, müsaitse durumumuz, öperek. Şimdiki ihtiyacı da böyle bir şeydi işte. Dirseğine dokundum hafifçe;

“Hadi! Merakta bırakma bizi!”

Kısa ve sinirli bir sesle;

“İşimden ayrıldım!”  dedi sorularımızı cevaplamak isteğinde.

“Neden? Niçin?” demek yerine;

“Canın sağ olsun! Sağlığın devam etsin! Sendeki cevheri(17) keşfedecek çok insan olduğunu düşünüyorum. Dert etme! Allah kapatırsa bir kapıyı, bir diğerini açarmış! Üzme kendini!” dedim.

“Merak etmiyor musun nedenini?” dedi kocam.

“Sen benim ahretliğim(18), dünyamın aydınlığı, yalnızca beni gören, beni yaşayan, bende olan gönlümün aydınlığı, ümit dünyamın tek serüveni ve canım kocamsın. Bir şeyi yaptıysan, düşünüp de doğru ve güzeli yapmışsındır. Ben sormam. Ama anlatırsan da merakla, istekle ve arzuyla dinlerim.”

Hani insanların “Bam teli var!” denir ya, ben de kocamın bam telini biliyor, nasıl pohpohlamam(19) gerekiyorsa ona göre yapıyordum gereğini.

“Hatunum! Biliyorsun, eşitlik, yani aynı işi yapanın aynı ücreti alması ilkem. Okulda bana öğretilenler de bu şekilde, senin de öğrenmekte olduğun gibi. Bu ayın bordroları geldi önüme, zamlanmış olarak. Bir önceki bordro ile karşılaştırdığımda gerek bay ve gerekse bayan olarak aynı işi yapan, çalışma süreleri de aynı olan üç-beş personel kardeşin ücretleri arasında farklılıklar gördüm. Bazılarının patrona yakınlığını ve patrona yakın olmaktaki maharetlerini(20)(!) hissediyor, görüyor ve biliyordum. ‘Kendi maaşım ve artışı için söylemem gereken bir şey yok! Ancak aynı işi başarı ve muvaffakiyetle yapan şu arkadaşlarımın artışlarının diğer şunlara göre az oluşunun sebebi nedir?’  diye sorduğumda farklılıklar için;

‘Size ne? Bu benim takdirim!’ dedi patron.

Söylediğim tek şey;

‘Sizi takdirlerinizle baş başa bırakıyorum, takdir edeceğiniz başka bir yönetici-idareci bulmanız da size kalmış!” deyip sırtımı dönmek üzereyken;

‘Tamam, Oğuzhan Bey, ne diliyorsanız, onu yapalım!’ dedi.

‘Bugün benim ısrarımla yaptığınızı, mizacınız(21) gereği tekrarlamayacağınızı kim garanti edecek ki?’ dememin karşılığı;

‘Yoksa bu hanımlardan biri ile aşna-fişne ilişkin mi var?’ demek oldu. ‘Kişiyi nasıl bilirsin?’ ‘Kendim gibi!’ der gibi. Ben iyiydim demiyorum. Ben başarılıydım. Fabrika üst düzeye geldi diyemem, ama devam etmemde de haklılık görmüyordum. İki satırlık işten ayrılma dilekçemi ve üstüme zimmetli giyim-kuşam, kalem gibi tüm malzemeleri muhasebeye bırakıp ayrıca vedalaşmak için gelebileceğimi personelden birine söyleyip servis bile beklemeden fabrikadan ayrıldım…”

Hırslıydı, hüzünlüydü kocam, teselliyi umursamazcasına, devam etti;

“Arkamdan dönmem, ya da hiç olmazsa evime kadar gitmem için gönderilen servise de itibar etmeden, evime size döndüm, işte öyküm!”

Sarıldım. Evşen Abla da sarıldı hem ona, hem bana;

“Dert etme! Allah büyük! Dert verip de kimi dermansız bırakmış ki? İş aslanın ağzında değil, midesinde bile olsa, sen o işi görür, bulursun. Hem bak tasarruflarımız da var, onlar yeter bize sen iş buluncaya kadar. Olmadı…”

“Sakın babalarımız koltuk çıkar gibi bir söz çıkarma ağzından, gücenirim, biliyorsun!”

“Peki oğlum, ben belinizi doğrultuncaya kadar borç versem, onu da mı kabul etmezsin?”

“Sağ ol Anne! Şimdilik bütçemiz yeterli, ama bil ki, darda kaldığımda yalnız senin kapını çalacağımı bil!” derken Evşen Annenin elini öptü, sonra;

“Oruçlu muyuz? Yoksa bu akşam beni aç bırakmaya kastınız mı var? Haydi, doyunalım artık! Ben sizin başınızı şişirdim, siz de benim açlığımı bastırıp, midemi şişirin!”

Evimize döndük, Evşen Anneyi kendisiyle ve anılarıyla baş başa bırakarak.

“Rahatlamak istiyorsan, kulunçlarını kırayım, sırtına şişe çekeyim!”

Oğuzhan’ın gerilim içinde, moralinin bozuk, sinirlerinin uçuk(22) olduğu bugünkü gibi zamanlarda en çok hoşlandığı işlemlerden biri sırtındaki kulunçların kırılması, ovalanması, ya da yumuşatılması, sırtına şişe çekilip tentürdiyotla kareler çizilmesi ve sonunda da ufak-ılık bir duş almasıydı.

Sonrasında da dinlendiğini, dertlerini unuttuğunu söyler, sarılır, ellerimi-avuçlarımı öper ve “Rabbin bana bir nimeti varsa o da sensin! (23) diye ahenkle söylerdi.

Tam bu sırada telefon geldi annesinden:

“Oğlum, kötü-kötü rüyalar gördüm, iyisinizdir, değil mi?”

Açık mikrofondan konuşulanları duyuyordum. Oğuzhan işinden ayrıldığını söyledikten sonra;

“Canın sağ olsun oğlum! Biz mezara mı götüreceğiz, arkanda kapı gibi baban var, üzülme!” dedikten sonra, sanki aklına yeni gelmiş gibi, her zamanki malûm soruyu tekrarladı;

“Var mı gelen-giden, kral ya da kraliçe?”

Bana baktı Oğuzhan omuzlarını silkerek;

“İnşallah, inşallah anne! Yakında inşallah iyi haberler ulaştırırız sizlere!” deyişine rağmen anlamıştım kocamın arzusunu ve niyetini;

“Ben hazırım anne olmaya” dedim kısaca.

Oğuzhan dünden hazırmış baba olmak için, demek ki sesler ve sözler bıktırma noktasına getirmişti kendisini ve de beni arzulamasını…

Mutluyduk…

İş arıyordu kocam, işinden ayrılalı bir-bir buçuk ayı geçkin bir süre olmasına rağmen. Derslerimin yoğunluğu ile uğraşıyordum ve sınavlar başladığında yaşamam gerekenleri, yaşamamış olmamın, ağzımın tadının bozulmuş olmasının mutluluğu vardı gönlümde. Bunu, kesinleşince önce Oğuzhan’la paylaşacaktım.

Oğuzhan yeni bir işe başlamıştı, aldığı yeterli değildi, ama kısa zaman içinde kendini kabul ettireceğine inancı vardı içinde, olmadığı takdirde yeni bir iş arayacağı düşüncelerinde idi, mutabık olduğumuz.

Sınavlarımın sonuncusuna, ya da sondan bir evvelkine girmek üzereydim. Şimdi hatırlamıyorum, zaten önemi de yok. Önemli olan o sabah bebeğimizin müjdesini paylaşmıştım Oğuzhan’la. Bundan böyle hiçbir şeyin önemi yoktu, doğacak yavrum dışında.

Arabamız yoktu, çalıştığı işyerinin servisi de olmadığından dolayı dolmuşa yetişme çabasında olan kocamı uğurluyordum, camdan el sallayarak.

İki-üç kişinin Oğuzhan’ın yolunu kesip bağırdıklarını, bağırarak bir şeyler söylediklerini duyabiliyordum.

“Sana mı kaldı ulan benim karının maaşını artırmak? Sen kimsin lan? Bir de aşna-fişne(24) ha? Benim karı da adi kadınmış! Senin gibi bir süt kuzusuna ha?”

Cebinden bir silâh çıkardı, diğerleri Oğuzhan’ı tutarken iki-üç, belki de beş el ateş edip durdukları yere Oğuzhan’ı bırakıp bindikleri taksi ile kaybolmuşlardı.

Merdivenleri üçer-beşer inerken bir taraftan da polise aracın plâka numarasını veriyordum, ama ne çare, bir kan gölü içinde yatan kocamın başına ulaştığımda Oğuzhan yoktu artık.

Alçakça, nemrutça(25) bir iftira, yok etmişti ömrümün aydınlığını, bebeğimizin babasını. Sonrasında sokak kabadayılarının akıbetleri hiç önemli değildi benim için.

Bundan sonra beyaz haramdı, ne demekti Akgül, gülün ak olması? Hep siyah olacaktı yaşamım. Belki ismimi de değiştirecektim bundan sonra; Karagül olarak.

 Çocuğumun adı, kız da olsa oğlan da olsa Ankara olacaktı. İl olarak değil. Karayı anmak anlamında; “An-kara”.

Artık yaşamak mı? Belki…  Yalnız çocuğumuz için…

 

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Bazı söz, deyim, tekerleme ve cümlelerin anlamları, ya da anlatılmaya çalışılanlar (özellikle italik harflerle belirtilenler) herhalde anlaşılmıştır. Bilinmeyenler için ise başvurulacak yer bellidir.

(2) Taşra; Bir ülkenin başkenti , ya da anakentleri dışındaki yerlerin tümü.

(3) Heyula; Korku verici, ürkütücü hayal.

(4) Bağdat Yolu;  “Bir bakış baktın…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Cevat ÜLTANIR’a ait olup eser Rast Makamındadır.

(5) Pattadanak; Pattadak. Birdenbire, ansızın.

(6) Deruhte Etmek; Üstüne almak. Yüklenmek.

(7) Vesile; Sebep, bahane, elverişli durum, fırsat.

(8) Berat; Bir kimseye madalya veya herhangi bir ayrıcalık verildiğini belirten, belge. Resmi, imtiyaz belgesi.

(9) İntifa Hakkı; Kişinin bir mal üzerinde ömür boyu kullanma hakkına sahip olmasıdır. Bir mala sahip olmak, ya da malın bir kişiye ait olması anlamında değildir.

(10) Minval; Biçim, yol, tarz.

(11) İnkisâr; Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilenç’tir ki öyküde bu anlamda kullanılmıştır.

(12) Sekerât ya da Sekerât-Mevt; Ölüm halinde çekilen sıkıntılar anlamında Arapça çoğul bir kelimedir, tekili “sekr” olup bir bakıma; “ölüm anında, ölüme çeyrek kala” diyebileceğimiz zamanda insanın canını verme anındaki ızdırap ya da baygınlık diye bilerek ve sevdiklerinin özünde bu olayı yaşamış biri olarak özetleyebilirim.

(13) Asar-ı Atika; Eski yapılar, yapıtlar.

(14) Kapris; Geçici, düşüncesizce, değişken, istek. Geçici isteklerde bulunarak huysuzca davranmak.

(15) Konsantre Olmak; Konsantrasyon. Düşünceyi, duyguyu, gücü, dikkati bir noktada toplamak. Yoğunluk.

(16) Dürtüklemek; Birini uyarmak, ya da kışkırtmak. Üst üste birkaç kez dürtmek.

(17) Cevher; Gevher de denilir; İyi yetenek, bir şeyin esası, özü, mayası, değerli süs taşı, mücevher.

(18) Ahretlik (ya da Ahret Kardeşi); Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, ayrıca bu sözü veren karı-koca.

(19) Pohpohlamak; Bir insanın gözüne girmek için yapılan her türlü abartılı hareketler.

(20) Maharet; İşi yapmakta ustalık, eli yatkınlık, beceri, beceriklilik.

(21) Mizaç; Huy. Gerçek yeteneği, yatkınlığı belirleyen psikolojik özelliklerin tümü. İnsan bedeninin fizyolojik yapısı.

(22) Uçuk; Deli, dolu. Uçmuş, soluk. Açık, uçmuş, soluk renk. Hafif, belirsiz. Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.

(23) “Solsan da, sararsan yine gül pembe dehensin… diye başlayan Güftesi; Ahmet Refik  ALTINAY’a, Bestesi; Mısırlı İbrahim Efendi’ye ait Hicaz Makamında Türk Sanat Müziği eseridir.

(24) Aşna Fişne; Gizli dostluk.

(25) Nemrut, Nemrutça, Nemrut Bakışlı; Yüze gülmez, acımasız, can yakıcı, sert tutumlu.