İlk kez…

İlk kez nerede gördüm onu, ya da nasıl tanıştım onunla? Hatırımda değil; “Kalbe dolan o ilk bakış(1)” olarak…

O; mahallemizin, yok, yok anlaşılması ve anlatılması mümkün değil, daha geniş boyutta yaşadığımız şehrimizin, hatta ülkemin en güzel kızıydı. Sadece yüz, boy-bos-endam olarak değil, kültür-bilgi, edep-hâyâ(2), terbiye-adabı muaşeret(2), zekâ-akıl bakımından da…

Yoksa bana nasıl hükmedebilirdi ki, her ne kadar aciz bir Tanrı kulu olsam da?!

O şehrin yerlisi, bense “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı(4) tavrında tayin olup bu şehre gelmiş basit ya da küçük bir devlet memurunun çocuğuydum. Lise son sınıf, en deli-dolu çağ ve O.

Kul-köle olmuştum ona karşılardan başlangıçta o fark etmeden, sonrasında çevresinde dolaştığımı hınzırca gibi(2) fark etiği için bilerekten.

Ve sonuçta ayrı sınıflarda öğrenci olsak da farkımızı gerçekten fark ettiğinde ben lisenin son sınıfında kalmış, mezun olamamıştım, o gidivermişti üniversitelere.

Koca şehirde, aslında koca dünyamda yalnız, ben, ben başıma kalmıştım. Allah’a şükür ki üniversite yakındı şehrime. O hafta sonlarında muntazam olarak geliyordu evlerine.

Ailelerimizin karşılıklı taassupları(2) nedeniyle tesadüfen karşılaşıyorduk pencerelerde, tül perdeler ardında, sokaklarda, caddelerde, bakkalda, marketlerde! Seslerimiz değilse de gözlerimiz, hatta başlangıç olarak aşkı değilse de sevgiyi fısıldayan dudaklarımız her şeyi anlatıyordu birbirimize. Fakat bunlar bana yetmiyordu, olası ki ona da…

Ne güzel bir şeydi karşısındakinin duygularını da hapsedip onun adına konuşmak!

Bir gün, bir bayram günü, milli mi, dini mi gene hatırlayamadığım bir gün yaşamımın ilk mutlu anı oldu. Uzattım yan yana iken elimi, tuttu, hep öyle kalalım istedim, sessiz, konuşmadan, sadece kalplerimizin çarpıntılarıyla.

Ama bu mümkün değildi.

Karşılıklı iki evde sofuluğa çeyrek adım ötedeki ailelerimiz ateşle-barutun bir arada olamayacağı kanaatinde olduklarından bu birlikteliği bizim gibi düşünemiyor, sevdamızın uygulamasına karşı koyuyor gibiydiler, her iki taraftan da, özellikle onun ailesi tarafından dememde bir yanlışlık olmasa gerek.

Çünkü o, o bayram gününde babasının bize doğru yaklaştığını görünce, tek kelime bile edemeden, hatta birbirimizin sesini bile duyamadan bırakıvermişti elimi. Bir insanın, yani ki o ben oluyorum, böyle bir durumda nasıl ıstırap çektiğini anlatmam mümkün değil, bunu ancak yaşayan bilir, o da eğer yaşamışsa, ya da yaşamak zorunda kalmışsa.

Sonrasında bir gün annesi pencereden seslenmişti;

“Hicran kızım! Tuz söylemeyi de unutmuşum, börek için maydanoz almayı da unutma!”

Bu, hem ismini beynime iyice kazımamın bağışı, hem de markette beraber olup iki kelime fısıldayabilmenin güzelliği olacak gibime geldi. Hemen peşinden seğirttim(5), hangi market favorisiydi, bilemediğim için.

İsmini annesinin o çığırışından önce de biliyordum, ama gönlümce ona verdiğim isim benim için daha geçerliydi; “Kıymetlim!” Onun için söyleyebileceğim başka her türdeki kelime benim için yavan(2)dı.

Market, markette servis arabası, reyonlar, peronlar ve raflar…

Farkımda değildi benim, belki de farkımda olması için benim ona kendimi fark ettirmem gerekiyordu.

Yakınına, yaklaştım tekrar elini tutarak. Tebessümle bıraktı elini elime, diğer eliyle servis arabasını iteklemeye gayret ederken. Bir centilmen olarak benim bu görevi üstlenmem gerekiyordu, ben de onu yaptım, üstlendim.

Hani “Serseri bir mayın(3)” denir ya, öylesine dolaşıyorduk, peronlar ya da raflar arasında, sessiz, soluksuz, hiçbir şey almadan, hiçbir şeyin farkında olmaksızın.

Güvenlik kameralarından bizi izleyenlerin farkında değildik, öylesine girift(9) ama öylesine uzak, sadece el ele. Bilinçsiz ve suskunduk, nefesimiz yetiyor gibiydi birbirimize, “Dut yemiş bülbüller gibi suskunduk!(6) Ne sese, ne tepkiye, ne de bir başka düşünce tarzına ihtiyacımız yok gibiydi.

Sonrasında bir abla yanaştı yanımıza, görevli olsa gerek;

“Gençler sizi anlıyorum. Ya alışverişinizi yapıp sonrasında, ya da yapmayıp evvelinde bir kanepeye oturup güzel-güzel, tatlı-tatlı anlatsanız birbirinize içinizden geçenleri, sevginizi, daha iyi olmaz mı?”

Bu abla, muhtemelen görmüş-geçirmiş, bilen-anlayan-hak vermesini bilen bir abla olarak; söylemesi gerekenleri bu kadar mı güzel ve incitmeden söyleyebilirdi ki? Hicran ateşten bir şey bedenine değmişçesine elini uzaklaştırmak istercesine çekti avucumdan.

Ancak gene de beraberliğimizin devamını istercesine elindeki listeye göre alışverişini yapma gayretinde oldu. Böyle bir anı bir daha yakalamam mümkün değildi. Önce annesinin siparişini hatırlamasına yardımcı oldum;

“Tuz ve maydanozu unutma, yoksa yeniden gelmek zorunda kalırsın, bunu isterim, ama tekrar yorulmana da kıyamam!”

Sonrasında raflardan birine elimi dayayıp, ilerlemesini engellemek istercesine;

“Hicran!” dedim. “Haddim değil, ama seninle ilk göz göze geldiğimiz andan beri içimde değişik duygular var, ben buna ‘Sevgi’ diye bir ad koydum. İzninin olduğunu hissettiğim an, haykırırcasına söylemek istediğim bir söz var içimde; ‘Seni seviyorum!’ demek gibi!”

Güvenlik kameraları umurunda değil gibiydi, iki eliyle market arabasını raflardan birine dayadıktan sonra;

“Ben de, demek isterdim, hayal etmek bile aklımdan geçiremeyeceğim bir şeydi seninle karşılaşmamız. Ama mümkün olmayacağını nasıl anlatabileceğimi bilemiyorum. Kısa, kesin ve öz olarak senin zamana ihtiyacının olduğunu düşünüyorum…

Ben benim duygularımı biliyorum, hissediyorum, yaşıyorum ve hatta eminim. Ama sen başkasın, bir tanesin, bir ışıksın ulaşmak istediğim, düşlediğim. Ama zamanı iyi kullan, özellikle benim için!”

Suskunlaştık sonrasında, o alışverişini bitirinceye kadar açmadı ağzını bir daha, bir kelime bile çıkmadı ağzından.

Ve ben gerçekten itiraf etmeliydim ki; “Zaman kavramına karşı içimde bir hınç oluşmuştu(7)!”

Sanki zamana hükmedecekmişim gibime geliyordu. Oysa zaman muktedirdi(2) ve insanı her zaman hükmü altında tutar, ezmesi, eziyet etmesi gerekiyorsa hiç çekinmeden, ezer, bitirir, tüketir, eziyet ederdi, lâmı-cimi olmadan(7). Gençlik heyecanı bunu bilip hissetmemem o kadar doğaldı ki!

Alışverişini bitirdi Hicran, hesabını ödedi. Poşetlerini taşıması için yardım etme teklifime sessizlikle başını eğerek cevap verme gayretini yaşadı. Sanki yorgundu, güçsüzdü, sanki yardımıma ihtiyacı varmış gibiydi, hem gerçekten öyle görünmüştü bana.

Marketten çıkıp da evlerine doğru yürümeğe başlamak için ilk adımlarımızı atmak üzerineyken dilimin ucuna kadar gelip yerleşen kelimeleri zapt etme ihtiyacını duymadım;

“O kadar güzelsin ki, Tanrıya inancım ve ihtiyacım olmasaydı seni Tanrım kabul edip, sana tapardım!”

“Beni güzel bulman sevincim, hem gönül kimi severse güzel odur, derler, ama abartma, sonramda sükûtu hayale uğraman(7) üzüntüm olur, ölsem bile!”

“Yanlış sözler ağzına yakışmıyor. İlkim sensin, sonum da sen olacaksın. Sonrasını bugünden yaşamaya başlamayı neden düşüneyim ki?”

Sözümü kesmek zorunda kaldım. Marketten çıkışımızı tesadüfen gören ağabeyi hışımla(2) yanımıza yaklaşıp yanaşmış, sorgusuz-sualsiz elimdeki poşetlerin tümünü ve kız kardeşinin elindeki poşet ve paketlerin bir kısmını aldıktan sonra;

“Kendine gel delikanlı, Hicran’dan da uzak durmağa bak!” dedi, tehdit eder gibi, kin dolu bir sesle.

Belki az da olsa avam(2) kaçacak, ama söylemem gerek diye düşünüyorum içimden de olsa;

“Anadolu erkeği değil mi? Sanki kardeşini yedim!”

Yaşamımızın her bölümüne şu ya da bu şekilde egemen olan zamanın etkisi vardı. Hicran’ın sözlerinde saklı olan da bu olsa gerekti. Üniversite, askerlik, “Eline ekmeğini alma” ve kavuşma… “Ölme eşeğim ölme, yaza yonca bitecek de…” gibi bir şey yani.

Peki bu, tapındığımdan vazgeçmek mi olmalıydı? Bence hayır! Bir hafta sonu üniversiteden evine gelişinde otobüs durağında ona ulaşmayı deneyecektim tekrar. Yalnız bırakmıyorlardı kızı, tıpkı marketteki gibi yüz yüze konuşayım?

Bu nedenle uzunca bir süre içinde, öncesinde müsveddesini) hazırlayarak uzunca bir mektup yazdım Hicran’a, tüm duygularımı iletmek istercesine. Hatta mektubu kâğıtlı şeker ve sakızlardan çıkan manilerle de süsleme gayretini yaşadım;

“Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma!” gibi, “Bahçelerde maydanoz, gel bize bazı bazı!” gibi.

Ve sonrasına ekledim; “Cep telefon numaram şu, ya beni ara, ya da cep telefonu numaranı belirt, aramama izin ver lütfen!” diye.

Bu mektupta, belki tekrar gibi olacak, ama sevgimi, hatta aşkımı dillendirmeğe çalıştığımı eklemem gerekli değil, herhalde!

Mektup tamamdı da, nasıl ulaştıracaktım ki kendisine? Posta kutusuna atsam, yanlış ele ulaşması bir araba sopa yemem demekti. Penceremden işaret edip “Gel, al!” desem, bu sefer; “Uzak dur, denilmedi mi sana?” soru karşılığı yiyeceğim araba dolusu sopanın tonajı artardı!

Klâsik diğer yöntemler mi? Bir çocukla mektubu göndermek, kuşdili kullanmak, pencereden pankart göstermek, ya da imkân ve becerim olmasa da prompter(2) ile işaret...

Hepsinde de risk ve dolaysıyla sopa yeme oranım % 50’nin çok ve daha çok üzerinde idi. Sopa yemem sadece benimle sınırlı kalsa, “Eh, tahammül edeyim!” derdim, ya Hicran’la üleştirilirse, işte buna dayanamazdım.

Çare? Derdi veren Allah, dermanını da gösterirdi, değil mi? Bulacağım ilk ve her türlü imkândan faydalanarak mektubu vermek için montumun cebine koydum, yazılmış kâğıtlar biraz darbelenecek gibi olacak olsa da.

Her hafta sonu evine gelen Hicran’ı ağabeyi karşılıyordu terminalde, terminale ya da otogara her neyse akşam karanlığı inerken, inmek üzereyken. Böyle bir ağabey-kız kardeş muhabbetini(2) belki de kardeşim olmadığından bilmiyor, bilemiyordum, sanki bir hafta değil de yıllarca uzak kalmış iki kardeşin kucaklaşması gibi, sessiz gülücükler ve gözyaşlarıyla…

Nasıl kucaklaşmayı dilerdim ben de onunla, el ele tutuşmanın haricinde? Hafta sonunda geleceği otobüsü hesaplayıp bir önceki otobüs durağında “Ördek(2)” gibi ayakta yolcu olup aynı otobüse binsem…

Ben de şans yoktur ki, babası gaddar(2), ağabeyi zalim bir kıza âşık olmam yanında, o da o gün otobüse binmek yerine trenle gelmeğe kalkışırdı ve ben tam anlamıyla gene avucumu yalamaya mecbur kalırdım!

Demokrasilerde çare tükenmez demiştim ya hani?  Hıh! Ben de çare tükendi yahu! Gel de “Adaletin bu mu dünya(8)?” diye çığırma!

Düşünüyor, düşünüyordum. Keşke ben “Demokrasi olsaydım!” O zaman tükenmeyen çarelerden biri “Dank!” diye kafama çarpar, ben de bu çareyi uygulamaya koyar, muradıma ererdim. Ama nerdeeee? “Doluya koyuyordum almıyordu, boşa koyuyordum, dolmuyordu?”

Yazdıklarım ve ona ulaşmasını istediklerim Allah’ın emri değilse de Hicran’a ulaşması gerekli ve şart olan şeylerdi (tabiidir ki bence), yoksa ölürdüm. Sahi gerçekten ölür müydüm?

Kendime sormaktan bile çekinmediğime göre bu konuya ilerideki tarihlerde dönmem hiç de doğru olmayacaktı.

Ölürdüm, hem mutlaka ölürdüm ve beni ölüm bile anlamazdı(9). O halde şimdilerde, şimdiye odaklansam, başarı yüzdem sıfırlardan pozitiflere yönelebilirdi (belki).

Sınıfta kalmış, mezun olamamış, iş bulamamış, aylak bir insan ne yapardı? Masrafım olmasın diye evde pinekler(5), park kanepelerinde siftinir(5), ya da “Avara mu?(10” diyerek sokakları arşınlardı(7).

Olan tüm boş vakitlerini değerlendirmek için(!) biraz ders çalışır, sanki kitap kurduymuş(11) gibi kütüphaneye gidip okur gibi yaparken beynindekileri unutmağa, belki de geliştirmeye, uzatmaya çalışırdı, değil mi?

Benim yaptıklarım da harfiyen(2) buna uyuyordu, ama tek farkla. Ben okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyor, hatta anlamamakta direniyordum. Bir yâr insanın aklını bu kadar mı başından alır, onu beyinsiz bir heyulâ(2) gibi ortalıkta bırakırdı ki?

Ve Mevlâna, çekinmeksizin bir söz geçirdi içime; “Aşk, bir uçurumdan düşmek gibi bir şey, işte bu yüzden sevgiliye “yâr” denilir!”

Bir gün…

Ki o bir gün muhteşem, ummayı bile hayal edemeyeceğim bir gündü. Sotaya yatıp(7) market önlerinde bekleyişlerim yerine, park banklarından birinde, yok olan beynimi nasıl dolduracağımı beyinsizce düşünürken onun karşıdan gelişini gördüm.

Oysa o gün, onu görmek için dua bile etmemiştim, her günümün aksine. Bu; tamamen ve düpedüz Allah’ımın bir lütfu(2) idi.

“Hicran?” dedim karşısına geçip, sorarcasına, dikkatini çekmek istercesine. Döndü;

“Evet! Ne var?” dedi. Böyle bir şekilde karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bu; hiç beklemediğim bir tarzdı, tavırdı, ezildim, kırıldım, bunaldım. Ancak aklıma koyduğumu yapmam için çekincem yoktu;

“Sana bir mektup versem, kabul eder misin?”

Duygusuzca, ya da bana öyle gelmişti, yere çömelirken uzattı elini;

“Ver bakalım, ama dikkati çekmeyecek bir şekilde…

Müsait bir vaktimde okumaya çalışırım, söz vermiyorum, hem hiçbir şey için!”

Hicran, belki de bana öyle geliyordu, son zamanlarda sadece hafta sonlarında değil, daha sık gelmeye başlamıştı evine ve saçlarının rengini değiştirmişti ki, bu hiç de hoşuma gitmemişti. Eski saçları daha gür ve daha güzeldi (bence).

Üstelik sıkıntıları var gibi geliyordu bana, solmuş-sararmış gibi, herhalde üniversitede aradığını bulamamış, derslerinden zevk ve tat almamaya başlamış olsa gerekti, aklıma başka bir şey gelmiyordu.

Sırtını dönerek aldı mektubumu Hicran, pabucunun tokasını bağlıyormuş gibi yaparak.

Bilemezdim annesinin ve babasının 30-40 metre ötede mahzun(2) bir şekilde onu beklediklerini. Zoraki gülümsedim, hiçbir şey bilmezcesine, fark etmişler miydi, ağzımın açılıp dudaklarımın yanaklarıma doğru yayılıp kulaklarıma ulaşma çabasını, bilemiyorum. Pek de gerekli değildi zaten. Mutluluğumun belirtisi olan, ağzımın kulaklarıma ulaşması kimseyi ilgilendirmezdi ki zaten!

Kaç gün bekledim bilemiyorum. Klâsik bir deyiş; “Asırlar kadar değilse bile, yaşlandığımı bilecek kadar bir zaman geçmiş olmalıydı” herhalde. Telefon değil, bir mesaj ulaştı cep telefonuma;

“Babam ve ağabeyim göreve gidiyorlar. Yarın korulukta ders çalışalım mı?”

Dünyalar benimdi artık kaç tane varsa, astronot değildim ki? Elif-be-te’yi ne kadar biliyorsam, Merkür, Venüs, Mars’ı da o kadar biliyordum. Keşke hafızlığım kadar liseyi bitirecek, üniversite sınavlarını kazanacak kadar zihnime zapt ettiğim bilgi birikimim olsaydı.

Ama öncelikle hal ve şekilden anlayacak kadar izan(2) ve anlayışım eksik olmasaydı keşke…

Dünyalar benimdi de, dünyaların benim olmasında acele etmiştim galiba. Çünkü saat belirtmemişti Hicran. Sabahın kör vaktinde mi dikileydim nöbete, yoksa onun kapısından çıkışını gözetleyip de mi bekleseydim, tembellik edip de?

En iyisi erketeye yatmış(7) bir hırsız gibi etrafı gözlemek ve sonrasında günün mana ve ehemmiyetine uygun olarak(!) Hicran’ın peşi sıra gitmeyi düşlemek olmalıydı, kararım. Kararımı uygulamaya koyup “Baharı bekleyen kumrular gibi(12)” beklemeye başladım.

Gecikmedi. Sanırım saat 10 civarı idi. Saat belirtmemesinin sebebini de anlamıştım, oldukça zeki olduğumdan! Çünkü Hicran’ın babası ve ağabeyi saat 9.30 civarlarında kapılarına kadar gelen özel bir arabaya binmek için beraberce çıkmışlardı kapılarından.

Ben onları, her ihtimale karşı kendimi perde tülünün arkasına saklanmaya gayret ederken görmüştüm.

Aklıma takılan, baba-oğlun aynı yerde çalışıp-çalışmadıkları, ya da beraberce belli bir mahalle kadar gidip, sonrasında birinden birinin tek başına yola devam etmesi idi. Bunu bilmemin, ya da öğrenmemin bana ne faydası olacaktıysa?

Benim tek düşüncem; birkaç yıl sonra; “Allah’ın izni, Peygamberimizin kavliyle” diye başlayacağım cümleye onların “Peki! Evet!” diyerek nokta koymaları idi. Birkaç yıl mı? Dört yıl üniversite, eh iki yıl da askerlik koy üstüne, öf ki öf, ya da üf-üf-üf! Derviş(2) gibi, yani o ben oluyorum, nasıl sabredecektim ki?

“Bekleyen derviş, murada erermiş!” diyen kişi, hiç mi yanılma toleransını(2) hesaba katmamıştı ki?

Önce peşi sıra, sonra peş peşe, sonra yan yana yürümeye başladık, hiç konuşmadan. Ellerini göğsünde çapraz bir şekilde tutarak, konularının ne olduğunu bilmediğim kitaplarını tutuyordu. Şeytansa beni dürtüyordu; “Koruya kadar sabretmen gereksiz, gönlü varsa ‘Hayır!’ demesi olmayacaktır, sormaksızın, hemen, hatta şeytana uyup yüz kerre, bin kerre öpmelisin!(13)

Acele etmeme gerek yoktu. Gözlerim şaşılaştı birden. İkimiz de birbirimize baktık. Heyecanım, heyecanından üstündü (bence). Göğsü kalkıp iniyordu, fark ediyordum. Endişem kalbimin bir kös(2) gibi ayyuka çıkan(7) sesini duyması olasılığı idi.

Her neden endişe ediyor idiysem? Çünkü görüyor, biliyor ve inanıyordum ki, böyle bir güzel dünyaya öncesinde gelmemiştir, sonrasında da gelmeyecektir. Julyet, Zühre, Leylâ, Şirin, hatta Havva Anamızın esamisi bile okunamazdı onun güzelliğini tarifte…

Korudaki piknik masalarından birine oturduk karşılıklı çekinikçe. İlk defa korku, endişe yaşamak düşüncesi olmaksızın. Ben ona yaklaştım, o uzaklaştı benden hemen;

“Mektubunu okudum!” dedi, bence duygularını frenlemek istercesine.

“Onda duygularımın, sana karşı hissettiklerimin tümünü aktaramadım. Tek cümleyle özetlemek istiyorum duygularımı, hakkım olmadığı inancımı bilsem bile: ‘Seni seviyorum!’ Hem de çok!”

Uzandım dudaklarına, ispat etmek istercesine sevgimi, geri çekildi hemen, onun da bunu istediğini sanıyordum oysa;

“Korucu geliyor dikkat!”

Yaşlı korucu gelip şöyle bir süzdü bizleri önce ve tane tane konuşma gayretini yaşadı, görmüş, bilmiş, yaşamış biri gibi;

“Gençler! Gençliğinizi anlıyorum, benzeri duyguları ben de yaşadım zamanımda, ama hiç olmazsa defter-kitaplarınızı açmış olsaydınız! Ben gidiyorum. Dünya sizin. Mutlu olursanız, hissedin ki ben de mutluyumdur!”

Ve korucu gitti, Hicran’ın da dili çözüldü;

“Sevdiğini hissediyorum. Peki, benim için ne yaparsın?”

“Her şeyi…

Dile, sana sevgimi ispat için kendimi hemen asmazsam namerdim. Gidelim bir denizin, azgın bir nehrin en coşkun yerlerine, gözlerinin önünde gömüleyim sulara, sana sevgimi göstermek için!”

“Can sana gerek, Allah’ın emrettiği kadar. Bana seni ispat etmene de gerek yok. Sadece yolumdan çekil, beni unut!”

Şaşkındım üstüne perişanlığımı ekledim;

“Neden?”

“Sebebini sorma!”

“Hissediyorum ki; bana karşı ilgisiz değilsin, ama bilmemde sakınca ya da yanlış olan bir şeyler mi var? Yolundan çekilmemi içtenlikle istediğine inanamıyorum. Ömrüm, seni sevmek ve beklemekle tükenecek(14) olsa bile bugünkü gibi değil, her günümde bitip-tükenmeyecek bir sevgiyle seni sevmeye devam edeceğim, sonsuza dek hem…

Ve senden tek istediğim; seni sevmeme izin vermen ve içinden geldiğince bana son sözlerin dışında ne söylemek istiyorsan söylemen!”

“Seni seviyorum ben de, hem daha ilk görüşte, ilk perde arkasına saklanışında sevmeye başladım seni…

Ve biliyorum ki; benim yüzümden kaldın sınıfta…”

“Bir senem değil, tüm senelerim feda olsun sana. Gördün mü, içinden geleni söylemek isteyince ne kadar güzel sözler dökülüyor dudaklarından, ömrünce benim olacak!”

“Evet! Gerçekten ömrümce senin olacak. Korucuya dikkat etme, öp beni!”

“Bu seferlik mi, bir ömürlük mü?”

“İçinden nasıl geçiriyorsan?”

“Seni ömür boyu öpmek için vaktim olacak, ben, bu seferlik diyorum!”

Dudakları titriyordu, “İlk kez bu heyecanı tattığından olsa gerek!” diye düşündüm, oysa benim heyecanımın boyutu da onunkinden farklı değildi.

Sonrasında başarılı olamadığım ders ile ilgili olarak yardımcı oldu ve söz aldı benden; Evvel emirde(3) mezun olacak, sonrasında da üniversite sınavını kazanacaktım.

“Söz bir, Allah bir!” dedim.

“Benimle okuman mutluluğum olur, ama tercihin ne olursa olsun, hep yanında ve gönlünde olmaya devam edeceğim. Bilmeni istediğim tek ve benim için en güzel şey; seni sevdiğimi unutmaman olacak…”

Liseyi bitirdim ve üniversite sınavını kazandım, hem istediğim teknik dalda, hem burslu olarak. Annem-babam sevinçlerinden havalarda, ben kahırlardaydım. Kazanmamış olsaydım keşke.

Onunla benim arama sıra dağlar(15) giriyordu, nehirler, ovalar, şehirler, insanlar giriyordu, uzak uzak, “Ha!” deyince sevdiğime ulaşamayacağım bir aralık, ya da mesafe vardı.

Yılgındım, bıkkındım, kararsızdım. “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin!” felsefesi umurumda değildi.

Üniversiteye kayıt, burs işlemleri ve öğrenci yurdu temini için birkaç günlüğüne de olsa uzaklaşmış olmak değil, ondan ayrı kalmak zor gelmişti bana, onun uygun olan her anında telefon etmiş olmasına rağmen. Bense edemiyordum ailesine karşı çekincemden.

Oysa gerekli miydi çekinikliğim?

Kayıt-kuyut işlemlerimi bitirir-bitirmez döndüm şehre, yeni işler çıkmasın, üniversite eğitimi hemen başlamasın diye dua ederek. Bilinen o ki; gerekenin gereğince yapılması gerekti, bunu adım gibi biliyordum.

Kaydımı yaptırıp dönüşümü öğrenmişti ailesi…

Belki “Kuşlar söylemişti” belki Hicran’ın telefonlarından birine “Kulak misafiri” olmuşlar, belki de Hicran saklamayıp her şeyi göze alıp doğrudan-doğruya bilgilerine sunmuş olabilirdi bizi!

Döndüğümde tavır-eda ve davranışları farklıydı ailenin, ılımlıydı gibime geldi. Öyle ki Hicran kapısından, ben de kapımdan çıktığımda peş peşe gidişimize bile ses çıkarmaz olmuşlardı.

Ta ki dönmemiz gereken köşeye kadar.

Sonrasında el ele tutuşuyorduk özlemle, istekle, arzuyla. Ancak oldukça uzun bir süre beraber olamayacağımız, ancak telefonlarla görüşebileceğimizin bilinciyle…

Uzun yolculuğuma başlamak üzere terminalden ayrılmak üzere olduğumda ailem uğurlamaya gelmişti beni. Bir gün öncesinde uzun-uzadıya vedalaşmıştık Hicran’la, ayrılmak istemezcesine birbirimizden.

Sonrasında Hicran’ı gördüm, annesi, babası ve ağabeyiyle birlikte. Beni uğurlamaya gelmeleri merakım ve saklamamam gerek mutluluğum oldu. Hepsi birden, ayrı-ayrı sarıldılar, kucakladılar beni “İyi yolculuklar ve başarı” dilediler.

Annemle-babama dönüp “Allah kavuştursun!” temennilerinden de annemi ve babamı mahrum bırakmamayı yeğlemişlerdi(5).

Hicran ya sona kalmış, ya da sona kalmayı düşünmüş olmalıydı. Sonunda (belki de) heyecanını zapt edemeyip çevresini umursamazcasına sarılıp öptü beni, hem doyamıyormuşçasına gibi kerelerce.

Ve ailesi onun bu tavır ve hareketlerine müdahale etmek bir yana desteklemiş gibiydiler anlayamadığım.

Otobüs daha terminalden çıkmadan başlamıştı özlemim, el sallayışları gözyaşlarımı destekler gibiyken. Yanaklarımı, dudaklarımı, kulaklarımı hiç yıkamamaya söz verdim kendime, çünkü onun dudak izleri vardı cismimde.

Olmayacak duaya âmin demek(16) kadar saçma idi düşüncem…

Ona zamanında kavuşmam için çok çalışmam gerekmesine rağmen, onu düşünmem dolaysıyla çalışmaya vakit ayıramıyordum. Üstelik ona telefon etmeme izin verilmesi nedeniyle de param yetişmediğinden, kısıntı yapmam gereken tek şey boğazımdı, bu da beynimin rasyonel bir şekilde çalışmasını engellediği gibi, zayıflatıyordu da beni, cismen…

Olsundu. Her şeye rızam vardı, yeter ki her gün bir kerecik de olsa sesini duyaydım, bu yetiyordu bana, rutin(2) geçen üniversite hayatımda.

Günlerden bir gün aramadı Hicran. Aradım cevap da vermedi. İkinci gün, üçüncü gün ve haftası…

Çıldıracak gibiydim…

Sonrasında bir gün telefonum çaldı, Hicran’ın numarasıydı ekranda gözüken:

“Hicran!” dedim, telâşla, heyecanla, hatta ıstırapla.

“Öldürecek misin beni meraktan?”

Karşımdan ağabeyinin, fark etmekte zorlandığım elem dolu sesi fısıldarcasına yükseldi;

“Her şeyi bir yana bırakıp, hemen bin bir otobüse gel, desem?”

“Neden? Ne var? Yoksa Hicran’a bir şey mi oldu?”

“Sorularının tümünün cevabını gel, gör, bil ve anla! Hicran seni bekliyor! Ancak telefonda gerekmese bile şunu söyleyeyim ki; o istediği için seni ondan vazgeçirmek arzusuyla, seni dövdüm, sövdüm, önüne geçtim…

Ama ne o senden kopabildi, ne de sen ondan vazgeçebildin! Tekrar ediyorum; hemen gel, sakın gecikme! Hicran seni bekliyor, hem de özlemle…”

Telefon kapandı.

İçimde tuhaf, önüne geçemediğim bir his vardı. Bursumu kırdırdım, ipotek ettirdim, her nasıl söyleniyorsa, öyle işte. Yalvar-yakar bir uçakta yer bulup, öncesinde havaalanına indim, sonrasında bir otobüse binerek şehrimize ulaşıp evime uğramadan Hicran’ın evine gittim.

Anne-baba-ağabey üzüntülü, ağlamaklı idi, Hicran kolunda damar yolu açılmış, serumla ve yüzünde oksijen maskesiyle fargın(2) bir şekilde yatıyordu.

“Ne, neden?” anlamındaki bakışlarımı ağabeyi cevaplama zorunluluğu duydu;

“Geciktiğimizi biliyor, seni umutlandırmak istemiyordu, ama sevgisi üstün geldi, senden vazgeçemedi. Sonunu biliyordu. Son anlarında seni görmek arzusunu belli etti, ben de çağırdım seni…”

“Hicran, bak ben geldim!” dedim. Oksijen maskesinin kenarından yanağını öperken gözlerini açtı, dermansızca oksijen maskesini çıkartma gayretini yaşadı, yardım ettim çıkarttım, doğrulmaya çalıştı, sırtına-ensesine destek yapmağa çalıştım.

Dudaklarını uzattı, öptüm, son defa nefes aldı ve veremedi geri.

Hayat durdu. Hicran yoktu artık. Bir varmış, bir yokmuş, elimi böğrümde bırakıp evvelini haber vermeden, sonuna yetiştirip adı gibi hicranını ardında bırakarak gitmesi gereken yere yönelmişti.

Ben onunla tanıştığım günlerde onun o menhus(2) hastalıkla mücadele halinde olduğunu bilemezdim, bilmiyordum da, hissetmemiştim de.

Ve benim artık Tanrım yok!...

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) Kalbe dolan o ilk bakış unutulmaz… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet GÖKKAYA’ya, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup şarkı Nihavent Makamındadır.

(2) Avam; Halkın aşağı tabakası, ayaktakımı, okuması, yazması, ilmi irfanı kıt olan. (Fakirlik, Fakirler Sınıfı)

Derviş; Bir tarikata girmiş, o tarikatın töre ve yasalarına bağlı kimse. Yoksulluğu, çile çekmeyi benimsemiş kimse.

Fargın Yatmak; Kendini bilmeyecek, kendinden geçmiş, ses-ışık gibi tepkilere cevap veremeyecek şekilde yatmak anlamında kullanılan yöresel bir deyim.

Gaddar; Başkalarına haksızlık etmekten çekinmeyen, acıması olmayan, insafsız davrana, taş yürekli kimse.

Girift; Girişik. Birbirinin içine girerek çözülemeyecek bir biçimde karışmış olan, iç içe girmiş, çapraşık.  Boş yer bırakılmayacak bir şekilde iç içe istiflenmiş (hat sanatındaki yazı şekli).

Hafızlamak, Hafızlık; Çok çalışmak, ezberlemek. Bir şeyleri akılda tutmak.

Harfiyen (Uymak); Hiçbir değişiklik yapmadan, tamamen gerçekte olduğu gibi.

Hâyâ; Utanç, utanma, sıkılma, utanma duygusu, ar, namus, edep, Allah korkusu ile günahtan kaçınma. Hicap. (Ayrıca uzatma işaretleri olmaksızın; er bezi).

Heyulâ; Korku verici, ürkütücü hayal.

Hınzırca; Domuz gibi. Zarar vermek ister gibi, acımasızca, sinirlendirici ve ters davranışlarda bulunurcasına, katı yüreklilikle, kötü düşüncelerle.

Hışımla; Öfke, kin ve kızgınlıkla.

İzan (İz’an);  Anlama yeteneği.

Kös; Yöresel olarak kapıların iç kısmında bulunan sürgü olmakla birlikte bu öyküde, savaşlarda alaylarda at, deve veya araba üzerinde taşınan ve işaret vermek için kullanılan büyük davul anlamında kullanılmıştır. (Kelime iki kez; yani kös kös ve dinlemek şeklinde kullanıldığında; “Başı önde, sağa-sola bakmadan, yorgun, üzgün, düşünceli bir durumda” anlamını taşır ki, bu öyküde söylenmek istenen bu değildir).

Lütuf; Önem verilen, sayılan birinden gelen iyilik, yardım, ihsan, güzellik, hoşluk, bağış.

Mahzun; Üzgün, üzüntülü. Hüzünlü.

Menhus; Kötü, uğursuz.

Muhabbet; Sevgi. Dostça bir arada bulunup konuşmak, sohbet, söyleşi.

Muktedir; İktidar sahibi, güçlü.

Ördek (Yolcu); Genelde Trakya yöresinde çok kullanılan bir deyim. Otobüs, minibüs, hatta (bazen sevabına, bazen bedeli karşılığı) özel araçların aldıkları biletsiz yolcular.

Prompter; Yayın sırasında kamera karşısında haber ya da söz konusu konuşmanın akışını sağlar. Ulusal olarak nitelediğimiz birçok kanalda mevcuttur. Prompteri spiker, ya da konuşmacı kendi kullanır, durumuna göre de akış hızını kendi belirler.

Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen.

Taassup; Herhangi bir delile dayanmadan bir fikre körü körüne inanmak, bağlanmak. Bağnazlık. Tutuculuk. Diğer din ve inançlara nefret ve düşmanlık hisleri beslemek.

Tolerans; Hoşgörü. Müsamaha. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme.

Yavan; Sade. Yanında katık olmayan, Yağı yeterince olmayan, az olan. Katıksız, hoşa gitmeyen, tatsız. Görgüsüz ve bilgisiz kimse.

Zalim; Haksız ve acımasız davranan, katı yürekli, kıyıcı.

(3) Adabı Muaşeret (Adabı Umumiye, Hüsnü Muaşeret, Adabı Sofiye); Beraber yaşayışta, topluluk içinde normal davranış ve geçinme şekilleri, uyulması gereken nezaket, görgü, terbiye, edep ve şartlarla ilgili hoş geçinme hususları.

Evvel Emirde; Her şeyden önce, ilk iş olarak, ilk önce, ilkin.

Serseri Mayın; Belli bir hedefi olmayan,  denize döşenip akıntıya bırakılmış, yani rastgele yerleştirilen mayın. Bu durumda amaçsızca dolaşan insan.

(4) Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı…  diye başlayan Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “HANCI” isimli şiirinin bir dizesi olup şiir ayrıca bestelenmiştir de.

(5) Hafızlamak; Çok çalışmak, ezberlemek. Bir şeyleri akılda tutmak. Nasıl ki; “İneklemek, hatim etmek, mölemek” gibi kelimeler ders çalışmak anlamında kullanılıyorsa, hafızlamanın da ayrıca öyle bir anlamı vardır.

Kahrolmak, Kahırlanmak; Çok ve için için kendi kendine, kimseye sezdirmeden üzülmek.

Mahrum Bırakmamak; Yoksun, hisse olmaksızın, masun bırakmış olmamak.

Pineklemek; Bir yerde hiçbir iş yapmaksızın oturmak. Ara sıra gözünü kapayarak hareketsiz oturmak. Uyuklamak.

Seğirtmek; Çabuk ve hızlı adımlarla veya sıçrayarak yakın bir yere doğru yürümek.

Siftinmek; Yerel tabirlerden olup, genel anlamıyla -ki bu öyküde de o anlamda kullanılmıştır- “vakit geçirmek, oyalanmak” tır. Diğer bir anlamı da; Bir yere sürtünerek kaşınmaktır.

Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.

(6) Dut Yemiş Bülbül Gibi Susmak;  Konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek, sesi çıkmaz olmak.

(7) Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.

Erketede Olmak (Erketeye Yatmak); Genelde yasadışı iş yapanların yakalanmaması için gözcülük etmek (Erkete; Aslı Yunanca “Geliyor, gelmek üzere ya da gelen var!” anlamında bir kelime olmakla birlikte argoda “Gözleyici, kollayıcı” anlamlarında kullanılmaktadır).

Hınç Oluşmak; Öç almayı güden aşırı öfkenin, kinin oluşması.

Kaldırımları (Sokakları) Arşınlamak; İşsiz, güçsüz, gayesiz, düşüncesiz, vakit geçirmek istercesine serseri gibi dolaşmak.

Lâmı-Cimi Yok (Kalmamış, Olmamak); Yöresel olarak; “Mazeret uydurmak gereksiz.” Değişmez. Kesin, başka yolu yok.

Sotaya Yatmak; Argoda; “Kendini gizlemek, gizlenmek, saklanmak” anlamında kullanılan bir söz.

Sükûtu Hayale Uğramak; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı yaşamak.

(8) Adaletin bu mu dünya? Bir Anadolu ezgisi ve bence bu ezgiyi en iyi seslendiren sanatkâr Selda BAĞCAN diye düşünüyorum.

(9) Beni ölüm bile anlamaz! Murat KEKİLLİ

(10) Avara mu? şarkısıyla ünlenen, Raj Kapoor’un oynayıp, yönettiği 1951 yapımı bir film. Raj Kapoor 1988 yılında astımdan, filmin diğer sanatkârı Nargis ise 1981 yılında kanserden ölmüş (İnternet bilgisi).

(11) Kitap Kurdu; Aslı kitapları yiyerek zarar veren bir böcek olmakla birlikte, mecazi olarak “Çok kitap okuyan, toplayan ve kitaplarla uğraşan kimse” demektir.

(12) Baharı bekleyen kumrular gibi…  diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ali TEKİNTÜRE’ye Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olup eser; Kürdi Makamındadır.

(13) Yahya Kemal BEYATLI’nın “Endülüste Raks” isimli şiirinin bir beyiti şöyledir: “Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli… / Şeytan diyor ki sarmalı yüz kerre öpmeli…” Eser Münir Nurettin SELÇUK tarafından Kürdili Hicazkâr Makamında da bestelenmiştir.

(14) Bu söze benzer şarkı; “Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır” şeklinde olup Güftesi: Fıtnat DUYAR’a, Bestesi Yesari Asım ARSOY’a ait, Hüzzam Makamındadır.

(15) Aramızda sıra dağlar, dağlar mı olacaktı? Güftesi; Fıtnat DUYAR’a, Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait, Hüzzam Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

(16) Olmayacak Duaya Âmin Demek; Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak, ya da buna destek vermek.