“Hayret, bi şey!” dedi, yaşı otuzları geçkin gibi görünen genç kadın.

Yaşı henüz otuzlara ulaşma çabası gösteren genç adam ise bu sözlere oldukça içerlemiş(1), sinirlenmişti;

“Size ‘Özür dilerim güzel bayan!’ olarak söylediğim sözümü geri alıyorum. Yol ortasında ‘Bilmem, ne?’ gibi dikilmeseniz, ben de fren yapıp, size çarpma derdini yaşamaz, özür dilemek zorunda da kalamazdım!”

Genç kadın karşısındakinin sinirlenişini hazmetmek(1) istercesine sırtını dönmesine rağmen, genç adam sinirini zapt edememenin değil, aşmanın hevesinde, zirvesindeydi sanki;

“Yüzüme baksanıza, kaba-saba bir insana, hiç yanlış yapacak birine benziyor muyum ben? Öyle olsam sizden anında özür diler miydim?”

Genç kadın sözleri duymazdan gelerek, havaalanına gidecek Servis Otobüsünün yanlarında açık bir yere giderek çantasından bir sigara çıkarttı, çakmağıyla yaktı ve dumanını hiçbir şeyi umursamazcasına gökyüzüne doğru üfürdü.

Arabasını, doğruya yakın park eden genç adam, onun sigara içtiğini görünce içinden de olsa mırıldanmak arzusunu hissetti, yanlışını bile bile;

“Haspam(2)! Sigara da içiyormuş meğer!” deyip tarifeli uçağını kaçırmamak için ve genç ötesi kadının yanından geçmemeye gayret ederek Servis Otobüsüne bindi.

Genç adamın arabası yeni ve hatta son modeldi. Kendisinin bir iş adamı olduğu belli idi, ama nasıl? Muhtemelen babasından kalmış, belki de babasıyla birlikte sahip olduğu işyeri, fabrika gibi bir mekânın sahibi, ya da yetkilisi olsa gerekti.

Genç adamın gerçekten iki ablası da konumlarına oldukça uygun, varlıklı kişilerle evlenip çoluk-çocuğa karıştıklarından, yaşamları devam ederken varlıklarıyla ilgili tüm haklarını evin tek erkeği, veliahdı(2) olan kardeşlerine devretmişlerdi, noter-senet-sepet her ne gerekiyorsa, tüm gereklilikleri ile.

Adı Naim olan genç adam, annesinin başında olması, her derdi, sorunu ve gereklilikleri ile meşgul olması, babasının neredeyse patronluk hüviyeti dışındaki tüm işleri kendisine yıkması nedeniyle özgürdü, kararlıydı, hatta güçlüydü.

Yaşamı; tahsili ve kendisine özgüveni nedeniyle kolay gibiydi, fakat bazı konularda zorlandığını da inkâr edemezdi.

İşler nedeniyle sağa-sola da babasını koşturacak değildi ya Naim! Araba kullanmak hoşuna gidiyor olsa da, böylesine bir günlük, bilemedin iki-üç günlük işler için arabasını bazen otobüs terminaline, bazen de havaalanındaki park yerine bırakıp uçarak gidip, uçarak dönüyordu. Çünkü zaman, her zaman, herkes için değerliydi, kendisi için olduğu gibi. Bunda da ilerleyecek yaşında, belki de babası gibi işlerle yorulmaması dileği de etken diye düşünülebilirdi.

Tüm ısrar ve gösterilen adaylara rağmen evlenmek için ne vakit ayırabilmiş, ne de niyetlenmişti. Allah var, uzaktan-yakından-kenardan-köşeden, fotoğraflarından gösterilen tüm adaylar; genç, güzel, varlıklı, iyi kızlardı, ama gönlüne hitap edeni hiç yoktu içlerinde.

Ve bunun içindir ki, bu şekilde yapmak zorunda kaldığı her yeni yolculuğunun bir başlangıç olması dileğiyle gözleri arayışlarıyla şaşılaşacak gibi bir şekilde çevresinde oluyordu, hiç olmazsa aday adayları için.

Evet! Fazla gecikmeden evlenmeyi düşünüyordu, ama bunun için gönlünü zapt edecek, kendisini kucaklayıp hükmedecek birini bulmalıydı. O da böyle pazardan meyve seçer gibi olur muydu?

Meğerki rastgele…

Olayı yaşayan Naim’in karşısındaki yaşı konusunda şaşkınlık yaşadığı genç kız, ya da Firdevs isimli genç kadın ise; mütevazı(2) kişilikli bir lise öğretmeniydi. (Anlatan olarak öğretmenin yaşı konusunda hata yaptığımı kabullenmeliyim!).

Uzak diyarlardan kopup gelmiş, yalnızlığa alışkın, kendini mesleğine ve öğrencilerine adamış, sevgi-aşk nedir bilmemiş, bilememiş, aramamış, rastlamamıştı, bu konuları çağrıştıran bir dersin öğretmeni olmakla beraber…

Uçağa yetişmek için otobüse binmekte acelesi yok gibiydi, sigara içmekte de kendince haklıydı.

Sebep; babası idi, kısaca; ilerlemiş yaşına rağmen bitip tükenmeyen kıskançlıkları ve sık sık gösterişli bir şekilde intihara teşebbüsleri nedeniyle.

Oysa her canlı ölümü tadacaktı(3) ve intihar ebedi cehennem(4) demekti. O halde aceleye, geleceği bir an evvel getirme gayretine ne gerek vardı ki? Gelecek; mutlaka gelecekti(5), ne geleceği arkasından iteklemeğe, ne de önünden çekmeğe gayret etmenin hiçbir anlamı yoktu…

Terminalde karşılaşan bu iki insanın fiziksel durumlarından bahsetmek gerekirse;

Naim; ne kadar yakışıklı, sırım gibi, enine-boyuna gösterişli ise, aralarındaki yaş farkını göz ardı etmek(6) mümkün olduğu takdirde Firdevs de o kadar güzel, fidan boylu, çekici, giyimi-kuşamı edepli, “Benim” diyecek herhangi bir güzele göre kat-kat tumturaklıydı(2).

Kalkış anonsunun yapılmasına saniyeler kala bindi otobüse Firdevs, daha gerçekçi ismiyle Ayşe Firdevs. Öyküsü kısa; anneanne, babaanne isimleri, anne ve baba tarafından!

Otobüsün kapıları kapandı, kendisinden bir sonraki yolcuya;

“Otobüs doldu, ayakta yolcu alamıyoruz maalesef, bir sonraki otobüse lütfen!” dedi, emredercesine, görevli değnekçi(!).

Yani Firdevs son anda binmiş gibiydi otobüse. Hani bir atletizm yarışması olsa; “Göğüs farkıyla yarışı kazandı!” denilebilirdi.

Ancak bir sorunu vardı Firdevs’in. Koca otobüste, kendisine; “Bilmem, ne?” diyenin yanındaki koltuk dışında hiç boş yer yoktu.

Yan koltuktaki beye yer değiştirmelerini rica etti, ama ummadığı bir cevapla karşılaştı;

“Özür dilerim, eşimle önemli bir konuyu konuşuyoruz!”

Sus-pus olup(6), o “Bilmem, ne?” diyen beyin yanına oturmak zorunda kalmıştı. Naim oralı değildi, daha doğrusu yanına oturanın kim olduğunun farkında değildi.

Elindeki koskoca bloknota bir şeyler karalama telâşında gibiydi.

İnsanlar çok zaman ve çok konuda meraklı oluyorlar, bu nedenle çok şey de bu merakları sebebiyle geliyordu başlarına, tıpkı Ayşe için olduğu gibi. Naim hissetmişti Ayşe Firdevs’in bakışlarını üzerinde, döndü;

“Kendi çapımda öykü yazma gayreti içindeyim!”

“Bana neden söylediniz ki? Yazdıklarınız beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor ki?”

“Tanrı bazı insanlara, bir kısım hikmetleri(2) bahşetmiştir. O bazı bir kısım insanlardan biri sayıyorum kendimi!”

Aç tavuğun kendini darı ambarında hissetmesi gibi bir şey, yani?”

“Olabilir! Ama ne yazdığımı merak ettiğinizi hissedebiliyorum.”

“Yani yazdığınız; ‘Bilmem, ne?’ öyküsü diyebileceğim, hüsnü kuruntunuzun(7) ürünü olan bir şey mi?”

“Gerçekten onu dile getirmeğe çalışıyordum, ama eksiklerim vardı. Örneğin; tüm küstahlığıma rağmen, olağanüstü güzelliğinizden bahsettim de, isminiz eksik kaldı.”

“Önemli mi? Mademki uyduruyorsunuz, uydurun gitsin bir isim öyleyse; örneğin ‘Bilmem, ne?’ diye! Hatta ‘Güzel’ diyerek alay ettiğiniz gerçekten ‘Bilmem, ne?’ deyişinizdeki varlığın bedensel şekli olanı!”

“Gerçeğin dışında hiçbir şey yok öykümde. Güzelsiniz gerçekten. O bedensel varlık da; aslan, kaplan olabilir mi? Ya da kartal, şahin?..

Ve mesela gül, gonca?”

“Güldürmeyin insanı! Kahırla söylenenle, neşeyle söylenenin farkını bilecek yaş ve tahsildeyim.”

“İçimden o an geçene, tepki vermeyeceğinizi bilsem içtenlikle söylemeye gayret ederdim.”

“İçimde biliyormuşum gibi bir his var, ama merak ediyorum, neymiş o?”

“Tekrar ediyorum, kızmayacaksınız ama! Çünkü biliyorsunuz; doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Hem o büyük insanın dediği gibi; Cümleler doğrudur, sen doğru isen…(8)

“Israrcı değilim, fakat söylerseniz memnun olmasam da öyle gözükmeğe çalışacağım!”

“Peki, o zaman benden günah gitti, adını söylemek içimden gelmiyor, ama şöyle tarif etmeye çalışayım, ‘Bilmem, ne?’ dediğim şey, Hindistan’daki kutsal varlık…”

Sözünün sonunu getirememişti galiba, Firdevs’in sol elinden yanağına oldukça şiddetli, hiddetli, haşmetli tokadı yediğinde kaba anlamda feleğini şaşırmış(6) gibiydi. Tüm otobüsteki başlar kendilerine çevrilince Firdevs zevahiri kurtarmak(6) için;

“Abla-ağabey arasındaki kaba bir münakaşa, özür dileriz!” dedi ve fısıldadı Naim’e;

“Bu kadar ağır bir benzetmeyi hiç mi hiç hak etmemiştim. Üstelik karşınızda yaşı ne olursa olsun bir kadın var, kibar olmalıydın! Varlıklı olmuşsun, ama adam olamamışsın! Hakaret sınırına ulaşmamak için gayretliyim, ama gerçekten sizin gibi maddi güçleri olan kişilerin adam olmaları o kadar güç ki!”

“Bağışlayın lütfen! Tüm söylediklerinizi de, o tokadı da hak ettim. Böyle kuru bir özür sözü ile ayağa kalkan sinirlerinizi yok etmem mümkün değil, bana gereğince özür dilemem için bir fırsat verin! Lütfen!”

“Benim derdim bana yetiyor zaten, bir de sizinle uğraşacak, özürlerinizi dinleyecek vaktim yok. Ben dersimi aldım, siz de dersinizi aldınız, sanırım…

O halde; evli-evine, köylü-köyüne, yolcu-yoluna!”

Otobüs terminale ulaşıp da durduğunda otobüsten el çantasıyla ilk inen, Firdevs’ti, çünkü bavulu, valizi yoktu. Peşinden koşup ona yetişememenin hüznü vardı içinde Naim’in.

Kendisince bir rüyanın, bir hayalin bu kadar kısa sürmemesi gerekirdi. Bir bakıma da etkilenmiş miydi ondan, ne? 

“Hadi canım, sen de!” diye geçirdi içinden.

Onu aramak, bulmak bir çuval pirinç içinde bir taşı bulmak kadar zordu koca şehirde. O halde düşüncelerini zamana yaymalı ve unutmalıydı. Unutmak basitlikti.

Bu düşüncelerle Bekleme Salonuna ulaştığında onunla karşılaşmaktan hoşnut olmuş, yüreği “Hop!” etmişti, durup dururken. Yanındaki boş koltuğa oturdu;

“Küslüğünüz devam edecek mi? Hiç mi şansım yok, hüznünüzü neşeye döndürmem için?”

Genç kadın hiç tepki vermeksizin, yüzünü ondan yana bile çevirmeksizin, sözlerini duymamışçasına iki sıra ötedeki yaşlı bir kadının yanına ilişti.

Naim’in o anda yapacak başka bir şeyi yoktu, son şanslarını uçakta, uçaktan inişte, ya da servis otobüsünde, olmadı takip ederek deneyecekti.

Lâmı-cimi yok(7), bu “Bilmem, ne?” etkilemiş, hapsetmişti, kendini. Hapsinin başlangıcından memnun gibiydi Naim.

Anons ile birlikte yerinden kalktı Firdevs. Naim onu takip etme arzusunda idi, çünkü onun da elinde dizüstü bilgisayarını da koyduğu çantası dışında hiçbir şeyi yoktu.

Firdevs kendisinden önce sıralardan birinin cam kenarına yerleşmişti. Yanındaki orta sıradaki yaşlı adama rica etti Naim;

“Ağabey, benim numaram senden bir sonraki sırada cam kenarı. Karımla aramız biraz limoni(20), onun için ayrı-ayrı aldık biletlerimizi. Belki bu yolculukta himmetinizle(2) barışırız. Sizinle yer değiştirmem mümkün mü?”

“Tabii oğlum!” diyerek yerinden doğrulurken bir yuvayı kurtarıyor olmanın sevincini yaşıyor gibiydi yaşlı adam.

Oysa parmaklarına şöyle bir baksa nişan yüzüklerinin olmadığını, hatta birbirinin ismini bile bilmediğini “Şıp diye fark eder! (6) fark edebilirdi.

“Deli misiniz siz, ne zaman evlendik?”

“Otobüste kardeştik. Şimdi evli olmamızın sakıncası ne? Hem ‘Evet!’ diyecekseniz, teklifim hemen hazır, diz de çökerim istersen; ‘Benimle evlenir misin?’ diyorum!”

“Gerçekten bugüne kadar size ‘Deli’ diyen oldu mu hiç?”

“Yoo! İlk defa beni deli eden biri ‘Deli’ diyor bana!”

“Bana ilk defa ‘Güzel’ diyen birine göre ben kimim? Gerçekten yakışıklı, varlıklı, belki de çok zengin olmanıza rağmen siz kimsiniz? Adınız ne hatta? Adım ne? Neyiz, kimiz ve sizin hiçbir şey bilmeden, hiçbir şeyi bilmeme gerek bırakmadan teklifiniz; ‘Evlen benimle!’ demek…

Yok, daha neler? Öykülerde, romanlarda, hatta yazmağa çalıştığınız öykülerde bile bu; saçmalığın daniskası(7) gibi görülecektir!”

“Adım Naim. Özür dilemem için izin verirsen sana kendimi anlatayım. Sonrasına her medeni insan gibi sen yetkilisin, sen karar verirsin, hem nasıl istersen. Benimse seni öğrenmem gereksiz. Mevlâna gibi; ‘Ne olursan ol, gel!’ diyeceğim!”

“Peki Naim. Telefon numaranı ver, seni arayacağım, söz, ama hemen değil! Şu anda çok öfkeli ve sinirliyim, yaşadıklarım ve yaşamak zorunda kaldıklarım nedeniyle. Bu nedenle seni bir kere daha tokatlayıp üzmek, duygularını zedelemek istemem…

Hislerini dengelemen için sana bir fırsat tanımaya çalışacağım. Bir çay içimi sonrasında doğum tarihlerimizi de dikkate alarak birbirimize sırtlarımızı döner, kendi yollarımıza devam ederiz!”

Sen ve siz sözleri birbirine karışmıştı.

“Sanmıyorum, ama peki! O zaman vedalaşmayacağız, demektir. Hiç olmazsa adını söyleseydin!”

“Gerek yok! Çay içerken onu da öğrenirsiniz umarım, gerekirse. Ama dediğim gibi umudun olmasın asla. Hem de hiç! Çünkü benim idealim, devletim ‘Yeter!’ deyinceye kadar öğrencilerimi yetiştirmek ve onları sadece kendilerine, ailelerine değil, ülkelerine de yararlı olacak şekilde yetiştirmek!”

“Yani onlar, benim gibi okumuş, ama adam olamamış gibi olmasınlar!”

“Öyle düşünüyorsanız, buna ‘Hayır!’ demek elimde olsaydı keşke, demek isterim!”

“Hayır, deyin öğretmenim. Bir yanlışlığım için beni bir ömür boyu sürecek şekilde aşağılamayın. Bırakın beni, bundan sonraki ilk karşılaşmamızda dizlerinize kapanarak özür dileyeyim, hem tekrar ve tekrar...

Ve indiğimizde de bana sırtınızı dönmeyin, gülerek vedalaşın benimle ve hüzünle değil, neşeli olarak yer alın beynimde, gönlümde, duygularımda…

Hatta sonrasında tüm yaşamımda…”

“Bak genç adam! Naim! Gençsin, yakışıklısın, varlıklısın! Bazı saplantıların olmasın. Hele ki senin için uygun olmayanlar…”

“O sizin düşünceniz, hatta kanaatiniz öğretmenim. Sizin gibi değerli öğretmenlerden ders alıp yetiştim ben. Üstelik annem de bir öğretmen emeklisi. Eksiklerimin olduğunu kabul etmekle birlikte adımlarımı nasıl, nerede, ne zaman ve ne şekilde atacağımı biliyorum…

İsterim ki ileride de bu adımlarımı gereğini uygun olarak atmamda bana önderlik edecek bir öğretmenim olsun benim, hem de ömür boyu…”

“Daha önce de söylediğim gibi, ya delisin, ya da aklın başında değil. Hem geldik artık. Sen işine, ben sorumluluklarımın, zorunluluklarım ve sorunlarımın üstesinden gelmeğe!”

“Elini tutmama izin ver öğretmenim!”

Elini uzatırken adını söyleme zorunluluğunu ve becerisini yaşadı öğretmen;

“Adım; Ayşe!” dedi fısıldarcasına.

Elini öptü Naim, Ayşe’nin koklayarak.

“Ömrümce bu kokuyu, bu teni ve bu ismi saklayacağım kendimde!” dedi.

Uçak boşalırken Ayşe’nin “Deli!” Naim’in “Haklısın!” sözleri yankılandı uçağın koridorlarında, hostes ve kabin memurlarının tebessümlerinde.

Ayşe acele etti, Naim’in bitirmesi gereken işleri vardı, birbirlerini kaybettiler salonda, Ayşe’nin gülümseyerek el sallaması sonrasında…

Sonrasında ne günler, ne de geceler tükenmek bilmedi Naim’in yaşantısında. Asırlar geçmiş gibiydi o günün ertesinden itibaren, annesinin hissettiği, babasının fark ettiği, ablalarının neyin ne olduğunu öğrenmek istekleriyle.

Yer, ya da gök yarılmış, evrenin bu iki ucu arasında yok olmuş gibiydi Ayşe, Naim’e göre.

Naim, arabasını birkaç kez daha aynı park yerinde bırakarak, birkaç kez daha uçtu aynı mekâna. İlk karşılaştıkları günün yolcu listesine ulaştı eş-dost vasıtasıyla. Yolcu listesinde kendi adı-soyadı vardı, ama ne Ayşe adında, ne de ismi “A” ile başlayan hiçbir yolcu adı yoktu.

Şanssızlığına küstü. Ayşe’nin Firdevs olarak ikinci bir adının olduğunu ve kayda öyle geçildiğini bilemezdi Naim. Aklına böyle bir şeyin gelememesi de doğaldı.

Koca şehirdeki okulları dolaştı adım-adım, internette. Yaşamındaki oksijen hacmi gittikçe azalıyordu, boğulacak gibi hissediyordu kendini, elden-ayaktan değil, ama yemekten-içmekten kesilmişti.

Yaşantısında, nerede sigara içen sırtı dönük bir bayan görse gidip yüzüne bakıyordu, melül-melül(6). Boyu uzunmuş-kısaymış, sıskaymış-obezmiş, genç kızmış-kartmış, dikmiş-eğriymiş fark etmiyordu. Kendisine “Deli” imiş gibi bakışları olan insanlara gerçekten deliymiş hissini yaşatıyordu, yürüyüşlerinde, aylaklığında.

Ancak bu davranışları ve bedenine ilgisizliği asla ve asla işlerine engel olmuyordu. Gitmesi gereken yerlere gidiyor, anlaşma-sözleşme yapması gereken işler için falsosu olmuyor, zarar görebileceklerini reddetmek yanında, uygun teklifler için babasının görüşünü bile almadan; “He!” diyordu.

Okuduğu ve öğrendiği avantajları nedeniyle baba şirketini zaten Limitet Şirket olmaktan çıkarıp babasının muvafakati(2) ile Anonim Şirket haline çevirmiş, tek yetkili-sorumlu olarak kendisini belirtmişti; kazanç müşterek, zarar sadece kendininmiş gibi.

Oysa aile idiler, kazancın müşterekliğinde, zararın aykırılığından söz edilebilir miydi ki?

Bir gün Toplantı Odasında mühendislerle, babasının suskunluğunda yoğun bir ihale teklifi için çalışma halindeyken cep telefonu çaldı Naim’in. Bilmediği, ama günlerin, ayların ertesinde ummak istediği bir numara idi bu.

Karşıdaki ses;

“Ben Ayşe, görüşelim mi?” dedi.

“Hemen!” deyip masaya döndü Naim;

“Acele bir işim çıktı, çok kısa bir zaman içinde dönerim sanıyorum, ama vaktinde dönemezsem bile hazırladıklarımızın tümünü masama bırakın, gecenin kör vakti bile olsa inceleyip gerekiyorsa bilgisayarda gerekli düzeltmeleri yapıp yarınki ihaleye yetiştiririm.”

Bu; o güne kadar kimsenin, hatta babasının bile şahit olmadığı bir vaka idi. Hepsi beyinlerindeki çözümsüz soru işaretleriyle arkasından bakakalmışlardı, tekrar çalışmaya yönelmelerinden önce.

Oysa “Ana gibi yâr olmazdı, cennet annelerin ayağının altında idi ve ağlarsa anam ağlardı!” tavrındaki Naim, içindeki fırtınayı dillendirmişti annesine, bir bunaldığı yahut da annesinin ısrarlı soruları ile onu bunalttığı bir anda. O da farz olduğundan babasına fısıldamıştı ufakça…

Dolaysıyla oğlunun fark edilen telâşından babası dışında kimsenin haberinin olmaması doğaldı…

Kafede buluştular.

“Teselliye, bir beni bilmeyene anlatmaya ihtiyacım var, dinleyebilecek misin?”

“Ömür boyu, demiştim. Unuttun mu?”

“Hayır! Şimdilik!”

“Peki, dediğin gibi olsun!”

“Babam huysuz biri gibiydi. Çok kıskanç, bencil en ufak ahenksizlikte annemle kavga etmek ve sonrasında intihar etmek eğilimindeydi. Sizinle o karşılaştığımız gün gene böyle bir çaba gösteriminde olduğunu, bunun diğerlerine göre bir başka farklılıkta olduğunu söylemişti annem. Uçağa güç belâ bir bilet bulup yetişme arzusunu yaşadım…”

Nefes almak istercesine susar gibi oldu, daha doğrusu çayları getiren garsonun kulak misafiri olmasından çekindi ve sonra devam etme gayretinde oldu Ayşe Firdevs;

“Eve ulaştığımda; ‘Bunalmaktan yoruldum artık!’ cümlesi babamın son cümlesi oldu, beni bekliyormuşçasına. Bir çırpıda evin çatısına çıktı, bilmiyorum kaçıncı kez, ‘Dur! Yapma! Etme!’ deyişlerimize kulak asmadan…

Bu sefer belki de dengesini yitirdiğinden uçtu çatıdan ve yitirdik onu!”

İster istemez şairin intihar hezeyanları ve oğlunun intiharı geçti aklımdan(9).

Çayından bir yudum aldı Ayşe, söyleyecekleri için dudaklarını ve boğazını ıslatmak istercesine. Söyleyeceklerini bitirmemişti, mademki bir dinleyen vardı, öyleyse bitirmeye çalışmasında da bir zorunluluk yoktu.

“Evimiz, çocukluğumun şehri dar geldi o an bana. Yok bahasına sattık evimizi, kümes gibi de olsa, okuluma yakın bir ev satın aldık, annemle oturuyorum ve bu bizim yaşantımız artık. Seni görmek istedim. Çünkü söz vermiştim. Çünkü yaşantımda bana, öğrencilerim de dâhil ‘Güzel’ diyen, değer veren, ilk ve belki de son kişisiniz...

O nedenle ‘Dargın ayrılmayalım!(10) istedim. Hayal, rüya ve düşüncelerimde hep Naim olarak kal! Ben de senin düşüncelerinde, her ne şekilde olursa olsun; ‘Bilmem, ne?’ olarak da olsa öyle kalayım…”

Kararlıydı, ayağa kalktığında;

“Çay için teşekkürler, Allahaısmarladık ve sakın arkamdan bakma, gelme ve unut!”

“Peki desem de inanmayacaksın. Seni arayıp tanıyacağım, varsa diğer ismini ya da, soyadını söyle!”

“İkinci ismim Firdevs desem, soyadımı da söylesem ne yararı olacak ki sana?”

“Bazı-bazen kelimeler kifayetsizdir(11), bazen de ummadığı şekilde çağ atlatır insana. Seni bırakmayacağım, hem asla. Mademki ‘Gideceğim!’ diyorsun, git, ama bu sefer arkana bakmadan. Bu şehir kocaman da olsa, sen kendini istediğin kadar benden uzaklaştırmaya çalışsan da, arayışım bir saman yığını içinde toplu iğne aramak olsa da bulacağım seni...

Sevgin olmadığını bilsem, sözüm olamaz sana asla. Ama bana uzanan elinin kokusu, ismimi hecelemen hâlâ cismimde.

Ve mutlaka eşim, evimin kadını olacaksın bir gün, yemin ederim. Ben sabretmesini bilen nadir insanlardan biriyim!”

“Doğru! Nadir delilerden biri! Tekrar elveda!”

“Elveda değil, tekrar görüşmek ve elini hiç ve asla bırakmamak üzere ve şimdilik!”

Ses çıkarmadı Firdevs. Kapıdan çıktı, durağa yanaşmış olan otobüse koşarcasına yetişti ve pencereden belki de el sallamak için baktı. Naim de otobüse bakıyordu, ellerini salladılar birbirine; “Tekrar görüşebilme vaadi” gibi.

Naim acele ile telefonunun tuşlarına dokundu, babasına;

“Geliyorum!” dedi, vakit fazla geçmemişti çünkü. Tuşlara dokunması heyecanını yoğunlaştırmıştı bir bakıma. Çünkü Ayşe’nin telefon numarası arayan olarak kayıtlanmıştı cep telefonuna.

Demokrasilerde çare, kendisinde ise hırs tükenmezdi…

Hazırlanan dosyalara baktı, babasının soru dolu davranışlarını göz ardı ederek. Bir ara başını dosyalardan kaldırdığında babasının meraklı bakışlarıyla karşılaştı gözleri;

“Hayırdır, oğlum?”

“İnşallah baba, inşallah!” dedi Naim kısaca.

Soran sorusunun anlamının bilinmesinin karşılığı olarak cevabı almıştı. Ama cevabın mutlaklığını bilememenin memnuniyetsizliği var mıydı zihninde? Saklamamak gerek, karşıdaki kimdi, neydi, neyin nesiydi?

Memnuniyetsizliği belli idi babasının, parmaklarını çıtlatmasından, şakaklarının belirli şekilde zonklamasından ve başını yere doğru tereddütlü bir şekilde eğmesinden.

Ama öğrenmesi hiç zor değildi ki? Nasıl olsa tecrübesizlerin tecrübelilere göre zayıflığı, zaafları vardı, açık verirlerdi ve bu açık gerçeği bilmek isteyenlerin gerçeği bilmelerine yardımcı olurdu, ne kadar gizlenirse gizlensin, saklanmağa çalışılırsa saklansın!

Naim, Ayşe’nin telefonunu çaldırdı bir kere, birkaç kere, kerelerce ve daha fazla.

Ayşe haddini biliyordu, cevap vermediği gibi, yeni bir telefon numarası alıp, eskisini iptal ettirdi, bilmesi gereken telefon numaralarını yeni SIM Kartına(12) işledikten sonra Reddedilecekler Listesine de Naim’in telefon numarasını işlemeyi unutmadı.

Naim’den günah gitmişti. Onun bindiği Belediye Otobüsünün numarasına göre bir otobüsü takip ederek güzergâhı tespit etti. Sağdaki soldaki bakkallardan liselerin adlarını ve adreslerini öğrendi.

Sonrasında bir berber arkadaşına “Aramızda kalsın ricası” ile yaşlı bir adam makyajı yaptırıp, saçlarını, kaşlarını beyaza boyattı. Gözlerine numaralıymış hissi yaratan gözlükler taktı. Bir baston edinip yürüyüşünü çarpıklaştırdı.

Genç kızın otobüse bindiği duraktan, aynı numaralı otobüse binerek son durağa kadar inmeden gitti. Çünkü ad ve adreslerini öğrendiği, o yerdeki üç liseden biri son durağın hemen yanı başında idi.

Okulun müdürü olan hanımın odasına çıktı, bastonu ile yengeçvari bir şekilde çapraz yürüyerek hatta sekerek;

“Öğretmen yeğenim Ayşe Firdevs’i görmeğe geldim, memleketten. Ben dayısıyım. Annesi, yani kız kardeşim biraz rahatsız da!” dedi.

Müdüre Hanım meraklanmıştı;

“Bizim okulda bu isimde bir öğretmen yok, adresin bu okul olduğundan emin misin amca?” diye sordu.

Buluşunu anında gerçekleştirip şekillendirdi sözlerinde Naim;

“Burası ‘B’ Okulu değil mi kızım?”

“Burası ‘A’ okulu amca. Size yanlış tarif etmişler. İsterseniz bir çay için, dinlenin. Sonra yanınıza görevli birini, ya da bir öğrenciyi katayım, size yardımcı olsun!”

“Sağ ol kızım! Ayaklarım açılsın biraz. Otobüste dört numara gibi oturmaktan içim-dışıma çıkmıştı(38), yürüyüp kendime geleyim biraz…”

Birinci atılımından boş dönmüştü.

İkinci yoklamasını aynı tarz ve sözlerle yaptı Naim. Bu kez Müdür Bey “Hayır burası ‘C’ okulu değil, ‘B’ okulu. ‘C’ okulu 500 metre kadar aşağıda. Sanırım orada Ayşe Firdevs diye bir Edebiyat Öretmeni var, ama soyadını bilmiyorum.”

Soyadını kendisi de bilmiyordu ki zaten. “Ne?” deseler, şaşırmamak için kendi soyadını söylerdi herhalde.

Naim’in üçüncü okulda ne müdürlere çıkması, ne de kendisini gizlemesi gerekiyordu.

Son ders zili çalıp da herkes dağılırken o da evine yönelecekti, nasıl olsa.

Kenarlarda-köşelerde(13), ıssızlıkta-sessizlikte bir yerlerde bekleme gayretini yaşadı. Duası;

 “O gün nöbetinin, ek dersinin olmaması, ya da beklediği bugünün onun dersinin olmadığı bir güne rastlamamış olmasıydı.”

“Tanrı insanlara bir kısım hikmetler bahşetmiştir” demişti ya hani, Tanrının bunlardan bazılarının dualarını da kabul ettiği inancı vardı içinde.

Ve duası kabul olmuştu. O; bir öğretmen arkadaşı ve bir öğrenci ile birlikte çıkmıştı cümle kapısından ve her biri bir yöne doğru ayrılmışlardı birbirinden.

Naim, yaşlı bir adamdı ya, kimin aklına gelirdi ki yaşlı bir adamın, genç bir bayan öğretmeni takip edeceği? Evine kadar takip etti Firdevs’i Naim. Onun bakkaldan ekmek ve süt alışını not etti kafasına. Bilmediği, farkına bile varmadığı şey ise hissedilmiş olmasıydı.

Öğretmen evine girdikten beş-altı dakika sonra kapının zilini çaldı Naim. Firdevs kapıya çıkınca da sesini değiştirme arzusuyla konuşma gayretinde oldu;

“Bir öğrencinizin dedesiyim, eğer durumunuz müsaitse bu hayta oğlan hakkında bir-iki dakika görüşmek istiyorum. Üstelik biraz da yorgunum…”

Hissetmesini bilen, yılların öğretmeni aptal değildi. Hemen tanımıştı Naim’i, daha eşikten adımını atmadan ve iki eliyle birden kendisini saklamaya çalıştığı gözlüğü tutup çıkarmıştı;

“Sen O’sun, Naim’sin. Ama nasıl buldun beni?”

“Beni unutmak istese bile beni unutmayanı, unutabileceğimi nasıl düşünürsün ki? Sen bana hükmederken ben nasıl arayıp bulmam, bulamam ki seni, Fizan’a(2) da, arşı âlâya(7) da gitsen, telefonunu kapatıp cevap vermesen, izini kaybettirmeğe çalışsan bile öğretmenim?”

“Peki Naim! Burası mutaassıp bir çevre… Bana söz gelsin istemezsin, değil mi? Sana telefon edeceğim ve istediğin yere, istediğin zamanda konuşmak için geleceğim, söz! Ama şimdi hemen çekil git kapımızdan, gözlüklerini de takmayı unutmadan!”

“Yarım saat içinde telefon ettin, ettin, yoksa kapına dayanırım tekrar, sen bilirsin!”

“Peki! Peki! Ne olur git! Sadece mahalleli değil, annem de bir şeylerden şüphelenecek şimdi!”

Firdevs gerçekten yarım saat bile olmadan telefon etti. Telefon edenin ondan başkası olmayacağına o kadar emindi ki Naim, daha karşısındakinin sesini duymadan;

“Hemen gel, çok özledim seni!” dedi.

“Gerçekten aklının başında olmadığına içtenlikle inanıyorum. Makul, mantıklı bir şey söyle de yapma gayretinde olayım!”

“Sokağın köşesindeyim hâlâ yaşlı biri olarak. Bir tepsi börek yap, çay da demle, istediğin vakitte ben geleyim!”

“Yok, daha neler? Annem hissetmesin diye lâvaboya girdim, çıktım, şimdi kapı önündeyim, üşüyüp hasta olmamı istemezsin, değil mi?”

“Asla! Yarın, peki?”

“Öğleden sonra…”

“Çok geç, sabahtan, benimle ilk kez çay içip dertleştiğimiz yerde, en geç saat onda?”

“Çok ısrarcı ve inatçısın!”

“Ne yapayım? Ben sana ‘Ömrümün aydınlığısın, benim ol!’ diyorum, kabul etmemekte direniyorsun. Haydi, üşüme, hemen gir içeriye, beni ve yarını düşün!”

“Emredersin patronum!”

“Yaşamımda asla patronun olmayacağım Firdevs, hep gölgende olacağım ve bu benim istediğim şey, dilediğim şey!”

“Sağ ol Naim!”

İlk defa ikisi de birbirinin isimlerini söylemişti, ikisi de hayretler içindeydi telefonlarını kapatırlarken.

Yarının gelmesi arzusunu biri içindeki hisleri saklayarak, diğeri içtenlikle isteyerek şekillendirmeye gayret ediyordu.

Ve onlardan Naim; cep telefonunda Ayşe’nin numarasını zapt edip, kendinden başkası bilmesin arzusuyla; “Bilmem, ne?” diye işaretledi. Kendisinin telefon numarasının Ayşe’nin telefonunun Reddedilecekler Listesinde olduğunu bilemezdi.

Evine döndüğünde neşeliydi Naim. Gecikilmiş de olsa sofraya oturma talimatı verilmişti annesi tarafından. Anne yüreği değil mi? Soru bombardımanının ilkini ateşlemişti;

“Söyle bakalım; ‘Bilmem, ne?’ ile ilgili yeni bir gelişme var mı oğlum?”

Babası cümlenin, ya da bombardımanın yarım ya da eksik kaldığı endişesiyle devam etme, ya da eşinin sözünü tamamlama gayretini yaşadı;

“Yani annen demek istiyor ki; ‘İnşallah’ın mesafesi, süresi ne kadar?”

“Bilmez misiniz ki; ‘Acele işe şeytan karışır!’ Daha beni bile kabul etmedi ki, umutlarımı sizlerle paylaşsam…”

“Dürüstçe cevaplamanı istediğim iki sorum var oğlum!”

“Sor baba. Bilirsin doğduğumdan beri size karşı hiç ve asla yalanım olmadı.”

“Soru bir; gerçekten seviyor musun bu kızı?”

“Vazgeçemeyeceğim kadar, hem sonsuza kadar, evet!”

“Soru iki; o seni seviyor mu?”

“Bilmiyorum, sanıyorum, muhtemelen, belki evet!”

“Kesinleşmesinin süresi?”

“Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın(14)!”

“İstiklâl Marşına düşkünlüğünü biliyordum ama sevgini özdeşleştirecek kadar Mehmet Akif Ersoy’a sığınacağın aklımdan geçmemişti!”

“Türk olup da ulusalımızı, Mehmet Akif Ersoy Babamızı sevmeyen var mıdır?”

“Tamam, anlaşıldı, bekleyeceğiz!”

Yemek sonrasında “Yorgunum, bir duş alıp, erken yatacağım!” nidasıyla esneyerek odasına çıkan Naim’e annesinin; “Tok karnına olur mu oğlum? Biraz dinlenseydin!” sözü uzak kalmıştı.

Acele eden Naim, salondaki sehpanın üzerine koyduğu telefonu yanında götürmeyi unutmuştu. Söylemek gereksiz bu, babasının merakını gidermesi için ilâç olmuştu sanki!

Yaşlı adam; her zaman arabasından inmeyen, park sorunu diye bir şeyi kafasına takmayan oğlunun, o gün bir taksiyle, kendi deyişiyle; “Gezmeye çıkışına” hayret etmiş, alkol almadan sağ-salim ve neşeli bir şekilde eve dönüşüne merakla katlanmıştı.

Bu nedenle âdeti olmadığı halde ve ayıplanacağını bile bile, oğlunun cep telefonundan arayan ve aranan numaraları kontrol etme, daha doğrusu öğrenme arzusunu yaşamıştı. “Bilmem, ne?” olarak belirlenen numarayı kendi telefonundan tuşladı, vaktin oldukça ilerlemiş olduğunu dikkate almaksızın.

Firdevs o vakitte arayanın kim olduğunu bilmediği telefon numarası için hayret etmişti, hatta annesi de.

“İyi akşamlar! Geç vakitte rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama başka imkânım yoktu!”

“Estağfurullah efendim. Merak ettim, ama buyurun söyleyin lütfen aramanızın sebebini!”

“Tekrar özür dileyerek soracağım, lütfen bağışla kızım, siz oğlumun ‘Bilmem, ne?’ olarak kaydettiği hanım mısınız?”

“Evet, efendim. Oğlunuzun peşimi bırakmadığı, asıl adı Ayşe Firdevs olan ‘Bilmem, ne?’ olan kişi benim!”

Ayşe’nin üstesinden gelmeğe çalıştığı hiddeti sözlerinde belli oluyor gibiydi her şeye rağmen.

“Bağışla kızım, hakkınızda oğlumun telefonunda kayıtlı numaranızdan başka bir şey bilmediğim için öyle söyledim.”

“Önemsiz efendim. Ben, babası intihar etmiş, öğretmenliği ve öğrencilerinden başka varlığı olmayan, kısacası oğlunuzun ilgilenmemesi gereken ve üstelik haddini gerçekçi olarak bilen Atatürk Öğretmeni biriyim efendim. Niyetinizi hissediyorum. Ama söylemem gereken şu; beni oğlunuzdan değil, oğlunuzu benden soğutun, uzaklaştırın, ayırın lütfen!”

“Sen şunu söyle kızım; oğlumu seviyor musun? Onun seni sevdiği kadar demiyorum, az-biraz-birazcık da olsa…”

“…”

Sükût ikrardan gelir, derler, seni mutlaka görmem gerek, ailenden önce seni senden istemem gerek, oğlum için öncelikle…”

“Yapmayın efendim, beni üzmeyin, bana hükmetmeye çalışmayın. Siz oğlunuzu yanlışlığından geri çevirmeye çalışın. Ben ne ona, ne de sizlere lâyık olmayacak biriyim. Siz beni bağışlayın lütfen! Görüşmemiz mümkün değil, mümkün olmasın da zaten. Çünkü yarın sabah Naim’le görüşeceğiz ve ona bensizliği bilmesinin gerekliliğini önereceğim.”

“Sevmenize rağmen…”

“O sizin hüsnü kuruntunuz efendim!”

“Hayır! Ben karımın peşinden tam on bir yıl koştum, benim olsun diye. Şimdi yetmiş yaşındayım ve oğlumun koşusunu da anlıyorum. Ama yapma kızım! Koşturup da yorma oğlumu peşinden, annesinin bana yaptığı gibi on bir yıl. Gel, mutlu olmayı dene. İnan oğlum sana âşık…

Senden asla vazgeçmeyecek, onun senin yüzünden telef olmasını düşünebilecek misin? Yarını iyi düşün. Allah rahatlık versin, ‘Allah seni de, oğlumu da bize bağışlasın!’ diyerek dualarımla iyi bir gece geçirmeni, sabaha mutluluğun için hazır olmanı diliyorum!”

“İyi geceler amca!”

“Peki, bu söz; düşüneceğim anlamında mı, reddedeceğim gibi mi?”

“Cevap vermesem. İyi geceler efendim tekrar, Allah hepimize rahatlık versin!”

Firdevs’in annesi konuşmalardan bir şey anlamamış gibiydi, kulak misafiri olmasına rağmen.

“Ne, kim, niçin, niye?” diye sorarken karşısındaki kızı sanki kapı-duvardı(7).

İki taraf da; “Yarın neyi, nasıl gösterecek?” bilmecesini yaşar gibiydi. Hücum, ya da savunma nasıl olacaktı? Bilinen oydu ki herkes galip olmak ve skoru kendi lehine çevirmek düşüncesindeydi, iki taraflı, ancak tek galip çıksın umudunda.

Yarın gelmek bilmedi Ayşe için. Kararlıydı, sabit fikirliydi. Bir tatil günü olmasına, insanların dinlenmeyi uzun boyutlu düşünmelerinin gerekliliği olduğunu bilmesine rağmen saatin sekiz olmasını ancak bekleyebildi, telefonunun tuşlarına basmak için.

Numarayı gören Naim heyecanlanmıştı, sözünü esirgemedi, içinden geldiği gibi söyledi;

“Söyle bir tanem, çok mu özledin beni?”

“Gerçekten bazı şeyleri söylemekte zorlanıyorum. Atalarımız ‘Ya verdiğin sözü tut, ya da tutamayacağın sözü verme!’ demişler!”

“Yani?”

“Yanisi şu; ben sana yâr olamam, karın olmam mümkün değil, farklılıklarımız çok ve her şey senin sevginle hal olamaz. Bu nedenle bugün de, sonrasında da seninle görüşmem asla mümkün değil!”

“Yapma Ayşe. Sürüngen gibi beni kapından def etme. Sensiz bir yaşamı düşünmem bile mümkün değilken, beni sensizliğe mahkûm etme! Konu-komşu ne düşünürse düşünsün. Biraz sonra kapındayım. Yüzüme karşı söyle, ne diyorsan, ne diyeceksen!”

“Gelme! Açmam kapımı?”

“O zaman hazırlıklı ol! Annemi-babamı da alıp geleceğim. ‘Hayır’ demeyi değil, ‘Evet!’ demeyi geçir zihninden. Yok, aynı düşünceyi devam ettireceksen; söyleyeceğim şu; ‘Bir gece ansızın gelebilirim!(48)” değil, ‘Bir gecenin ertesinde kapında ölebilirim’ ve senin için ölmemin pişmanlığını ömür boyu yaşarsın!”

“Ağır ve acı konuşuyorsun!”

“Konuşturma o zaman, uzat elini! Yoksa hâlâ kahırlı, kinli misin bana karşı?”

“Hayır! Üstelik yaşamımda anı, olay gibi kötü şeyleri sadıkane bir şekilde arkama atmayı bilmişimdir. Endişem acele karar vermiş olman. Hatta karar vermiş olmanız, diyeyim!”

“Anlamadım, ne gibi?”

“Dün gece babanız, beni senin için benden istedi!”

“Ne dedin peki?”

“İçimden geçeni…”

“Yani benim de içimden geçeni?”

“Gelmeyeceğim dedim, ama söylediğin yere geleceğim. İstersen bunu sana çay içerken söyleyeyim.”

İbibikler öter ötmez(50) yanında olacağım!”

“Bekleyeceğim…”

Naim geldiğinde başı düşünürcesine eğikti Ayşe’nin. Çenesinden tutup başını kaldırdı, gözlerinde engelleyemediği yaşlar vardı.

“Hüzün yakışmıyor sana, demiştim!”

“Evet, ben de öyle düşünüyorum. Ama ne söylemem gerektiğini de bilmiyorum!”

“Gerçeği söylemeğe çalış, beni sevdiğini ve daha ilk karşılaşmamızdaki teklifime ‘Evet’ demek için cesaretli ol!”

“Seni seviyorum Naim ve sana ‘Evet’ diyorum!” dedi Ayşe Firdevs, hiçbir şeyi umursamaksızın.

Naim ne diyeceğini bilemez durumda, mutlu ve şaşkındı…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Naim ve Firdevs; Cennet Bahçelerinin adlarından ikisidir. (Diğerlerinin adlarının Adn ve Me’vâ olduğu biliniyordur, sanırım.)

(1) İçerlemek; Birine, bir duruma için için kızmak, öfkelenmek.

Hazmetmek; Hazım. Kimi durumlara katlanma. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirmesi, sindirimin yolunda olması durumu.

(2) Fizan (Arapçası Fezzan); 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda en çok korkulan bir sürgün yeriydi. Burası, bugün Libya olarak anılan ülkede eski Trablusgarp.

Haspa (Haspam); Genellikle kadınları kızdırmak için şaka, ya da alay yollu kullanılan kelime.

Hikmet; Bilinmeyen, gizine akıl erdirilemeyen neden.

Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.

Muvafakat; Uygun görme, onama, kabul etme.

Mütevazı; Alçak gönüllü, gösterişsiz, iddiasız.

Tumturaklı: Anlama bir şey katmayan, bir anlam bildirmeyen ama kulağa hoş gelen gösterişli.

Veliaht; Genelde bir hükümdarın, kralın, bir işyeri sahibinin ölümü, ya da işi, tahtı bırakması halinde yerine geçmeye aday olan kimse.

(3) Küllü nefsin zâlikâtül mevt olarak Kuran’da üç yerde (Ali İmran Suresi; 185. Ayet, Enbiya Suresi; 35. Ayet ve Ankebut Suresi; 57. Ayet) geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır!”

(4) Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. (Kur’an; Nisa Suresi, 43. Ve 93. Ayetleri.) (Buna göre insanın kendisini öldürmesi; yani intihar etmesi de aynı düşünce içine hapsolmaz mı?)

(5) Gelecek de (Gelecekte değil) bir gün gelecek; “Gelecek” dediğimiz önümüzdeki zamanın bir süre sonra geleceğinin ifadesidir. Geleceğin umududur ki, “Gelecek” anlamında yorumlarsak “gelecek” geldiğinde, şimdiyi yaşıyor olacağımızdan “Gelecek” yerinde duracaktır. Sözü; “Gelecek gelecek” şeklinde değil, “Geleceğin geleceği” şeklinde yorumlamak doğru olacaktır. Erol KARATEKİN Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır. Victor HUGO Gelecek de bir gün gelecek… Gelecek geldiğinde “Şimdiki zaman” olacak ve gelecek yine gelecekte… Che GUAVERA

(6) Feleğini Şaşırmak; Şaşkınlıktan hiçbir şey yapamaz olmak.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

Melil Melil (Melül Melül) Bakmak; Boynu bükük, usanmış, bıkmış, bıkkın, hüzünlü, mahzun, üzgün, zavallı, yoksul bir şekilde bakmak.

Suspus Olmak;  Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.

Şıp Diye Anlamak (Fark Etmek); Ansızın, beklenmeyen bir anda, olanı biteni fark edip anlamak, vakıf olmak.

Zevahiri Kurtarmak: Görünüşü kurtarmak. (Bir bakıma da bir işi gereğine uygun değil, yapıyormuş görüntüsü ile üstünkörü yapmak.)

(7) Arş-ı Âlâ^;(Arş-Âlâ); Göğün dokuz kat üstünün, Tanrı Katı denilen yerin tarifi. (Aslında bunu söylemek yanlış. Çünkü Tanrının, İslâm inanışına göre yeri-mekânı yoktur)

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilinde söyleniş biçimi.)

Kapı Duvar; Ses, seda çıkmaması durumu, başvurulduğunda yanıt alınmayan kimse ya da yer. Aldırmaz, vurdumduymaz kimse.

Lâmı-Cimi Yok (Kalmamış); Yöresel olarak; “Mazeret uydurmak gereksiz.” Değişmez. Kesin, başka yolu yok.

Saçmalığın Daniskası; Yeri ve değeri olmayan sözlerin ya da davranışlarım en üst düzeyde, aşırı, katmerli ve en önemlisi yasal olması hali

(8) Cümleler doğrudur sen doğru isen, / Doğruluk bulunmaz sen eğri isen! Yunus EMRE

(9) Ümit Yaşar OĞUZCAN, söylemlere göre 24 kez, kendi deyişine göre 3 kez intihar teşebbüsünde bulunmuş. Oğlu Vedat 17 yaşında tek bir defa Galata Kulesinden kendini atarak intihar etmiştir ve babasına bıraktığı not enteresandır; “Baba, öyle intihar edilmez, böyle intihar edilir!

(10) Dargın ayrılmayalım diye koştum sana dün… diye başlayan Hüzzam Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e aittir.

(11) Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle. Bilmezdim, Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin kifayetsiz olduğunu, Bu derde düşmeden önce! Orhan Veli KANIK, ANLATAMIYORUM

(12) SIM Kart (Subscriper Identfy Module, Abone Kimlik Modülü; Günümüzde tüketiciye sunulan cep telefonlarından birinin GSM (Global System for Mobile) denilen sistematik çalışmasının eseri bir bakıma mikroçip şeklinde tüm bilgilerin üzerinde toplandığı kart.  Cep telefonlarının kimlik kartı denebilir. Telefonun numarasını, pin kodunu ve o kişinin rehberi kayıtlıdır. SIM Kartı yoksa telefon mobil ağa bağlanamaz.  CDMA (Code Division Multiple Access) telefonlar; SIM Karta ihtiyaç duymamaktadır.

(13) Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım, ben kalbimden başka yerde seni bulamadım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; İrfan ÖZBAKIR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserin bir bölümünde “Kenarlarda, köşelerde” diye başlayan sözler vardır.

(14) İstiklâl Marşı; Her milletin bağımsızlık sembollerinden biri bayrak (Bizim için ay yıldızlı bayrağımız), diğeri ise milli marşı (Bizim için İstiklâl Marşı) dır. Türkiye Cumhuriyetinin milli marşı için ödüllü yarışmaya 734 şiir katılmış olmasına rağmen Mehmet Akif ERSOY başlangıçta “para ödülü” konulması nedeniyle katılmamış, daha sonra ikna edilerek katılmıştır. Mehmet Akif ERSOY’un ordumuza ithaf ettiği ve para ödülünü kabullenmediği şiir; İstiklâl Marşı olarak 25 Mart 1921 yılında kabul edilmiş, şiirin ilk iki kıtası önce Arif ÇAĞATAY, sonra Osman Zeki ÜNGÖR (bugünkü hali) bestelenmiştir. İnkisarla söylemek isterim ki, hâlâ yaşayan devlet büyüklerimizden bir kısmı hâlâ diğer ülkelerin milli marşlarına, “Falan Ülkenin İstiklâl Marşı” demektedirler ki, hüzün…

Naim’in söylediği söz;  İstiklâl Marşımızın beşinci kıtasının son iki mısraı olup, bilindiği üzere şöyledir; “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın / Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın”

(15) Bu kadar yürekten çağırma beni… diye başlayan ve “Bir gece ansızın gelebilirim” diye ünlenen Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ümit Yaşar OĞUZCAN’a, Bestesi; Rüştü ŞARDAĞ’a ait olup eser Rast Makamındadır.

(16) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiiri olup eser,  Gültekin ÇEKİ tarafından Rast Makamında ayrıca şarkı olarak bestelenmiştir.