Kar, buz ve hatta kuru, kupkuru ayaz kokan gecelerden biriydi yaşadığım. Ah! Hayatımda daha önce de böyle bir gece yaşamış mıydım? Hatırlamıyorum. Hatırladığım; yalnızca o bir çift yeşil gözdü. Hem de tüm yalnızlığımı çağrıştıran...
Yorgun, alkol yüklü bir gece... Otobüste o kadar yer varken yanıma oturuverişi. Ben yalnız, galiba o da yalnızdı. Şöyle bir tartar gibi baktı yüzüme, zamanından önce kırçıllaşmış, hatta aklaşmış saçlarıma belki de.
Belki, belki de o sessiz, düşünceli, elemli, kederli, kısaca gönül yorgunu, bense yüklü.
Alkollü bedenimin hoşnut kaldığına inandığım âlemimde öyle hissettim, hissetmek istedim, ayıp değil ya, düşüncelerine engel olamadığında neleri düşünmüyor veya neleri şekillendirmiyordu ki insan?
Bir ivme gerekliydi belki de sevgiden, yokluktan-varlıktan, hiçlikten-her şeyden ileri. Sadece bakışlar önemliydi ilerlemiş gecenin ötesinde son otobüsün ay ışığıyla yarışmak isteyen loş ışıklarında.
Düşündüklerimi anlamıştı, anlar gibiydi yahut. Kesin bir sorgulayışla; “Sen mi?” diye soran cümlesini tamamlamadı, tamamlayamadı, tamamlamak istemedi yahut. Gözlerini kıstı, gözlerime dikkatle baktı.
İnanmamışlığın heyecanı ile olsa gerek “Affedersiniz!” diye başını eğerken, beni birilerine benzetmiş olmaktan dolayı mahcubiyet duyduğunu hissettim, kaybedilmişliğin, yokluğun, kaybedilecek başka bir şey olmadığının endişesini yaşarcasına.
Belki kazanmak için bazı şeyleri kaybetmek zorunda olmanın bilincindeydik ikimiz de sanki. Kazanmak zor, oysa kaybetmek o kadar kolaydı ki ve en önemlisi insanların kaybetme olasılıklarının kazanmaya göre mutlak daha fazla olmasıydı...
İnsanlar doğarlar, yaşarlar. Hatta bazıları yaşadıklarını sanırlar, sürünürlerken. Yaşam; belirli bir evreye kadar; on sekiz, yirmi, otuzlar, hatta kırklar, azıcık kırk civarında olanlar için (gerisinde veya ilerisinde olmaları fark etmez benim gibi) mükemmele yakın devamlılık taşır.
Ve daha sonra ilerleyen yaşlarda da insanlar yaşama telaşı taşırlar tabii. Hangi yaşlarda olursa olsun, insanlar için mutlaka doğanın hükmü gerçekleşir, genç de olsalar, yaşlanmış da olsalar… Ölürler.
Ben neden böyle düşünme isteğini hissetmiştim ki şu anları tüketirken? Bunun mantığı veyahut da heyecanı olur muydu ki?
Cevap beklemeyen sorusu cevapsız kaldı, çünkü son duraktan bir önceki duraktı gelinen ve inmek, sarhoşluktan bitmek, tükenmek üzere olan vücudumu havası gibi toprağı da buzlaşmış loşluğa iteklemek arzusundaydım.
Sadece yarım yamalak, gözlerinin yeşilinin beynimde çakılı kalmasını arzularcasına, gözlerine bakarak; “İyi geceler!” dediğimi hatırlıyorum cevap almayı beklemezcesine otobüsün kapısından dışarıya boşluğa kendim kendimle sarkarken...
Eve gelip de yalnızlığa hükümlülüğümü geçirdiğim odamda, alkolün kendine güvenen bağımsızlığına son vermek istercesine buzdolabındaki su sürahisini başıma dikmeden önce anlamını çözemeyeceğim şekilde açtığım televizyondaki vıdı-vıdılar dikkatimi çekmişti.
Spor Loto Sonuçları açıklanıyordu. Oysa ne haberlere, ne spor sonuçlarına, ne de olan-bitene merakım vardı şu anda. Öylesine işte, televizyonun kumandasına erişivermişti elim.
Geçinmek zordu, ufak bir memur maaşıyla, hele böyle alışkanlıkları da olunca insanın ister-istemez borcu-harcı da oluyordu. Alışkanlık haline getirmiştim, bir arkadaşın teselli modunda, arada-bir değil, her hafta üç-beş kolon Spor Loto oynuyordum.
Hem de örneğin doğum günümün, doğduğum yerimin ve bulunduğum ilin il kodundan, sicil numaramdan, büyüklerimin evlenme tarihlerinden, ismimin ilk harflerinin alfabedeki yerlerinden, evimin kapı numarasından ve mesai arkadaşlarımdan bir ikisinin telefon numaralarının uygun bölümlerinden esinlenerek bir kupon hazırlamıştım ve her hafta aynı kuponu oynuyordum.
Televizyonda açıklanan sonuçlardan galiba üç-dört, belki de beş tutturduğumu tahmin ediyordum. Kanaatkâr adamdım, devreden ikramiyelerle çok büyük değerlere ulaşan büyük ikramiyeyi kazanabileceğim inancında değildim.
Hem zaten öylesine alkol yüklüydüm ki, düşüncelerime egemen olan yeşil gözler biran önce sızmamı emreder gibiydiler.
Ve sızdım, her şeye boş vererek, düşünmeden...
Pazar günlerine ait sabahlar ya çok geç oluyordu, ya da ben tüm haftanın yorgunluğunu bir kalemde silip atmak istediğimden ve uyumayı çok sevdiğimden Pazar günleri oldukça geç kalkıyordum.
“Bekârlık sultanlık!” deyip her şeye boş vermiştim. Annemin önerdiği, evimin anahtarının bir adedi kendinde olan temizlikçi bir kadın evin temizliğini yapıyor, annem de yalnız oturmamın anlamsızlığını ikide-bir söylemesine rağmen buzdolabına ne koyması gerekirse alıp-yapıp yerleştiriyordu.
İsteği kısa zaman içinde bir baltaya sap olmamdı, evlenip ev-bark sahip olmam, çoluk çocuğa karışmamdı, ama benim o tarakta hiç mi hiç bezim yoktu(1).
Sabah güneşleri işte “Öyle” benim insanların üstüne doğarmış, çocukluğumuzdan kalan bir tekerlemedeki gibi. Öğleni bırak neredeyse ikindi güneşi çöreklenmek üzereydi yatağımın üstüne. Öyle ise aynı tekerlemedeki güzel ben olmalıydım. “Sabah güneşi sidiklinin, ikindi güneşi güzelin üzerine doğar!” denildiği gibiyse...
İkilemler içindeydim. Kalkıp şöyle güzel bir kahvaltı mı hazırlasaydım kendime, yoksa bir bardak süte “selamün meraba!” deyip yatmaya devam mı etseydim? Bizim uçuk(2) arkadaşlardan birinin telâffuzu idi bu selâm şekli, hatta cevabı da vardı; “aleyküm hello!” diye.
Bir de hâlâ anlamını çözemediğim askerlikten kalan bir tekerleme egemen olurdu dilime; “Fazla lafın lüzumunu alâkadar etmez!” diye. Ara sıra da olsa böylesine zırvalamak hoş oluyordu (galiba).
Sonuçta gecikmiş de olsam iyi bir kahvaltı yapmak düşüncesi cazip gelmiş, uygulama fikri ağır basmıştı. Buzdolabına baktım. İyi bir kahvaltı için masada iyi bir sucuk, hiç olmadık bir adet yumurta, biraz domates, salatalık ve de mutlaka beyaz peynir, siyah zeytin olmalıydı.
Ama buzdolabında eseri bile yoktu bunların, gece fark edemediğim. Annem tamamlamamıştı bu hafta. Belki de hafta sonuna doğru yapacağım il dışı seyahatin iptal edildiğini ve şehirde kaldığımı söylemeyi unutmuştum kendisine.
Bıkkınca ve söylenerek hazırlandım, markete gitmeliydim eksiklerimi tamamlamak için. Ekmek yerine de bazlama yerim diye düşünüyordum, gene de ekmeğin yerini hiçbir şey dolduramazdı, ayrıca yarına da kalsın diye ekmek almayı unutmamayı yazdım beynimin bir yerlerine.
Gazete almak, okumak yerine genelde hafta sonlarında kitap alır okurdum, özellikle de şiir kitaplarını severdim. Markete gittiğimde nedense beni itekleyen bir istekle gazetelere de yöneldim alışveriş dışında. Belki de alkolle yüklenmiş olmanın ertesinde sempatizanı(3) olduğum futbol takımın maçının kaç-kaç bittiğinin merakını yaşıyordum.
“Şükür!” diye mırıldandım kendi kendime, gazetenin arka sayfasına ulaşınca gözlerim. Uzunca bir süre sonra nihayet galip gelmiştik, iki-bir, miki-bir... Oh be nihayet!”
Sonra; akşamdan beynimde kalan bilgi kırıntılarıyla Spor Loto sonuçlarına bakmak geçti içimden. Düşündüğüm gibi, yazılmış olan sonuçlara göre, garanti beş tutturmuştum, bu da bir kısım borçlarımı kapatmak anlamına geliyordu, hatta elimde harçlığım bile kalacaktı bir miktar da olsa.
Eve gelince kahvaltımı hazırlama telâşına kapıldım gazeteyi bir kenara koyarak... İnanmazdım ama hakikaten insanın karnı doyunca kafası daha bir randımanlı, daha bir iyi çalışmaya başlıyordu. Çünkü kahvaltı boyunca sadece maçı ve yorumları, haberleri, hatta Hava Durumunu, Euro ve Doların Türk Lirası karşısında yitirdiği değeri okumama rağmen Spor Loto sonuçlarını kuponla karşılaştırmak aklımın ucundan bile geçmemişti.
Haberlerin bir köşesine sıkışmış Spor Loto Sonuçları bu olanağı sağladı bana...
Evet! Hakikaten beş tutturmuştum, hem de iki kolonda birden. Ayrıca bir tane dört, iki tane de üç tutturmuş gözüküyordum kupon üzerinde. Rakamları hep birbirine yakın oynadığımdan şansın gülüşüydü bu yüzüme.
Borçlarımı ödeyebilecektim hemen. Hatta elimde avucumda da kalacaktı bir miktar. O halde felekten bir gece daha çalmaya hakkım oluşmuştu. Ertesi günün Pazartesi olup mesainin başlayacağını, işbaşı yapmam gerektiğini bilmeme rağmen felekten bir gece çalma olgusuna anında konsantre olmuştum(4).
Bunda belki oynamakla beklentilerim olmasına rağmen, haydan gelenin huya gideceğine, ikramiye ile kazanılan paranın helâl olmayacağına dair annemin yaptığı telkinlerin de payı olması gerekti.
Borçlarımı ödedikten sonra haydan gelen huya gidebilirdi. Belki de kötü taraflarımdan biri, gezmeyi, dolaşmayı, yaşamayı ve hatta içmeyi yalnız sevmem ve de uygulamamdı. “Öksüz sanırım ben kendimi yalnız içerken(5)” bestesi benim dışımdakiler için bestelenmiş olmalıydı.
Buna rağmen insan bazen yalnızlığını paylaşmaktan da sıkılmıyordu, tıpkı bir gece öncesinde otobüste paylaşılan yalnızlık gibi.
Karaya çalan yeşil gözleri hatırlamıştım yeniden, tekrar rastlaşır mıydım, tekrar karşılaşır mıydım? “Umut, fakirler için ekmek” gibiydi, bir eski deyişte. Umutsuz insan yaşayamazdı, umut karşıdaki dağların ötesinde, ilerisinde olsa bile...
Ama neden ve neyi umut etmem gerektiğini bilmiyordum. Etkilenmek başka şey, etkilenmeyi özlemek ayrı şeydi, bilincinde değildim.
Akşam, kendini getiren seslerle yine soğuk, yine yalnızlıklara tül olmak üzere yavaş yavaş inmekteydi damların üstüne, benim evimin üstüne de. Uzun zamandır, bir Gece Kulübüne gitme isteğim vardı, yokluktan gerçekleştiremiyordum bir türlü. Nasılsa ertesi gün, bilemedin iki-üç gün sonra Lotodan çıkan paranın karşılığını alacaktım.
Kredi Kartımın limitinin dolmasına da daha çok vardı, son zamanlarda biriken borçlarımı ödemek için oldukça tasarruflu davranmaya çalışıyordum. Yalnızlığı sevmeme rağmen, yazın arkadaşların aklına uyarak yurt dışına geziye gitmekten dolayı biraz açılmıştım çünkü.
Esasında antrparantez olarak söylemem gerekirse; bu geziye katılmam pek de akıl kârı değildi benim için. Çünkü hem o sıralar girdiğim kooperatifin taksitleri artmıştı, hem annemin ısrarı ile almak zorunda kaldığım bir kısım ıvır-zıvırın(6) taksitleri beni zorlamıştı, üstelik de arkadaşlarımda yabancı lisan yoktu, ben bedava tercümanlık yapmıştım.
Buna rağmen de tüm giderlerimi kendim karşılamıştım. Bir viski veya bir brendi ısmarlamayı bile çok görmüşlerdi arkadaşlarım bana. Bu nedenle seyahatin ertesinde bundan sonraki seyahatlerde kendi başlarının çaresine bakmalarını söylemem gücendirmemişti onları. Hem niye güceneceklerdi ki? Gerçeklerle karşılaşmak insanlarda güceniklik yaratmamalıydı (zannımca)...
Ayık, akşamdan kalmamış ama anlamını bilmeyen serseri bir mayın gibi çıktım evden. Cebime, ay sonuna kadar tasarruflu harcamayı düşündüğüm tüm paramı almıştım. Ola ki Kredi Kartı geçmezse, sopa yemeden veyahut da bulaşık yıkamadan (!) çıkmayı planlıyordum Gece Kulübünden dışarı.
Bir-iki-üç... Kapılarındaki afişlere bakarak dolaştığım Gece Kulüplerinin hiç biri yarar gözükmemişti bana. Kafama koymuştum ya, bu gece kulübe gidecek, biraz içecek ve hem efkâr dağıtacak, hem borçlarımı ödeyecek olmamın zevkini yaşayacak, hem de haram(!) olarak kalacak paraları cebime koymadan sarf edecektim.
Daha doğrusu cebimdekileri avans olarak harcayacak, ikramiyeden kalanı cebime yerleştirecektim. Kendimi kandırmanın yolunu bulmuştum. Kişinin kendince tatmin olması, yani kendini kandırması önemli değil miydi?
Yol üstünde karşıma çıkan bir büfede sandviç türü bir şeylerle bastırdım olası açlığımı. Çünkü aç karnına içmeyi istemediğim gibi, böyle kulüplerdeki yiyeceklerin kalitesinden de emin değildim.
Önemsenecek bir deneyimim var sayılmazdı, çünkü bugüne değin arkadaşlarla ya üç defa, ya da bilemedin beş-altı defa gidebilmiştim böyle yerlere. Her seferinde de dairede aramızda para toplamış, bir kişi hesabı ödemiş, daha sonra artı veya eksileri dairede karşılıklı olarak hesaplaşmıştık.
Bu kere ikramiyenin de verdiği cesaretle yalnız olmak istiyordum. Yalnız... Hem de tek başına... Sanki beni yalnız olmaya itekleyen bir dürtü vardı içimde, anlayamadığım veyahut da anlamak istemediğim; insanın kendini kendiyle yani beni benle paylaşmaktan daha güzel ne olabilirdi ki?
Sonunda girdim Gece Kulüplerinden birine erken vakitlerde. Ne saz vardı, ne ses o anlarda... Hatta benden başkası bile yoktu sanki.
“Biraz bekleyeceğim!” dedim, ne istediğimi soran garsona, beklediğim biri varmışçasına. Uzaklardan fısıldaşan iki hanım erkenciliğimin nedenini araştırır gibiydiler. Gözlerimizin karşılaşmaması için, yılışıklarının(7) önüne geçmek veyahut da geceyi hemen erkenden paylaşmaya başlamamak için düşünceli pozlarda kafamı eğdim ve neden bu kadar erken “Dükkânı açma” saplantısına giriştiğimi sormağa ve cevaplamağa çalıştım kendime...
Ne kadar bir süre kendimle baş başa kaldığımın farkında değildim. Yakınlardan bir ses; “Merhaba!” dediğinde kendime gelir gibi oldum. Oturduğum masanın kenarında loş ışıkların aydınlatamadığı bir siluet davetimi beklercesine ayakta bekliyordu.
Tanıdığım bir sesti galiba veya başlangıç olarak bana öyle gelmiş olması dolayısı ile tanımak arzusunu taşıyarak “Merhaba!” dedim.
“İzniniz var mı? Oturabilir miyim?” Karanlığa alışan gözlerimde bir gün önceki otobüsteki kadını hatırlamam güç olmadı.
“Siz...” diyebildim yarım yamalak, bir tellâl çığırtkanının çıkmayan nefesiyle. Etkilendiğim varlıktı karşımda duran, alışkın olmadığım, düşünmediğim ve de asla düşünemeyeceğim.
“Dünya küçük, değil mi?” dedi.
“Hem de ne kadar küçükmüş!” dedim.
“Başlayalım mı geceye?” diye sordu.
Yoo! Hemen başlamak arzum yoktu. Önce konuşmam gerekti, hatta tanımalıydım.
“Üç-beş hatta bir on dakika gecikmek sıkıntı verir mi?” dememi, gelmek için yönelen garsona; “Gelme!” dercesine işaret ederek cevapladı.
Ne diyecektim, nereden başlayacaktım, ne soracaktım? Her şey, hem hepsi garsona yaptığı o ufacık işaretle silinmiş, kaybolup gitmişti beynimden.
Hani o cinayet romanlarının üstadı Hercule Poirot’un tarif ettiği çok güvendiğim gri hücreler siyaha doğru kayganlaşmış, mor mor olmuş, beynimde sinecek yer aramaktaydılar.
Cesaret gerekti, bu cesarete o yönlendirdi;
“Şimdi ‘Neden?’ diye soracaksın, ismimi soracaksın, falan filan... Değil mi? Hepimizin vardır kendine göre bir hikâyesi... Ama doğru, ama yanlış, ama yalan... Hepsinin en az yarısı doğrudur inanın. Ve ismimi ne geçiriyorsan içinden o olarak söyle, gerçek ismim senin söylediğin ismim olacak... Hikâyemse... Gece uzun, vakit yetince onu da anlatırım sana dürüstçe, yalan katmadan, istersen...”
Kesik kesik konuşarak sınırlı dakikalara sığdırmak düşüncesindeydi demek istediklerini. Ve bitirdi sözlerini;
“Hadi artık bir şeyler söyleyin lütfen, yoksa döverek kaldıracaklar bizi masandan...”
“Peki!” dedim.
“Ama sırf kulüp sahibi kazansın diye o limonlu suları, midenizi parçalayacakmışçasına votka diyerek içecekseniz ben yokum. Bir şişe viski getirteceğim kaç para olursa olsun, iki de bardak... Siz de bana arkadaş olacaksanız varım, yoksa hemen gideceğim, gelmem belki de bir daha, yine bir solgun ilerlemiş akşamda modeli eskimiş bir belediye otobüsünde karşılaşır, dertleşiriz kim bilir?” dedim.
Gözlerini, tanımak istercesine kıstı. Yeşil-siyah gözlerinin bebekleri büyük büyüktü.
“Tamam!” dedi, “Garsonu sen çağır, dileğini sen söyle, yalnız karnım da aç, yiyecek bir şeyler de söyler misin lütfen, biraz pahalı olmasına rağmen?” Başlangıçtaki gibi “Sen” diyordu.
“Yalnızlığını paylaşmak istersen, sana yanlış etki etmemesi için veyahut da bir arkadaşının yanında olmasını istersen çağırabilirsin diğer arkadaşlardan birini masamıza…” dedim ben de ilk defa “Sen” diyerek garsonu çağırırken. Hafifçe eğildi, kısa, kesin, tahakküm(8) eder gibi;
“Paylaşmağa hiç niyetim de yok, arzum da!” dedi...
Gece kolay ilerledi, konuşurken. Zor ilerlemesi için de bir sebep yoktu zaten.
Viski bittiğinde sanki gece de bitmek üzereydi, oysa o, daha üçüncü kadehin yarısında mazeretinin olduğunu söyleyerek masadan kalkmış, garsonların takdir veyahut da sevgi, saygı dolu bakışları arasında kapıya yönelmişti, kendisini barda oturan arkadaşlarından ikisine emanet ederek!
Bu hayatın içinde olanlarda genellikle olduğu gibi, aldatılmış, gençlik hayalleri yok edilmiş, ortada bırakılmışlardan biriydi Ferhunde de. Bu gece bu ismi ona ben takmıştım. Sevdiğim dizilerden birinden aklımda kalmış olarak.
Mademki, “Beni istediğin isimle çağır!” demişti, ben bu ismi uygun görmüştüm onun için. Ben de ismimi “İnek” lâkabı hariç “Şaban!” diye söylemiştim, gerekliymişçesine. Mademki Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı oluyordu, neden Ferhunde ile Şaban olmasındı ki?
Laf ola beri gele işte, onlar unutulmaz âşıklar, aşklar, bizler ise bir gecenin birkaç saatine ambargo koymuş(9) iki yabancı sadece, hem asıl isimleri bile bilinmeyen.
Evet, nerede kalmıştım? Ferhunde, gençliğinin ilk yıllarında, bana benzeyen (bir gece öncesinin otobüs şaşkınlığı nedeniyle anlatmak zorunda kalmıştı) bir gence âşık olmuşmuş.
Uzun hikâyenin sonucu; genç arkadaş olayların gerçekleşmesine çeyrek kala yurt dışına işçi olarak gitmiş (“kaçmış” demiyordu). Kendisini doğacak çocuğu ile baş başa bırakmıştı.
Olayı öğrenen babası kahrından ölmüş, annesi neleri var neleri yoksa ucuz-pahalı demeden satmış, beraberce memleketten kaçmışlarmış. Şimdi annesi ve çocuğuna bakıyormuş, “muş!” ve “muş” olarak devam eden geniş bir hikâye dizisi...
Çoğu insanın, bu hayatın içindekilerden dinlediği hikâyeler gibi. Tek farklılık; ilköğretim okuluna sene içinde başlayacak çocuğu için yeterli miktarda birikimini yaptığını bir-iki güne, belki bir hafta-on güne kadar bu hayattan ayrılacağını ve mahallesindeki apartmanlara temizlikçi olarak gideceğini söylemesiydi.
“Muş”lu kavramların etkilediği zihnimin gerilerindeki bir bilmece beni yaklaşık sekiz-on yıl kadar gerilere götürmüştü. Amcamın benden küçük yaştaki oğlu Mehmet Emin, bir akşamüzeri anne ve babasını kendine ait araba ile memleketimizden getirirken bir trafik kazasına sebep olmuştu.
Onların ölümlerine kendisinin neden olduğu düşüncesiyle her şeyi bir kenara bırakıp üniversite mezunu olmasına, iyi bir işi olmasına rağmen yurt dışına gitmişti, esasında akşam ki konuşmalarda birleşen tek nokta buydu, o da kaçmıştı ama gitmiş olarak dillerimizde yer etmişti yaşadığımız olgu.
Bir kenarda kalmış hatıraların bu noktasında Mehmet Emin’in de sevdiği birinin olduğu geldi aklıma. O kız ya da kadın kimdi, neredeydi, nasıldı?
Ve en önemlisi “Acaba onun da böyle bir kadını ortada bırakmak gibi bir hatası var mıydı?” diye düşünmeden edemedim. Çünkü o, ondan da kaçmıştı yüreğindeki ezikliğin sebebi sanki oymuşçasına.
Bazı şeyleri bıkkınlık yaratmadan anlatmakta fayda var, hatıralarımın süzgecinde derleyerek. Benim annemle, rahmetli babam, Mehmet Emin’in annesi ve babasıyla kardeştiler. Yani; iki kız kardeş, iki erkek kardeşle evlenmişlerdi. Dolaysıyla Mehmet Emin’in rahmetli babası benim hem öz amcam, hem de rahmetli teyzemin kocası olduğundan eniştemdi. Yine rahmetli teyzem aynı zamanda yengem de oluyordu.
Olayın diğer enteresan boyutu ise; isimlerimiz anne ve baba dedelerimizin isimlerinden esinlenerek konulduğundan benim ismim de Mehmet Emin’di. Yani adlarımız da, soyadlarımız da aynı idi. Mehmet Emin’le, yani; yurt dışına gidinceye kadar beraber olduğumuz “Amcoğlu, Emmoğlu, Dayoğlu” ile fiziksel benzerliğimizde bir tek gözlerimizin renginin farklılığı vardı denilebilir.
Onunkiler ne kadar koyu mavi ise (baba tarafına çekmiş gibi) benimkiler de o kadar siyah idi (anne tarafına çekmiş gibi). Bu nedenledir ki bir arada olduğumuz zamanlar birbirimizden ayırmak için ona çok zaman “Maviş!” derlerdi, çağırmak için büyüklerimiz, o zamanlar...
Her neyse! “Hafızayı beşer, nisyan ile malûldür!” demiş atalarımız. Yani; “İnsan dimağı, beyni, hafızası unutmağa mahkûmdur” anlamında bir söz. Önce otobüste, sonra Gece Kulübünde yaşadıklarım da unutulmağa mahkûmdu. Bir rüzgâr gibi geçmiş, buz üstüne yazılmış bir yazı gibi yok olmuştu. Tıpkı haydan gelenin huya gittiği vecizesine uygun olarak benim Spor Lotodan kazandığım paraların yok olması gibi.
Felekten gece çalmak her ne ise; felek felekliğini bilmiyordu, geceler çalınmakla tükeniveriyordu çünkü. Oysa bitmez tükenmez gibi geliyordu. Hem bilemediğim şu idi; yüksek tepelerde, zirvede kartal da vardı, yılan da, hatta insan da. Ama biri uçarak, biri sürünerek, insan ise medeniyetin kendisine verdiği olanaklardan faydalanarak oralara ulaşmıştı.
Oysa zirve ile uçurum birbirine en yakın iki yerdi ve dengeyi sağlayamazsan mutlaka inişin oluyordu, hem de ne iniş? Tıpkı benim inişim gibi. Ders almak önemliydi ve ben dersimi almıştım. Zira o günden sonra tüm talih oyunlarını oynamayı bırakmıştım, yasaklamıştım kendime. Hatta içkiyi de...
Yine eskilerin “Mazbut(10)” dediği hayata dönüş yapmıştım. Bu hayata yönelişim annemin eski dileklerini yinelemesine yetmişti. “Falancanın kızı; hem güzel, hem maharetli, filancanın kızı pek güzel değilse bile, efendi, hem devlet dairesinde memur” gibi bir sürü önerilerle devamlı kapımı aşındırır olmuştu.
Galiba söylemedim, babam; amca ve teyzemin ölümlerinden kırk gün sonra tam kırk mevlitleri okunurken bir kalp krizi ile ölmüştü, annem daha dayanıklı idi galiba yalnız da olsa yaşıyordu, beni baş-göz etmek, yani evlendirmek istemesindeki amacının; yalnızlığına “Dur!” demek ve torun okşamak arzusu olduğunu düşünmüyor değildim.
Bense çok zaman; “Biraz daha, biraz daha!” diyor, gecikmekle başarılı olacağımı sanıyor (kişinin kendine karşı dürüst olması gerek mutlaka), belki de evlenmekten korkuyordum. Sebebini, içtenlikle söylemek gerekirse, bilmiyorum.
Elektrik-su-doğal gaz makbuzu, apartman aidatı, telefon bedeli vs. vs. ödenerek birkaç ay geçmişti kendiliğinden. Kısaca annemin bana bulduğu kısmetleri düşünmekle yaza ulaşmıştık takvimlerde.
Bir günün hafta sonuna ulaşan akşamında, posta kutusunda bulduğum yabancı pullar yapıştırılmış bir mektuptan hayrete düştüğümü itiraf etmeliyim. Çünkü posta kutusuna rutin(11) yayınlar, makbuzlar dışında bir şey gelmezdi yıllardır. Zarfın gelen adres bölümünde de, gönderen adres bölümünde de aynı isim vardı. Başlangıçta; “Amcoğluna yazılan bir mektup olsa gerek!” diye düşündüm. Hiç aklıma gelmemişti ama merakla açtığım mektup “Amcoğlundan”dı ve bana gönderilmişti.
Zihnimi şöyle bir yokladım gerilere yönelerek. Bir haziran ortasıydı amcamları kaybettiğim ve Temmuzun sonlarına doğru da babamı kaybetmiştim. Amcoğlu’nun “Allahaısmarladık!” deyişi ise galiba Ağustos sonları idi. Yani tamı tamına on yıl görmemiştim onu, haber de almamıştım, şimdi “Çat kapı(1) geliyom!” diyordu, neredeyse Türkçeyi unutmuşçasına.
Mektup, dediğim gibi bozuk bir Türkçe ile yazılmıştı. Cümleler devrik, noktalama işaretlerinde fukaralık vardı. Arabası ile gelecekmiş, hem son modelmiş arabası. Karısı ve de çocuğu da yanında olacakmış, unutmamış hediye getireceğini de yazmıştı!
Türkiye’de iken övünmeyi sevmeyen birinin 8-10 yıl içinde nasıl bu kadar değişmiş olabileceğini anlamamış, anlayamamıştım, satırlar arasında gezerken.
İnsan doğal olarak ne yapar? Tabii ki annesini çağırır yardım için. “Bazen konulara Fransız kalmak(13)” iyi olmuyordu. Misafir karşılamayı bilmezdim, hatta misafirliği bile desem yeri.
Ara sıra daire arkadaşlarım gelir, çerez yer, bira içer, televizyon seyrederdik. Bildiğim misafirlik bu kadardı, hem de anladığım. Oysa onlar yurt dışından geliyorlardı, hem on yıl sonra, hem gece yatmalı, hem uzun süre...
Yaprak sarması, mantı, baklava gibi şeyler yapmak gerektiğini, ek olarak bir iki nevresim, çarşaf takımı almak gerekliliğini anlattı annem. Hatta daha bir sürü şeyler. Benim işim çok kolaydı.
“Al şu paraları!” dedim anneme, “Ne gerekiyorsa al, yap, getir, götür, istersen Ayşe Hanımı, Fatma Hanımı da çağır, benim bugün-yarın çok işim var, toplantılarım var, daireye gidiyorum.”
Kısaca; kaçmıştım. “Kaçmak” kelimesi bana hep yaşadığım bazı olayları anımsatmağa çalışıyordu, direniyor, anımsamak istemiyordum ama beynimin o gri hücrelerine yerleşenleri silip atmam mümkün olmuyordu, oysa bir kitapta beyin hücrelerinin devamlı yenilendiğini okumuştum. Yenilenenler eskileri neden bir kenara atmıyorlardı, öyle ise?..
Geldiler misafirlerimiz tabii sonunda. Hem de ne geliş? Sanırım daha gümrük kapısından girişte başlamışlardı, sevinmeye, neşelenmeye, kornalarını çalmaya. Evin önüne geldiklerinde bile susturmakta frenleyememiş gibiydiler neşelerini topluca. Esasında bu şekilde “aşağılar” gibi konuşmak bana pek yakışmıyordu. Hem Mehmet Emin, bazı şeyleri unutmak arzusu ile kendini derbederliğe(14) vurmuş da olabilirdi.
Onun hâlâ kendisini anne-babasının katili gibi düşündüğünden emindim. Bu nedenle ona hoşgörü sınırlarını uçsuz-bucaksız bırakarak yaklaşmamın doğru olacağını düşündüm, geldiklerinde.
Benden iki-üç yaş küçük olmasına rağmen, bana göre bir hayli yaşlanmıştı Mehmet Emin. Saçları kırçıllaşmanın ötesinde çok, hatta benimkilerden çok beyazlaştığı gibi, dökülmüştü de oldukça. Hafifçe kamburu çıkmış, şişmanlamış ve oldukça göbeklenmişti, gidişine göre hatırladığım kadarıyla.
Hanımı Gisele ona göre genç, sarışın, daha uzun boylu ve de o da hafifçe kiloluydu. En önemlisi Can’dı, henüz dört, bilemedin beş-altı yaşlarında, afacan olduğu gözlerinden belliydi.
“Gisele ile evli değiliz, beraber yaşıyoruz. Hanım çocuğa Jan diyor, ben Can diyorum, Nüfus Kâğıdı Jan Mehmet! Eee! Oranın kanunlarına göre bizim durumumuzda olanlarda hanım ne derse o oluyor!” diye gelir gelmez aile durumu ile ilgili bilgileri vermişti.
Türkçesi; yazmasına göre, konuşmasından daha düzgündü. Hem Türkiye gerçeklerini de unutmamıştı. “Ne var, ne yok, daha daha?” demeyi unutmamıştı, hatta annem gibi o da; “Bir baltaya sap olamayışıma hayret etmişti, omzuma oldukça kuvvetli bir şekilde vurarak “Boş ver!” anlamında elini sallarken...
Can sokağa çıkmıştı hemen, yılların biriken özlemini taşırmak istercesine, Türkçe konuşmak, yöresel çocuk oyunlarıyla tanışmak istiyordu, çevresinde kime rastlarsa rastlasın. Bilmediklerini, görmediklerini bilmek, tanımak, öğrenmek kendiyle kısa süre içinde barışmak istiyordu.
Bu hemen ve gayet kolay olmuştu. Apartmanın temizliğine gelen Temizlikçi Teyze hava almasını istediği kızı ile oynamasına izin vermişti, mutluydu. Hem de nasıl? Yurt dışından getirdiği oyuncakları üleşmişti hemen Canan Ablasıyla.
Anlamadığı kelimeleri hemen soruyor, öğrenmeye çalışıyordu, daha ilk günün ışıkları kararmadan. Ama yorgundu, uzunca bir yol gelmişlerdi. Canan onu anne-babasına teslim etmenin doğruluğuna inanıyordu, “Yeniden görüşmek üzere” sözleştiklerinde.
“Annem yeniden geldiğinde inşallah!” dedi, kendini Can’a çeken bir tılsımın varlığını hissederek Hem o kadar da birbirlerine benziyorlardı ki. Bu gerçeği annesi de fark etmişti, daha ilk “Merhaba!” seslenişlerinde.
Delikanlının aksanındaki gevşekliği, araç parkındaki yabancı plakalı araba ile özdeşleyince farkın nereden kaynaklığını anlayarak işine devam etmişti oldukça genç görünen, yaptığı işe hiç yakışmayan kadın.
Akşamın karanlığı gökyüzünden sonra yeryüzünü de kaplamağa başlamıştı Canan’a; “Hadi kızım gidiyoruz” dediğinde annesi.
Tam o sırada, talihin yönlendirişi olsa gerek; iki Mehmet Emin de apartmandan çıkmaktaydılar, üçü göz göze geldiler bir an ve üçünün de ağzından aynı kelime döküldü, sorarcasına;
“Sen...?” ve genç kadın kızını bohça yapar gibi kucağına alarak koşarcasına uzaklaştı, iki Mehmet Emin’in arkasından bakmalarına, koşmak, yakalayıp konuşmak için hamle yapmalarına aldırmadan.
Koşmalı, uzaklaşmalı, sahip olduğu tek varlığa el konulmamasının düşüncelerinde idi kadın. Temizliğini yaptığı yakın apartmanlardan birinin kömürlüğüne, aydınlığına attı kendini, nefesini tutuyor, soluklandığının hissedilmesinden korkuyordu.
Belki çocuğunun elinden alınacağından, belki yalnız bırakılacağından, belki istemediği bir hayata yönlendirileceğinden korkuyordu. Genç değildi mutlaka, kızı da ne kadar olsa sekiz-dokuz yaşındaydı ve kucakta taşınmayacak kadar ağırdı elbet ama tüm benliğini onu kaybetme korkusuyla bilinçlendirince güçlenmişti, kuvvetlenmişti.
Hızla geçen bir araç sesi duydu, rahatlamışçasına tüm nefesini boşalttı ciğerlerinden.
Ve de korkuyor, korkuyordu, kısa zaman içinde korkmaya, hem çok korkmaya başlamıştı. İnsan beyni bazen, bazı şeyleri unutmuyor, unutamıyordu. Bu şeyler iyi ise yaşanan duygu özlem, kötü ise kin ve nefret oluyordu.
Genç kadın iki duygu arasında korkuyor, bir kez daha korkuyor ve de önemlisi bocalıyordu. Tanımıştı onu, yani Canan’ın babasını, hem kısacık süre içinde, hem tümüyle.
Yıllar sonra da olsa, kızının varlığından haberdar olmadığına kesin olarak inandığı kızının babasını görmek onu neden korkutuyordu, bilmiyordu. Gece kulübünde tanıştığı Şaban’ın benzerliği dolaysıyla en basitinden onun akrabası olmasından, gerçeği anlayıp anlatmasından çekiniyordu, korkuyordu belki de.
Kader bazen kalın çizgilerle çiziliyordu, kaderin insanların kendi ellerinde olduğunun yanlışını anlatmak istercesine. Oysa yaşamak için her türlü tedbirini aldığına inanan insanlara da soytarı gibi gülebiliyordu kader.
Yalnızlığına inanan, otobüste ilk karşılaştığımızda beni Mehmet Emin’e benzeterek “Sen mi...?” diye sorgulayan, kendimi Şaban olarak tanıttığım “O gece” ismini benim verdiğim Ferhunde bu zalimliğin etkisini yaşıyordu. Niçin mi? Çünkü....
Evet, çünkü Gece Kulübünde anlattıkları doğru idi ve Canan’ın babası benim Amcoğlu Mehmet Emin’di, onu öyle yüzüstü bırakıp yurt dışlarına kaçan. Bunu o “Sen” sözlerinin soru ve siteminde galiba yalnız ben ve Ferhunde biliyorduk şimdi, hissettiğim kadarıyla.
Amcoğlu sadece eski bir gönül yarasının sahibini görmüş, tanımış ve iki sokak ötede arabasından inerek kaldırıma çarptığı arabasının lâstiğine bakarak eski duygusuzluğuna gömülmüştü (çünkü, sanki ve belki).
Anlayamadığım, genç kadının peşinden koşmak için arabasını süratle çalıştırma ivecenliğiydi. Sevmiş miydi önce? Belki. Ama şimdi duygusuz gibiydi, yaşadıkları veyahut da yaşadığını sandığı olgulardan dolayı. Ve gerçeği yadsımamak gerek ki, kalbinin, gönlünün ve beyninin hâlâ bir yerlerinde o vardı,
O kimdi? Benim kendine verdiğim isimden başka onun hakkında bildiğim tek bir şey yoktu. Amcoğlu da söylememişti. Pardon, bildiğim bir şey vardı. Çocuğuna iyi bir istikbal sağlamak için “Pavyon karılığını” bırakıp, “Temizlikçilik” yapacağını söylemişti, doğruydu. Diğer hissettiğim tüm doğrular gibi.
Amcoğlu üç-beş gün kaldı, “Tatili özlemişim” dedi, deniz kıyısı olan bir yerlere gitti. İnsan ve de o, neleri unutmamıştı ki, o da unutmasındı. Bilmediği çocuğu idi ve ben bunu ona asla ve asla söylememeğe söz verdim kendime.
Ferhunde, asıl ismi saklı olarak kayboldu, görmedim bir daha “Dolaştım Güllüşah hep senin için(1)” örneği, çevredeki çok mahallelere, sokaklara, çok yerlere bakmama, yöneticiye, yan, kenar, civar komşulara, hatta hatta eski çalıştığı pavyona adres sorduğum halde.
Ana olarak çocuğunu sahiplenip kötülüklerden, kötülerden uzaklaştırma gayesini alkışladım içime sindirerek.
Can, benim yeğenim, yani annesinin Jan dediği delikanlı kendinden çok şeyleri yitireceğini bilmeden ve fakat öncelikle bir ablasının olduğunu bilmeden yaşayacaktı!
Kader mi zalimdi, bizler mi? Kararı kim verecek?
YAZANIN NOTLARI:
(*) Ferhunde; Kutsal, kutlu, uğurlu. Mutlu, mesut. Mübarek, meymenetli.
(1) O Taraklarda Bezi Olmamak: Bir halk deyimi olup o işle, o konuyla, o uğraşla her ne ise ilişkisi ve ilgisi olmamak. İlgilenmemek, ilişiği bulunmamak.
(2) Uçuk; Deli, dolu. Uçmuş, soluk. Açık, uçmuş, soluk renk. Hafif, belirsiz. Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.
(3) Sempatizan; Duygudaş. Bir kimseye ya da bir konuya sempati besleyen, üyesi olmakla beraber bir partinin, bir örgütün görüşünü benimseyen, onu destekleyen, ya da bir öğretiyi, görüşü, akımı tutan, yandaşı olan.
(4) Konsantre Olmak; Konsantrasyon. Düşünceyi, duyguyu, gücü, dikkati bir noktada toplamak. Yoğunluk.
(5) Yalnız bırakıp gitme bu akşam… diye başlayan; “Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken…” şeklinde devam eden Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ahmet Refik ALTINAY’, Bestesi; Mısırlı İbrahim Efendiye ait olup eser Uşşak Makamındadır.
(6) Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.
(7) Yılışıkça; Yapmacık gülüşlerle, gülümseyiş ve davranışlarla hoşa gitmeye, hoş görünmeye çalışma. Yerli-yersiz dişlerini göstererek sürekli gülme halinde. Şımarıklık, sırnaşıklık, yavşaklık, gevezelik, yalakalık şeklinde.
(8) Tahakküm; Hükmetme, baskı, zorbalık, buyrukçuluk, etkileme eylemi.
(9) Ambargo Koymak; Yasaklamak. Genel olarak gemilerin limanlardan hareketine engel olmak, yasaklamak.
(10) Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, beğenilen, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş, bir deftere kaydedilmiş, korunmuş, muhafaza edilmiş, unutulmamış, hatırda kalmış.
(11) Rutin; Her zaman yapılan, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.
(12) Çat Kapı; Aniden, beklenmedik bir anda.
(13) Fransız Kalmak; Türkçemizde; “Bir konuyu gerektiği gibi bilmemek, özellikle de konunun özüne inmemiş olmak, ilgilenmemek, önem vermemek, hatta soğuk davranmak” gibi anlamları kapsar. Tamamen ilgisiz ve bilgisiz olmaktan farklı bir deyiştir.
(14) Derbeder; Giyimi kuşamı, yaşayışı ve davranışları düzensiz, perişan kılıklı, hırpani.
(15) Dolaştım Güllüşah hep senin için… şeklinde başlayan bir Âşık İhsani türküsü.