“Sapık!” dedi, hafifçe arkasına döner gibi yapan, şehlâ(1) mavi gözlerini karanlık gözlüklerinin arkasında saklamağa çalışan, asabi görünüşlü, hiddetli, şiddetli, kahır dolu olduğu belli olan genç kız, ya da 26-28 yaşlarında görünen aslında doktor olan kadın denilemeyecek genç kız..

Genç kızın hemen arkasında duran, hemen-hemen aynı yaşlardaki genç adama karşı geçerliği tartışılacak kanaatinin terennümü(!) olsa gerek idi bu...

Genç adam da (herhalde) sinirlendi, kendini zapt etme gayretiyle, ancak uluorta söylemek(2), kendi kendine usulünce(!) söylenmek yerine düşüncesini genç kızın kulağına fısıldamak gayretini yaşadı;

“Ben sapık değilim efendim! Bir önceki istasyonda inecektim, ama geçişimi, inmemi kapıya yakın şu andaki konumuz ve duruşunuzla engellediniz…

Kuralları bilmemeyi arzulayan, işlerine yetişme gayretinde olan insancıklar da binmek için kapılara hücum edince böylesine angut gibi sırıtır(2) bir şekilde, sap gibi ortada kaldım(2)

Tavır, eda, titiz giyim ve kuşamınıza göre size dokunmamak için gayretli oldum. Sanırım size dokunan, elimdeki çanta olsa gerek, benim bile farkında olmadığım...

Bu konuda asla savunma niteliği içermeyen söylenecek çok şey(3) olmasına rağmen gene de özür dilemem gerekiyorsa, özür dilerim efendim!”

Genç adam, sinirlerini terbiye edememenin sıkıntısını yaşar gibiydi, kesik kesik konuşurken.

Genç kız, genç adamın söylediği sözleri duyduğunu belli etmek, ya da hissettirmek istemedi.

Genç adam da bu durumu olağan olarak yorumladı Ankara’nın Batıkent’inden Kızılay’a giden metro ya da yeraltı treni denilen ulaşım vasıtasında.

Tren Sıhhiye’ye geldiğinde genç kız trenden inince genç adam da onun oluşturduğu boşluktan, ya da trenin tamamına yakınının boşalmasından yararlanarak perona çıktı.

Yürüyen merdivenlere bir an önce ulaşmak isteyerek koşuşturan insanlara aldırmaksızın genç kız bir süre indiği yerde, diğer insanları engellememeye dikkat ederek yerinde durakladı.

Genç adama dikkatlice bakmak gereğini hissetti, belki de ondan özür dilemesinin gerektiği düşünceyle.

O genç adamının maksadının ne olduğunu belki kendisi de bilemiyordu ki o an.

Genç adam da diğer yolcuların geçişini engellememek için, peronun ortalarında bir yerlerde, hem olduğu gibi, elinde 60x90, belki de 60x100 cm2 ebatlarında gözüken kalınlığı 15-20 santimi geçmeyen çantasıyla kazık gibi(!) durakladı bir süre, belki de sebepsiz.

Sonra diğer hatta gelen trene geriye dönüş için binmek üzere her şeyi olduğu gibi bırakıp trene yöneldi. İnsanlar, kendilerini etkileyen bir şeyler olunca, kendilerini neyin etkilediğini bilmeksizin yönlerinin etkilendikleri tarafa çevrili olduğunu fark edemiyorlardı, hem her bakımdan, hem iki taraftan, hem de iki yönden.

Genç adam yerinde duraksamakta direnen genç kadına bakmıştı, genç kadın da kendisine bakıyordu (sanki), dudakları istihza ile aralık, kıvrımlıydı, hatta o dudakların şekli kin, kahır, tehdit sembolleri gibiydi, şefkatin zerre kadar eseri gözükmeyen.

Oysa “O Dudakları(4)” sanatkâr yanlış mı söylemişti, bestesinde?

Genç kız tedirginliği, ya da işkilli yaratılışı nedeniyle, hele ki çaçaron(1) birisi ise “Sapık” kelimesi yanına “Küstah, kendini bilmez(5), terbiyesiz, edepsiz…” gibi benzeri kelimeleri de ekleyebilirdi.

Bu arada yardım umuduyla sesini yükseltip çevresinden kendisine uzanacağını umduğu ellere de “Hayır!” demezdi herhalde.

“Ne insanlar var yahu memlekette? Yalnız başına bir genç kızı görsünler, hemen sarkıntılık…

Bunlardan bir-ikisini sallandıracaksın Samanpazarı’nda, bak gör bir daha böyle yanlış bir namussuzluğa, saygısızlığa, edepsizliğe, şerefsizliğe yeltenen(2) olur mu?..

Anan-bacın-karın yok mu senin ha, yok mu lan? Manyak mısın sen, bir genç kızı, genel ulaşım vasıtasında hem de herkesin ortasında uluorta taciz ediyorsun(2) be adam?”

Bu sözler, herhalde en basit söylemler olarak yer ederdi insanlarda, hem de nedenini, niçinini bilmeksizin, anlamaksızın, hatta düşünmeksizin bile.

Genç adamın trende fark ettiği kadarıyla, genç kız saçlarını türbanla kapatmasına kapatmıştı (sözüm ona), ama herhalde dalgın olsa gerekti ki sarı saçları hem alın tarafından, hem de ense tarafından görünüyordu, öyle boyama falan değil hem, gudretten(1).

Üstelik öyle parfüm, şampuan değil, sabun kokusu vardı genç kızın varlığının tümünde, genç adamın tarifte zorlandığı.

Düşüncelerini gözden geçirdi genç adam. Genç kız türbanını telâşı, acelesi ya da önem vermemesi dolaysıyla alelusul bağlamış(2) olsa gerekti.

Kendisine göre; genç kızın o görüntüsü bir mecburiyetin görüntüsü olsa gibiydi, ama neden, niye ve ne? İnançları gereği için de olsa insanların kendileri dışındaki insanların yaşamlarına müdahale etmek hakları yoktu ki!

Bir başka farklılık tesettürlü bir bayanın (hani, meselâ yaşamaması gereken) tutunduğu elde sıvanan beyaz gömleği nedeniyle bileğinden neredeyse dirseğine kadar olan kolunun belirli bir bölümünün bembeyaz olarak gözükmesiydi.

Bu da genç adama o genç kızın sarışın olması gerektiğinin kesinlikle izahı gibiydi, her neden öyle bir düşünceyi yaşadıysa?

Genç kız yürüdü sonrasında yürüyen merdivenlere doğru. Adresine ulaşmak isterken, belki de yaşadıkları üç-beş dakika, üç-beş saniye içine sığan görüntüyü unutmak istercesine.

Onun kayboluşundan sonra genç adam da yönelme gayreti yaşadı gelecek trene, bir kelime ve onun karşılığı olarak sarf ettiği birkaç savunma cümlesini unutmak anlamında uyutmak istercesine.

Yaşam devam etmeliydi, devam edecekti de, hem her ikisi için de. Ataları öyle öğretmişlerdi her ikisine de, her ikisi de atalarını yitirmelerinden önce.

“Veren Allah, alan Allah’tı. Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmayaydı!”

İki genç insanın ikisinin de aynı anda akıllarından geçen bu iki ayrı anlamlardaki cümlelerin anlamları kendilerince ne idi ki? Bir teselli mi, bir unutma gerekliliği mi, yanlış umutlanmanın ertelenmesi mi, göz ardı etme düşüncesi mi, arkaya bakamamak yahut da arkaya bakmamak ve gerçekçi olarak bakmak ve bakmak zorunluluğu mu?...

Genç adam ardında bıraktığı yılların sonuna doğru birbirini takip eden bir-iki ay içinde yitirmişti hem annesini hem babasını. Yalnız, yapayalnızdı yaşamda. Yalnızlığıyla mutlu değildi, ama yalnızlığına da çare olarak hiçbir şey yoktu elinde, evi, arabası, tarlası, tapanı olmasına rağmen.

Evet, hiçbir şeyi yoktu…

Isıtmak istedikleri ısınmıyorlar, ısınamıyorlar, ya da çok şeylere ihtiyaçları oluyordu ısınmak için! Isınmak isteyenleri ise ısıtması o kadar zordu ki! Isınmak isteyenler, ısınmaktan ziyade ısıtılmalarının beklentisi içindeydiler, hem de karşılıksız olarak, ama istediklerini isteyerek.

Kısacası; evlenmek, yuva kurmak, çoluk-çocuğa karışmak gibi düşüncesi vardı genç adamın, amma…

Niyeti yoktu!

Oysa altın bilezik gibi huyları vardı; kalenderlik(1) gibi, çalışkanlık gibi, çelebilik(1) gibi. Çalıştığı kurumun her şeyi gibiydi, özellikle zaman mefhumu(1) yaşamadığında ve yaşamadığından.

Kimse, hatta patronlar, büyük patronlar bile ona bir şey diyemezler, gelmezse, hatta gecikirse bile, onu sadece merak ederlerdi. Çünkü işlerinden (özellikle işlerinden denildiğinin farkına varılmıştır herhalde) başka kendisini ilgilendiren hiçbir şey yok gibiydi genç adam için.

Resim, mizanpaj(6), dizayn(6), koreografi(6), tasarım(6), grafik(6) ve bunlara bağlı olarak editörlük(6), mesleğinin gereklilikleri idi.

Bu esas görevler dışında; raflara malzemeler mi yerleştirilecek? Çıkardı forkliftin(7) üzerine, çekinmeksizin yardımcı olurdu; “Genç arkadaşlarına”.

Bir yerlerden, bir yerlere bir şeyler mi taşınacak? Gücünün yettiğince “porter(7)” olurdu, triportörlerin(7), transpaletlerin(7) her türlüsünü çocuk oyuncağı gibi çeker-çevirir, kullanırdı. Bu koca markette, olağandışı olaylar da olmaz değildi tabii.

Örneğin pastırma doğramasını bilmeyip, karşısındaki güzel kıza kendini kaptırıp parmağını doğrayan, kendisinin çapkın olduğunu zanneden delikanlı yerine pastırma doğramaktan da çekinmezdi genç adam.

Genelde içki, özelde şarap seçiminde kararsızlık yaşayan müşterilerin hemen yanında bitiverir, kendi zevkini onlara aşıladıktan sonra, yanında yiyecekleri yiyeceklerin cinslerine göre şarapların tarifini ve önerisini yapardı.

“Pişman olmayacaksınız!” diyerek ellerine tetkik etmeleri için şarap şişesini bırakıp günün mana ve ehemmiyetine göre(!) takdir edilmeyi beklemeksizin müşterilerin yanından uzaklaşırdı.

Bu konudaki davranışları tamamen kendi zevk ve tasarımı içindi, bir reklâm firmasının gönüllüsü, ya da ağzının tadını bilen bir gurme(1) değil, sadece kurumun Sorumlu Yöneticisi, diğer bir deyişle Mesul Müdürü idi kendisi.

Ancak özel yaşamında, özellikle hafta sonlarında gerçek olarak iyi yemek ve lokanta seçerdi. Sair günler yumurtası soğuyacak gurk tavuk gibi(!) market dışına çıkmayı bile hiç istemezdi genç adam.

Tüm personelin, ancak özellikle bayanların ve kasiyerlerin malûm ya da genel lâvabo sıkıntıları olurdu, dâhilden kendisine telefon ederler, koşar, yetişir, çekinmeksizin otururdu kasaya.

Herkesin bildiği gibi; “10 parmağında, 10 marifet var!” denir ya hani, işte o öylesine “Tıpkısının aynısı” idi. Marifetli, ama gönül dünyası boş…

İnanması belki güç gelebilir, ama bebeği ağlayıp susmayan annelerin de en büyük yardımcısı o idi. Masasının çekmecesinde “Yok” yoktu! Kendisinde şeytan tüyü(2) mü vardı ne, kucağına aldığı tüm bebekler şapadanak susarlar(2), hatta uyurlardı bile.

Analar, ablalar, teyzeler, halalar bebekleri özellikle çimdiklerlerdi sanki o yetişsin, diye. Çünkü bu, bebeğin susması, ufak-tefek hediyelerle gönüllenmesi yanında, bir-bir buçuk dakika içinde karakalem resmine de sahip olmak demekti.

Resim, çizgi, boya, tasvir konularında iddialı olmasa da herkes için kendisi bir uzmandı, uzmanlık, ustalık, hatta hocalık yakıştırılmıştı ona.

İşine, geciktiğini hisseder gibi olmasına rağmen yine de vaktinde yetişti genç adam. Çantasını öncelikle dolaplardan birine dayadı, çocukluktan kalan bir alışkanlık üzerine kendine; “Sokaktan gelince eller yıkanır!” komutuna uygun olarak ellerini yıkayıp masasına oturdu, önce ellerini ensesinin arkasında kilitleyerek parmaklarını ve boynunu kütürdetti.

Canının bir şey isteyip istemediğini kontrol etti. Canı bir şey istemiyordu. Çantayı eline aldı, açtı, ev ödevi(!) gibi hazırlamak gayretini yaşadığı içindekileri özenle masasının üstüne istiflerken, çizimler isim levhasına çarpıp onu çapraz duruma getirince bozuldu, isim levhasının tozunu işaret parmağıyla temizleyip masa takviminin ön tarafına koydu;

“Emin Yasemin”

Adı buydu genç adamın, unvanı, görevi, ya da ne olduğu yazılı değildi başka, sadece ve yalnız “Emin Yasemin”. Bir bakıma Emin, Yas (tutan) Emin gibi bir şey olsa gerekti isminin anlamı. Oysa şeriatta(8) da, şeraitte(8) de yas tutmak yoktu, bu kendi uydurmasıydı, yoksa dedeleri neden bir çiçek adını soyadı olarak benimsemiş olsunlar idi ki?

Düşünmekle yorulduğunu hissediyor, canı herhangi bir şey yapmak istemiyordu. Gene de masasına yaydığı ev ödevlerini teker teker gözden geçirerek, aynı ahenkle yan taraftaki etajerin çekmecesine dikkatle yerleştirdi. 

Sonrasında iki elini yumruk yapıp başını o yumrukların arasına yerleştirdi, bir şeyler hissetmemek, duymamak, anlamamak, görmemek şeklinde düşünmemek arzusuyla belki. Belki de yaşamamak gibi, gözleri kapalı.

Odasını tarif etmek gerekirse, marketin köşelerine yakın ortalık bir yerde, dolaplarla üç tarafı oluşturulmuş bir kabin gibiydi, önü açık, Nasrettin Hoca Türbesine(9) ters odaklı benzer bir yapı gibiydi bir bakıma.

Orası, onun odası bir bakıma Danışma, ya da Başvuru Mahalli gibi bir yer olarak da düşünülebilirdi, kenarında-köşesinde, herhangi bir yerinde işaret veya yazı-çizi olmamasına rağmen.

Dolaplarla, raflarla çevrili mekânda sandalye, tabure, sehpa gibi şeyler yoktu. Çünkü misafir kabul etmezdi, vakti de olmazdı, hem misafirliğe gelecek bir yakını da yoktu hayatta, hem de misafir kabul etmemeliydi, kurallar gereği.

Çocuklar dışında da bu mekânda kendini ilgilendiren başka hiçbir şey yoktu zaten, işi-gücü dışında.

Bu kısım ayrıca, şanslı olanlar, ya da şansını yaratanlar için “Mucize Bölümü” gibi bir yerdi. Çünkü bebeği olanlar, bebeklerinin karakalem resimlerini alarak geçmek imkânınları kullanmak zorundaydılar onun bu masasının önünden.

Demiştik ya, bebeklerin öyle poz vermelerine de gerek yoktu, kendisi için, bebeklere 5-10 saniye bakışı yeterli idi, bebeklerin resimlerini yapmak için, fotoğraf çekercesine.

Ve 1,5-2 dakika içinde “İşlem tamam” yani; karakalem resim tamamlanmış olurdu, tıpkısının aynısı(!)  gibi!

Markette Pazartesiler genelde bereketsiz olurdu, hele ki ay sonlarında. Ters mantık; aybaşlarında da iğne atsan düşmezdi yere! Böyle zamanlarda genelde herkes hıncını hafta içine yığar, hafta sonunda ise çılgınlaşırlardı sanki.

İki lokma bir şeyler atıştırmak, dişini fırçalamak için ancak vakit bulabilirdi Emin Yasemin.

Akşamın karanlığına ulaştığında da kendisini pelte gibi hissederdi(2). Bu nedenle Pazartesi günleri “Güzellik Uykusu(5)” olağana göre biraz daha uzun sürerdi.

Ama bu sabah herhalde o vatandaştan(!) “Sapık!” fırçasını yemek için acelesi vardı ki, erkenden kalkmış, erkenden düşmüş olmalıydı yollara!

Sapık!...

Sapık!...

Ha?”

Bu düşüncesi dolaysıyla herhangi bir tasarıma geçmek istemedi. Siyah kaleme uzanan sağ elinin üzerine sol eliyle vurduktan sonra, sol elinin sağ avucuna bıraktığı kırmızı kalemle önündeki resim kâğıdını karalamağa başladı. Karşısında kendisine dikkatle bakan 4-5 yaşlarındaki kız çocuğunu fark edince irkildi.

“Özür dilerim cici kız, küçük ablam dalmışım!”

Verilen cevabın ne olduğunu anlamadı bile.

Yan çekmeceden bir başka kâğıdı alıp aynı kırmızı kalemle çocuğu resmetmesi iki dakikadan fazla zamanını almamıştı. Bu; o güne kadar yaptıklarından farklı idi. Resimleri bugüne değin hep ve her zaman karakalem yaparken bu kez kalemi değiştirmeyi unutmuş olsa gerek küçük kızın resmini kırmızı kalemle yapmıştı.

Bu; onu sevenler için milât olmuştu. O günden sonra kim hangi renk kalemle isterse o renkli kalemle yapıyordu bebeklerin resimlerini…

Galiba bu üst tarafta(!) oturanların da hoşuna gitmiyor değildi tabii. Aynı aylık, aynı kanaatkâr insan ve onun yarattığı sevinçle insanlarda oluşan alışveriş coşkusu ve onun karşılığı kendileri için bol kazanç…

Kimin hoşuna gitmezdi ki verdiği karşılığında umduğundan daha fazla kazanmak?

Kırmızı resimli çocuk gittikten sonra kendisi için yaptığı resmi tamamladı Emin.

Evet! Resimlediği tıpkı sabahki genç kızdı, türbanlı. Neredeyse örtüsünün bile aynısını kopyalamıştı, kırmızı desen olarak tabii.

Oysa gördüğünün birkaç dakika ile sınırlı olduğu düşüncesindeydi. Demek ki yanılmıştı. Genç kızın resmini beynine çekmiş ve öyle işlemişti ak kâğıt üzerine, al-al.

Denilmişti ki; “Kalp deniz, dil ise kıyıdır, denizde ne varsa kıyıya o vurur(10)!”

Bu sözü şöyle değiştirmek geçiyordu içinden; “Hisler deniz, kâğıtlar ise kıyıdır, hisler ne ise kâğıda da o yansır!”

Çok mu bencilce olmuştu düşüncesi (acaba)?

Resminde, kaşları çatıktı genç kızın ve tıpkı dudakları gibi, nefret eder, kin kusar, zulmeder, perişan eder gibiydi.

Gözlerinin olduğu yerde kıpkırmızı koyu gözlükleri vardı. Emin, gözlerini görememiş olmanın hüznünü hissetti içinde. Burnu tabiri caizse(5) hokka gibi, gamzeleri güneş ışığı, kapalı dudakları, öncesinin tarifi bir kenara bırakılırsa şairin tarifindeki al bir karanfil(11) gibiydi.

Enteresan olan ağzının bir kenarında başları gözükmeyen beş adet iğne gözüküyordu, kızın resminde. Bu genç adamın beynine “Sapık” kelimesinin harfleri, ya da aynı kelimenin arka arkaya beş kez tekrarı gibi saplandı;

“Sapık! Sapık! Sapık! Sapık! Sapık!” gibi. İçinden geleni dinledi, iğneleri sildi genç kızın dudaklarından, silgi izlerini boyayarak yok etti.

Yaptığı resme iğne yorumundan sonra tekrar baktı Emin. Gözleri kıpkızıl bir şekilde kapayan gözlük saplarından biri türbanının içinde, biri dışında idi genç kızın resminde. Gerçekten öyle miydi, yoksa bu kendi uydurması mıydı?

İnsan, daha da özelleştirmek gerekirse ana-baba-evlât, örneğin birbirlerinin benlerinin nerede, ya da nerelerde olduğunu bile bilmezken, bir insan ilk defa gördüğü türbanlı birinin gözlük saplarını nasıl yerleştirdiğinin kontrolünü bu kadar düzgün yapabilir miydi?..

Genç adamın günleri aynı görevler, ayrı-farklı çizimler, gerekli hizmetler, denetim ya da kontrol yahut da yardıma ihtiyaçları olan elemanların çağrılarıyla geçiyordu.

Marketteki tüm görevlilerin ona hitabı “Hocam!” şeklinde idi. Kim, neden, niye bu unvanı ona yakıştırmıştı bilinmez. Ancak görevlilerden sıradan birine; onu gösterip “İsmi nedir?” diye sorsa birisi birden, o kişi önce şaşırır (belki), sonrasında, muhtemelen kekeleyerek de olsa mutlaka “Emin Hoca!” derdi, ismine ek olarak hocalığını göz ardı etmeksizin.

Ayrıca çocukların ona taktığı bir başka isim de vardı; bilemeyenlerin “Ressamcı Amca” bilenlerin “Ressam Amca” demesi gibi…

Emin Hoca, özenle yaptığı resmi, arkasındaki çekmecelerden birine koymuştu. Her günün sabahında ilk işi o resme bakmak oluyordu. Karakalem olarak ikinci bir resim daha yapmıştı.

Kırmızı kalemle yaptığı resimdeki gibi siyah kalemle de yaptığı resimdeki eksik bıraktığının, ya da fazla resmettiğinin ne olduğu anlamaya, bilmeye çalışıyor, düşüncelerinde haklı çıkaramıyordu kendisini bir türlü.

Emin; 28-30 yaşlarında, 1.74-1.76 metre boylarında, boyuna göre oldukça zayıf, 65-70 kg civarında ağırlığı olan, hani Anadolu’da “Karaşın” ya da “Yağız” denilen tipte, kara gözlü bir gençti.

Belki de devamlı olarak eğilerek çalışması nedeniyle kamburumsu bir görünüşü vardı. Yakışıklı sayılmazdı, ama “Yakışıklı değil!” demek için de şahit sayısının % 50’yi aşması gerekirdi her hal!

Kültürü? Mürekkep yalamıştı biraz Güzel Sanatlarda. İkinci bir imkânla da tarımda… Sonra aramış-taramıştı, sonralarında ise aranıp-taranılmıştı iş konusunda. Yok’u yoktu, yapmadığı da, aklının ermediği de…

Eğer imkân sağlansa uzaya çıkacak aracı yapıp, uzaya bile çıkmaktan çekinmeyecek yaradılış ve tıynette(1) idi. Abartı mı? Eh! Olsun o kadar, onun mükemmelliğini anlatmak babında…

Bir gün patronlar yeni bir liflet(6), yeni bir broşür tasarımı istediler. Eee! Denildiği üzere; tasarımcı, grafiker(6), editör(6), ressam, kelime haznesi geniş, ağzı dolu-dolu lâf yapan, dünyadaki yaşanmış hatta yaşanacak(!) tüm fıkra, espri ve karikatürleri dizüstü bilgisayarı denilen ufacıcık makinesi sayesinde bilendi o.

Dolaysıyla “İnternet Canavarı” denilecek yaratılışta, neredeyse “şovmen” denecek başka kim vardı ki bu koskoca markette, hatta tüm ülkede Emin Hocadan başka?

Yani anlaşılmıştır; cami imamı olmadığı!...

Ona bir de birilerinin yakıştırdığı “Emin Usta” lâkabı vardı. Bu da her şeyi değilse de çok şeyi biliyor olmasından kaynaklanan bir deyişti. Kısmen daha önce de söylendiği gibi konularında yetişmiş, o işlerin uzmanı olan elemanlar olmakla birlikte söz konusu aletler-makineler dışında, mekanik ya da elektronik terazilere, kantarlara hatta bilgisayarlara ve kasalara bile eğer yakınlarda ise; Emin Usta el atardı öncelikle ve örnek verirdi;

“Lâstik tokmağı nereye vuracağını bileceksin!(12) Yoksa efendice kenara çekilip uzmanından konuyu beynine yerleştirmesi için bekleyeceksin!” der, arıza giderilinceye kadar dediği gibi işlemin tamamlanmasını sabırla beklerdi, bilmediği bir şey gibi gözüken konuyu öğrenmek için.

“Lâstik Tokmak” hikâyesi mi? Üst üste birkaç defa anlattıktan sonra tekrarı istendiğinde Nasrettin Hoca gibi; “Bilenler, bilmeyenlere anlatsın!” diyerek çıkardı işin içinden…

Konuyu dağıtmamak gerekirse görevinin gereğini yapmak için kollarını sıvamalıydı liflet için! Resimler, fiyatının üstü çizilip yeni indirimli fiyatı yazılmış ürünlerin etiketleri, şekilleri hazır gibiydi.

Birkaç eklenti, birkaç çıkarma ile anında üstesinden gelebilirdi, ama öyle bir şey yapmalıydı ki her çalışmasında olduğu gibi, bu liflet de dikkat çekmeliydi.

İnsan; en güzel, en iyi, en büyük kaynaktı çalışmaları için.

Fısıldayarak konuşsalar da muhtemelen karı-koca oldukları anlaşılan bir çiftin konuşmalarından kendisi için gereken sloganı kapmıştı Emin Hoca;

“Bakar, kör olma!”

Başlangıç hazırdı, lifleti tamamlamak ehvendi artık, onun için. Adını ve çizimlediği resimde eksiğinin ne olduğunu bilemediği genç kızı resimleyecekti bu liflette.

İnsan, insana benzerdi, değil mi? Kim bilecekti ki, resim içinde olanın, ya da neyin ne olduğunu?

Sayfanın birini, daha doğrusu ortanın sol tarafındaki sayfayı tasarladı önce.

Buraya yaşamından hayallerine aktardığı genç kızı modern görünümlü, sarışın, gözlükleri altında kalan gözlerini açık ve açık mavi renk olarak yerleştirecekti. Gözleri? Evet, sarışının gözlerini görmemişti ki… Ama ona en yakışanı mavi gözler olmalıydı. Yoksa çakır gözler mi?

Gözler her şeyi anlatırdı. Hem sanatkârların şiir, müzik, öykü, roman gibi eser ve denemelerinde en çok kullandıkları obje değil miydi, gözler? O halde gözün renginin önemi var mıydı? Elâsı da, karası da, yeşili-mavisi-kahverengisi de aynı heyecanı vermez miydi insana?

Amma ille de mavi? “Peki! Sana ne be adam!” diye sorguladı beynini Emin, kafasını sallayarak.

“Kimse senin dana gözü gibi siyaha yakın koyu kahverengi gözlerin için bir şey diyor mu?”

Aslında en güzel göz eşeklerdeydi, sözü niye “dana gözü” şeklinde düzenlemişti ki? Eşeğin(13) aşağılanarak bir küfür sembolü olmasından dolayı olabilir miydi bu, ya?

Sonrasında sol sayfanın sağına aynı genç kızın türbanlı bir modelini oturtacaktı. Burada türbanlı bir genç kıza neler yakışıyorsa, ya da neler yakışması gerekiyorsa onları resmedecek, sadece bu genç kızın gözleri kapalı olacaktı. O kadar işte!

Ve “Bakar, Kör Olma!” sloganı, ortalarında.

Sayfanın altında ise; bir sepet ve içinde karışık şekilde resimlenmiş, cinsi belki belli, bugünün aktüalitesinde yer alan ürünler bulunacak ve yan tarafında da sözler yer alacaktı.

Örneğin GDO’lu(45),  bilinmeyen marka, tanımlanamayan model, belirtilmemiş EC(45) , E(45), e(45) değerli, tasnif dışı, vakti geçmiş, ya da yeniden etiketlenmiş, TSE(46) , ISO(46) , BRC(46), HACCP(46) standartlarına uygun olmayan, ya da “% 100” gibi yanlış beyanlar sıralanacaktı.

Bu konuda iki örnek vermek gerekirse; herhangi bir et mamulünün üstünde “% 100 dana” yazılmış olması, o mamulün % 100 dana etinden mamul olduğunun belgesi değildi. Dananın eti dışındaki danaya ait her türlü aksamın o mamul içinde yer almadığını kimse iddia edemezdi. Örneğin bir sucukta…

Gıdaların çoğunun üzerinde “Hiçbir koruyucu madde içermez” yazısı, o gıda içinde “Hiçbir katkı maddesi yoktur” anlamına da gelmez.

Örnek; bir kısım hazır çorbalarda MSG (Mono Sodyum Glutamat) adlı lezzet artırıcı katkı maddesi bulunmaktadır, çünkü.  

Sayfanın sağ tarafını hazırlamak ise çok kolay olacaktı: En üstte market ismi koskocaman belirtilecek, altında birkaç büyük harfle endişeye, merak ve tereddüde, şüpheye ihtiyaç bırakmayacak sözler yer alacaktı;

“Günlük, taze, her zaman, seçilmiş…” gibi. Bu mecburiyet olacaktı.

En sona da başlangıçtaki market ismiyle ve aynı puntolarla; “Yarın yine…” muhtemel yer kalırsa yahut da onaylanırsa, gerekli olmasa da “…bekleriz!” sözünü koyacaktı.

Tasarım bitmişti, bundan sonrası “Çocuk oyuncağı” idi ve “Ev ödevi” gibi çalışırsa bir hafta-on gün, en fazla on beş gün içinde bitirecekti çalışmasını.

Ancak…

Metroda o günkü gibi sıkışıp vakit yitirip “Sapık!” damgasıyla karşılaşmak yerine, biraz yürümeyi göze alarak, yer altı trenine ya en son, ya da ilk vagondan binmeyi tercih edecekti.

Son vagon tercihi oldu.

“Neme lâzım ‘Sakınılan göze çöp batar!’ bu sefer Ayşe’ye değil, Fatma’ya rastlarsın, sapıklığın kare yapardı!”

Tedbirli olmalıydı.

O günden sonra metronun son vagonu mekânı olmuştu gelişte de-gidişte de, bir bakıma dönüşte de yani. Tabiidir ki unutmak için de insanın zamana ihtiyacı vardı, eğer her şey gereğine uygun olarak yolunda giderse.

Ummak, insana has bir hasletti, amma ummasını da yaşayacak, umut edebileceği kadar umut edecek, sonrasında “davulun bile dengi-dengine çaldığını” bilip avucunu yalamanın ne zaman olduğunun gerekliliğini bilecekti.

İnsanın beyninde sadece bir siluet yer edebilir miydi? Ediyormuş işte, hem buna kişinin bedenen, ruhen ve düşünce olarak hiçbir katkısı olmaksızın.

Yorgundu Emin Hoca Usta. Hem çalışmağa çalışmak, hem çocukları gönüllemek, ev ödevi, gece mesaileri gerçekten dermansızlaştırmıştı kendisini.

Emin bir gün aynı yerden, aynı kapıdan metroya bindiğinde kapının kenarında onu gördüğünü sandı, yani sarışın, türbanlı, gözlüklü kızı, belki de daha öncesinde de görüp o olduğuna inanmadığı, muhtemelen de inanamadığı.

Yanında lise öğrencisi tipinde, belki de üniversiteli genç bir delikanlı vardı.

Yorgunluktan mı, yoksa zihninden uzaklaştırmağa çalıştığını yeniden görmenin heyecanından mı ne, ayakları gevşedi, vücudunu taşıyamaz oldu, dermanını yitirdi, yere yığılırken en son duyduğu;

“Bir saniye, etrafını açın lütfen, ben doktorum!” sözleriydi, bu; “Sapık!” kelimesinin nüans(1), desibel(1) ve titreşimleriyle aynı gibiydi.

Sözleri zihnine yerleştirmeğe çalıştığında kaybolmuştu Emin!

Devamında genç kız;

“Erim, hemen 112’ye, ya da hastaneye telefon et! Sıhhiye Metro İstasyonuna ambulans ve ekip hazır etsinler, adamın bir şeyi yok gibi görünüyor olsa da belki hastaneye yetiştirmek gerekebilir. Sanırım yorgunluk ve gıdasızlık ötesinde bir sorunu yok!”

Genç adamın bu sözleri duyması, alnında şefkatli bir elin dolaştığını hissetmesi, fark edilmeyecek kadar şehlâ gözlerde, kendiliğinden oluşmuş olsa da iki damla gözyaşının biriktiğini görmesi değil, hissetmesi bile mümkün değildi!

Neler oluyordu?...

Genç kız ve kardeşi iyi bir ailenin çocuklarıydılar. Ya da doğru-dürüst dosdoğru söylemek gerekirse anne ve babaları oturdukları ev sahibi Yadullah Efendi gibi kindar değil, dindar birer Müslüman’dılar.

Sırf çocuklarının okumaları için köyden şehre göçmüşler, şehir onlara yaramamış, kızlarının mezuniyet töreni ertesinde ne olduğunu anlayamadan veda etmişlerdi hayata, arka arkaya, önceliğin hangisinde olduğu önemsizdi.

O vakte kadar ne annesi, ne de babası karışmamışlardı genç kızın hiçbir şeylerine, özellikle de giyimine-kuşamına. Ancak annelerinin cenazesinden dönüşlerine kadar tahammüllü olan Hacı Yadullah Efendi, her iki kardeşi de karşısına almış, kendisi de, oğlu Hamdullah da, iki de bir kara sakallarını sıvazlayarak “Allah şükür!” derlerken dileklerini, daha doğrusu emirlerini sıralamışlardı:

“Tesettür, Allah’ın emri idi!” Kapanacaktı genç kız, ama Allah’ın emrettiğinden ziyade, kendilerinin dilediğince. Yoksa “defolup gitmeleri” gerekiyordu evlerinden. Sanki “Üç göç bir yangındır!” demenin, henüz taşınacak güçlerinin olmadığının farkında değillermiş gibiydiler, babalı-oğullu, hatta anaları dâhil ailece.

Hem eğer istedikleri gibi öyle davranırlarsa “Hamdullah gibi hayırlı bir nasibi de olurdu!” genç kızın! Demek ki dindar olduğunu sanarak kindar ve varlıklı olmak, başkalarına, başkalarının yaşamlarına sahip olmanın da ilk şartlarından biri idi!

Yoğun bakımlar ve cenazeler için sosyal güvence dışında harcadıklarıyla cascavlak ortada kalan(2), kardeşinin sorumluluklarını da yüklenmesi gereken genç kız için çaresizlik üst boyuttaydı.

İstemese de, görüş ve inanışına ters olsa da, ev sahibinin istediği gibi olmak zorundaydı, ev sahibinin direktifini(1) ve çevresini dikkate alarak giyimi konusunda.

Bunaltıdaydı; Tanrıya karşı değil, ama hem ev sahiplerine hem de çevresindeki insanlara karşı öyle olmak gücüne gitse de.

Ev sahiplerinin istekleri bitip-tükenmiyordu. Kendisi, ya da karısı ve çok zaman oğulları, inançları kapsamının dışında özellikle vurgulanması gereken namahrem(1) kaygısı olmaksızın “zırt-pırt” arzı endam ediyorlardı kapılarında;

“Tuzları kalmamış da, bir fincan toz şeker lâzımmış da, kurabiye yapmışmış da, onlara getirmeyince boğazlarından geçmemiş de, kendilerininkini atarken çöpleri varsa onlarınkini de atsaymış da…”

Ev sahipleri çeşitli dilek, temenni, istek ve düşünceler ile sık sık kontrol ediyorlardı kendilerini.

Birinci yasak evin içine değil, kapısına bile erkek bir sineğin yaklaşması mekruh, hatta günahtı, delikanlının okul arkadaşlarından biri bile olsa. Hem zaten biraz zaman soğusun, anne-babanın ölüm yıldönümleri geçsin, acılar dinsin, neler neler olmazdı ki?

“Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eylerdi!” Hacı Bey, Hacı Hanım, hatta oğlan çoktan zihinlerinde yaratmışlardı gelin-güveyi.

Yaratmak mı? Tövbe-tövbe! Yaratmak Tanrıya mahsustu, o halde sözü şöyle toparlamak daha uygun olacaktı;

“Aile, doktor kızı oğullarına uygun görmüşlerdi! Hamdullah’tan daha iyisini mi bulacaktı ki genç kız?”

Düşüncelerinde haklıydılar kendilerince.

Birincisi; kindarlıkları göz ardı edilirse hakiki(!) Müslüman dindardılar.

İkincisi; mal-mülk-araba-arsa-kat-itibar hepsine sahiptiler. Ailenin çok bildiklerini zannedip bilmedikleri şey; “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan (16)” söylemi idi.

Öğreneceklerdi belki bir gün, hem gecikmeden, hem avuçlarını yalayarak, hem hüzünle…

Gerçekten “Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eylerdi!”

Aç parantez; Gerçekten Allah’ı Allah olarak bilen, tanıyan, ibadetini “Konu-komşu alışverişte görsün!” gibi bir amaçla değil, inançla, inanarak yapanlar içindi bu söz, kapat parantezi.

Genç kız, öz ailesinin ilk göz ağrısı, bir tanesi idi. Babası yaseminlerin, ya da diğer bir deyişle yasemenlerin coştuğu vakitlerde doğduğu için Yasemen, annesi ise şehirde yaşayan ablasının kızını ve ismini çok sevdiği için Bengü ismini takmıştı kızına.

Nüfusa öyle kaydedilmişti Yasemen. Esas düşünce soy isminde şekillenmişti: “Neyim!” Gerçekten de sülâlelerinde hiçbir kimse ıslık çalmasını bile bilmezdi ki; ney olma iddiasında olsunlardı.

Onlar, yani bu soy ismini benimseyen atalar kendilerinin ne olduklarını anlamak için “Neyim?” sorusunu şekillendirmiş olabilirlerdi zihinlerinde. Yunus Emre’nin bu soruya cevap gibi deyişi açık ve netti: “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm!”

Hem de çok basit olarak!

İsimleri ve soy isimleri bir arada ve hızlıca söylendiğinde bir başka özellik de şöyle şekilleniyordu Yasemen için; “Yasemen Ben Güneyim!” der gibi. O zaman kardeşi Erim’in isminin de Kuzey olması gerekmiyor muydu?!

Bir gün Selim isimli bir arkadaşıyla bir konuyu tartışırken, ortak arkadaşlarından biri onları bir nedenle yanına çağırmıştı;

“Bengü! Selim!”

Arkadaşlarının uluorta bir iddiası gibi şekillenmişti sözler kulaklarında;

“Ben güzelim!” dercesine.

Ev sahibi Hacı Yadullah Efendi, kendisi, oğlu ve kardeşi Erim dışında erkek sineğin bile kendisine yaklaşmasını yasaklamıştı ya! Bu nedenle Selim’le bir daha yan yana bile gelmemek üzere yollarını ayırmak gayretini yaşadı Yasemen...

Okulu nedeniyle şehre göçen ailesi eş-dost yardımıyla Hacı Yadullah Hocanın iki katlı evinin alt katını kiralamışlardı, eğer alt kat denilebilirse, bodrumdan bozma kiralık yer için.

Yasemen’in babası ne kindar, ne mutaassıp, ne yobaz, ne de sofu idi. Sadece ve yalnız bir Müslüman olarak Allah’ına ibadetini, gereğince, usulünce yapmağa çalışırdı, herkes için değil, sadece Allah’ının rızasını almak için.

Genç yaşında bembeyaz, pamuk gibi sakalları oluşmuştu. Daha şehre geldikleri gün “Pamuk Dede” lâkabını hak etmişti, bu nedenle.

Babası, kendisinin kendi için oluşturduğu bir kısım kurallara da sadıktı, hacı ev sahibinin tefekkürüne(1) aykırı gibi görünse, olsa da! Sokak ortasında değil, camide bile takke giymezdi başına.

“Hâşâ, huzurdan(5)!” derdi.

“İnsan bir büyüğünün karşısına şapka, kasket, fötrle, yaka-bağır açık çıkabilir mi?” derdi.

“O zaman en büyük varlık huzurunda, hele ki başına mendil bağlayarak namaza durmak, ‘Geçiyordum, uğradım!’ dercesine, necasetten arınık(5) olduğu bile şüpheli esvapla Tanrı huzuruna çıkmak, ne olaydı ki?”

Bu nedenle Yasemen’in babası her gün evindeki imsakiyeli takvime bakar ve Tanrı huzuruna çıkmak için en az on beş dakika önce hazırlanmaya başlardı o vaktin namazı için.

Annesi, babasının hareketlerini takip eder, abdestini ondan sonra alır, başörtüsünü (türbanını değil) takınır, ezanın okunmasını beklerdi.

Hoca ya da müezzin, hatta bazı-bazen kocası ezanı bitirdiğinde; “Müezzin minareden insin!” diye bir süre bekler, sabah ve akşam namazları haricinde her namazın ardından mutlaka beş vaktin farzlarını kaza namazı olarak kılardı.

“Geçmişteki borçlarıma mahsuben!” diyerek.

Oysa Allah’la kul arasında idi, borç-alacak durumu. Ama hissedilmeliydi ki, Yasemen’in annesi de, babası da göçtüklerinde herhalde dünyaya maddi ve manevi- uhrevi borçları kalmamış olsa gerekti.

Kişinin bu konuda duygusal ve öznel düşünmesi mümkünse de, bu şekilde düşünmeye de hakkının olmadığının bilincindeydi Yasemen.

Hemen eklemekte gereklilik var, Yasemen’in anne ve babasının en çok yaptıkları şeylerden biri de, gün aksatmadan her gece uykularını bölüp usulü erkânına(5) uygun olarak abdest aldıktan sonra gece namazı (Teheccüd Namazı) kılmalarıydı.

Gerek Yasemen, gerekse Erim onların yaşam biçimlerini hissederlerdi, ayakuçlarına basarak yürümelerine, su sesini duyurmamağa çalışmalarına, hatta lâmbaları yakmadan, sokak lâmbasının, gece lâmbasının ışığından faydalanarak hazırlıklarını el yordamıyla yapmalarına rağmen. Zaten yatmadan evvel gece namazı için tüm hazırlıklarını tamamlamış olurlardı anne-babaları.

İki genç çocuk eğer gıybet(1) sayılmazsa bilirlerdi ki, çok insan günah ve haramı gizli, sevap ve ibadeti aşikâr yapma gayreti içinde olurlardı. Ev sahiplerinin Allah’ı tanıyor olmalarından şüpheleri olurdu, iki kardeşin, her ne kadar haklarının olmadığının bilincinde olsalar da. Çünkü Allah her şeyi görür ve bilirdi(17). O halde gizleme ve gösteriş niyeydi?

Yasemen de, Erim de çok zaman, daha doğrusu her zaman demek gerek, metro ile gidip-gelirlerdi işlerine, okullarına. Belirli süre içinde Yasemen doktorlukta pişmeye, Erim üniversitede ilerlemeye başlamışlardı.

İlerlemeye de devam edeceklerdi herhalde, eğer karabasan(1) gibi dışarıdan ya da üst kattan tahakkümler(1) olmasaydı…

Hacı Yadullah Bey kafasına koymuştu, gönlü olmasa da, ağzından girip burnundan çıkarak bu doktor kızı oğlu Hamdullah’a yâr edecekti. En kötü ihtimalle iftira atıp(18) adını çıkaracaktı el âleme(5); “Oğlumla birlikte oldu!” diye.

Hocaya mı inanacaktı herkesçikler, sonrasında tesettüre bürünenlere mi? Hem oğlu da hazırlıklı gibiydi, dünden.

“Allah’tan sağlık, babadan aylık!”

Çalışmasına gerek yoktu. Sadece aldığı ve alacağı kiralar bile dünyalığı için yeterliydi. Ahreti ise, anası-babası gibi bugünden düşünmesine gerek yoktu.

Oysa “Müslüman’ım!” deyip de İslâm’ı bilmiyordu, hacı olmasına hacı, hacı ama bilgisiz. Şirk(18) en büyük günahtı, amenna(1). Ondan sonra gelen iftira? Ve o iftira üzerine yuva inşa etmeyi düşünmek, ne büyük bir cehaletti.

Yasemen’in sabrı dolmuş, taşmak üzereydi. Çünkü Hamdullah denilen o çocuk her gün, nöbeti olmayan her gün yolda, hatta evde kendisini takip ediyor, metroda yanında, önünde, arkasında duruyor ve hep Türk filmlerindeki gibi aynı sözleri söylüyordu:

Ya benim olacaksın, ya da kara toprağın!”

Üstelik her yeriyle taciz de ediyordu Yasemen’i.

“Öf! Terbiyesiz! Küstah! Sapık! Yok mu bu adama müdahale edecek bir insan evlâdı? Yok mu beni bu adamdan kurtaracak bir Müslüman?” sözleri o adamın sırıtkanlığında ayakta kalıyor, sonrasında da kayboluyordu.

Hemen hemen hepsi duyarsızdı insanların, hem “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!” felsefesindeydi çok kişi.

Oysa beslenen o yılan, o bin yıl içinde kendisine de rastlamaz mıydı? Umurlarında değildi. Bu dünya, daha doğrusu bu ülke, böyle gelmiş, böyle giderdi. Düzen mi? Kim uymuştu ki adalet kuralları olmayan böyle bir düzene?

İşte böyle günlerden birinde, hocanın oğlunun olup olmadığının belli olmadığı, ancak her nasılsa o insan bile denilemeyecek cinsteki varlığın metroda olmadığının düşünüldüğü bir günde ilk defa karşılaşmışlardı Yasemen ve Emin, “Sapık!” kelimesi sayesinde.

Belki o gün zaman dursa, iyi olacaktı her ikisi için de. Ama zamana hükmetmek mümkün değildi ki!

Ayıplanması gerektiğinin farkındaydı Yasemen. Özür dilemeliydi “Sapık!” sözü için. Belki bu genç adam, o kara sakallı menhus(1) varlıktan kurtuluşunu sağlayabilirdi, eğer derdini anlatabilir, sığınır, hatta gayret edip severse, bunun için uzun bir süreç gerekse bile.

Sevmediği, sevemeyeceği biriyle bir ömrü tüketmek yerine, şu anlarında inkâr etmektense sevebileceği umudunu yaşayabileceği birini düşlemek, hayal etmek zor mu olsa gerekti ki?

Hem bunlar için sebepleri de vardı;

Ev sahibi yaşlıların günleri geçmiyordu ki sağlıkları konusunda şikâyetleri olmasın. Rahatsızlıkları bitip-tükenmiyordu, ya tansiyonları çıkıyor, ya da düşüyor, ya da kalp atışlarında düzensizlik, ya da aritmi(1) oluyordu.

Oysa; 12-7 ve 70-80 aralığı normal olarak mevcuttu her zaman.

Sırf bu sorunlarını kendileri halletsinler diye cebinden para vererek pilli bir tansiyon aleti alarak kendilerine hediye etmişti Yasemen. Bu kere de devamlı yinelenen ağrıları, sızıları başlamıştı ev sahibi karı-kocanın.

Sık sık arabaları ile o kara sakallı evlât onları ve kendisini hastaneye getirir-götürür olmuştu.

Ve her seferinde de yaşlılar arka kanepeye oturuyorlar, Yasemen ön koltuğa oturmak zorunda kalıyordu. Büzülmesine, sıkıntısını çeşitli vesilelerle, çeşitli şekillerde belli etmesine rağmen, kara sakallı, genç irisi, kaba adam ikide-bir vites değiştirmekten ve kaza ile(!) ve tabiidir ki sapıkça bacağına-dizine dokunmaktan vazgeçmiyordu.

Yalnızdı, çaresizdi, himmetini(1) isteyecek, yardımını dileyecek biri yoktu çevresinde. “Acaba?” dedi bir gün.

“O ‘sapığa’ rastlar mıyım, bir kez daha. Yardım dilesem, hatta ‘Sev, al beni!’ desem…”

Bu kadar alçalmak, eğilmek olur muydu? Gene de bir ömrü kapkara zindanlar içinde geçirmektense, aydınlığa esir olmayı dilemek daha ehven değil miydi?

O gün aybaşıydı. Ev sahibi kirayı almayı reddetmiş; “Gelinimiz, evlâdımız sayılırsın, gönülleriniz uyuşuncaya kadar sizden artık kira almayacağız. Düğün-derneğinizden sonra her şey sizin zaten. Çalışmazsın, bize bakarsın sadece.” Demişti yüzsüzce, utanıp-arlanmaksızın, sanki devlet genç kızı sadece onlara bakması için okutmuş gibi, üstelik kira karşılığı. Başka sözler de geçiyordu genç kızın aklından, ancak terbiyesi engelliyordu.

İnsanlar bu kadar bencil, bu kadar duygusuz, bu kadar hükmedici olabilirler miydi? Kahırlandı Yasemen de, Erim de. Evin tüm avantajlarına rağmen bu evden ayrılıp kurtaracaktı kendilerini iki kardeş, eğer kurtarabilseydi kendilerini. Lâmı-cimi kalmamıştı(2), tahammüllerinin limitlerine ulaşmışlardı artık!

Silkindi, gördüğü hayal olmasa gerekti, yavaşlayarak durmakta olan metro istasyonun peronunda geçerken gördüğü.

“Erim!” dedi kardeşine. “Bir arkadaşımı gördüm galiba peronda, özlediğim, uzun zamandır göremediğim, arka taraflardan bindi galiba trene, nerede ineceğini bilemiyorum, ben ona ulaşmaya çalışacağım, tren bir sonraki istasyonda durduğunda arka taraflara doğru giderek.”

Yasemen iki istasyon sonra gelip tam karşısında durdu genç adamın. Genç adam yorgun, etrafıyla ilgisiz, çevresine saygılı, başı eğik, vagonun sonuna poposunu dayamış, elinde dosya çantası, gözleri tabana dikili öylece duruyordu.

Düşünüyor, tasarlıyor, kuruyor, kurguluyor olsa gerekti bazı şeyleri. O koca dosya çantası içindekiler için başka şeyler yapılmazdı herhalde.

Fark edilmedi Yasemen, fark edilmesini istediği tarafından, isteğince. Fark edilmeyişine üzüldü. Acelesi vardı, o genç adama; “Ben buradayım!” diyemez, onu takip edemezdi, hastaları beklerdi onu ve gecikmesinin kendi vicdanına göre izahı olamazdı.

Ama yaşadığı hayatı sıfırlamak, önünü görmek ve yaşamak için ne yapması gerekirse yapacağına, yapmak için azami gayret sarf edeceğine karar ve söz verdi kendisine.

Deneyecekti ve başaracaktı da. On üzerinden dokuz buçuk almak bile yeterli değildi kendisi için. Ne de olsa; “Kadının fendi, erkeği yendi!” dememişler miydi? Sevgi mi? O kalbi kendisine yönlendirebilirse o da olurdu inşallah. Hem de karşılıklı…

Zihnini süzgeçten geçirdi Yasemen. O, o büyük markette çalışıyordu ve herkes ona “Hocam” diyordu. O halde arayan Mevlâ’sını da, belâsını da bulurdu nasıl olsa, adı gibi emindi bundan. O günü hatırlamağa çalıştı, madde-madde, dakika-dakika, salise-salise hatta.

O gün hafta sonu, Erim’in ısrarı ile aylık alışverişlerini yapmışlardı. Erim iki poşet halinde kutu bira almış, o da kıramamıştı kardeşini. Sıra tam kendilerine geldiğinde kasiyer genç kız, gelen genç adama yerini olduğu gibi bırakmış, “Buyur Hocam!” dediği “O” oturmuştu kasaya, çevresine dikkat ettiği hiç de belli olmaksızın.

Yasemen şaşkın gibiydi, bu genç adam “Sapık!” dediği adamdı. Emin de şaşkındı kendisi gibi öyle. Üstelik tesettürlü bir bayanın bira almasına akıl erdirememenin sıkıntısını yaşıyor gibiydi Emin.

İki olmayacak şey yan yana gelmiş gibiydi. Erim, alınanları poşetlere koyuyordu. Bira poşetlerini iki-üç market poşetine üst üste sarması dikkatinden kaçmamıştı.

İşlem tamamlanmış, Emin şifresini yazmasının gerektiğini genç kıza ikaz etmişti. Genç kız şifresini yazmış, ancak onay tuşuna basmayı unutmuştu. Yahut da o genç adam kendisini fark etmiş, ismini bizzat öğrenmek için hüviyetini istemişti ondan. Hani “Aç tavuğun kendisini darı ambarında tahayyül etmesi” nin hüsnü kuruntusu(5) gibi bir şey…

Yasemen Bengü Neyim!

Oysa genç kız onun yakasındaki karttan hemen öğrenmişti ismini: Emin Yasemin…

Gayri resmi tanışma dense?

Ve Emin’in aklından bir şarkı geçti, Yasemen üstüne derlenmiş; “Benim olsan seni…(19)” diye başlayan…

Ve ertesinde ambulans bir kere daha karşılaşmaları için gerekçe olmuştu…

Emin Hoca yattığı yerde bir şiirden alıntılarla meşguldü;

“Sanıyordu ki bir el saçlarını okşuyordu, kendisine gelmesine rağmen ve kıpırdamak istemiyordu göz kapakları(20).” Açarsa gözerini, hülya dediği şey yarım kalacaktı ve gerçeğine döneceğini sanıyordu.

Çekinerek de olsa açtı gözlerini. İnanamadı, kapattı, tekrar açtı. İnanamamış gibiydi bakındığında çevresine. Tek kişilik bir hastane odasında yatıyordu ve karşısındaki “O” idi.

Onun yüzüne dikkatle bakınca resimlerindeki hatalarından, daha gerçekçi deyişle fark edemediklerinden önce birini sonra diğerini fark etti, hatta bir üçüncüsünü daha. Numaralı gözlüklerinde hafif de olsa, gözünün şehlâlığı belli oluyordu, ama gözlerinin maviliğini tahminde yanılmamıştı.

Üstüne üstelik; eğer isterse çatık kaşlı değil, güler yüzlü olduğunu ispat etmişti.

Diğer isabet kaydettiği husus, belki kurallara uygun olması için açtığı türbanının altındaki saçlarının gerçekten sarı oluşuydu. Kaydedemediği farklılık ise; bilgisinin olmadığı yakasındaki tıp rozeti ve sonuncusu onu soyarak yatağa yatırırlarken cep telefonundan rahatsızlığını ilk numaraya belirtmesi idi. O büyük patronun numarasıydı ve ilgili yerlere mesajı ulaştıracağını anlamlandırmıştı.

Tekrar ve bu sefer kendi telefonundan kardeşine mesaj ulaştırmıştı genç doktor. Kardeşi pijama, terlik gibi eksikliklerini getireceğini ifade etmiş, derslerinin sonunda da hastaneye hemen yetişeceğini anlatmıştı genç doktora.

Genç doktor;

“İyi misiniz Emin Bey?” dedi.

“İyiyim efendim, sayenizde herhalde?”

“Adım Yasemen! Tesadüfen yanınızda oldum. İş yerinize gerekli notlar bırakıldı. Ayrıca kardeşime de kendi çamaşır ve pijamalarından sizin için bir-iki takım getirmesini rica ettim…

Elbiseleriniz dolapta asılı, pabuçlarınız yerlerinde. Size şimdilik geçici bir süre için bir pijama ve terlik buldum. Kardeşim kendininkileri getirdiğinde değiştirirsiniz. Hepsi temizdir, endişeniz olmasın...

Dosyanızı ise koyacak yer bulamadığım için cep telefonunuzun olduğu etajerin hemen kenarına bıraktım. Şimdilik izninizle ben görevime yönelmeliyim!”

“Estağfurullah efendim, izin ne haddime! Belki yaşamımı borçluyum size, azat etmek asla hakkım değil, her şey sizin. Benim için yaptığınız tüm fedakârlıklar için de içtenlikle teşekkür ederim efendim!”

“Adım Yasemen demiştim!”

“Peki, Doktor Yasemen Hanım!”

“Sadece ve kısaca Yasemen!”

“Peki, sadece ve kısaca Doktor Yasemen Hanım!”

Doktor Yasemen ismini heceletmekten de, iddialaşmaktan da vazgeçmişti.

Ama şansını bir sonraki gelişinde ona “Emin” diyerek yineleyecekti, yeniden. Dışarı çıktı.

Boş duranı Allah sevmezdi. Emin zile basıp hemşireye kapısını kapatmasını rica ettikten sonra, çantasını açıp çalışmalarını gözden geçirmek istedi. Yapamadı.

Kâğıtlardan birini çekerek bir resme başladı zihninden. Bir portre idi bu, tıpatıp gönül vermek istediğinin portresi ve yarım saat içinde hazırdı o portre.

Gizli kalmalıydı, saklamalıydı portreyi. Çantasını açıp portreyi çantasına özenle yerleştirmeğe çalışırken, kapısı tıklatıldı, “Gel!” dedikten sonra ayak seslerinin işitilmemesini dilercesine o girdi kapıdan içeriye.

Yatağının üstüne yığılıydı lifletin orta sayfasının çalışmaları, renk-renk, desen-desen, boyut-boyut, saklamaya ancak vakti olmuştu son yaptığı portreyi. Fark edilmiş miydi, sanmıyordu.

“Merhaba! Çizdiklerinize bakmamda sakınca var mı?”

“Var!”

“O halde çok merak ettim, bakacağım! Bir doktor, hastası hakkıında bilmesi gereken her şeyle ilgilenmeli, değil mi?”

Baktı ve kendisini görmesinin sevincini yaşadı sanki!

“Buradakiler ben olmalıyım herhalde. Ben bu kadar güzel miyim gerçekten?”

“Gönül kimi severse güzel odur Doktor Hanım!”

“Anlamadım!”

“Bir atasözü, ya da bir vecize aklımdan geçen…”

“Yani sevmek zor!”

“Diyorsunuz!”

“Ben duygularınızı çözmeğe çalışıyorum.”

“Çözmeğe çalışmayın, bilin!”

“Nasıl?”

“Bildiğiniz ya da bilmek istediğiniz gibi!”

“Anlamak isteyeceğim.”

“Her neyse, zaman uygun! İster misiniz, daha doğrusu öncelikle sorayım, kahve ya da el fallarına inanır mısınız?”

“İnanmam, ama ‘Bakacağım!’ derseniz de sınamak isterim. Ama öncelikle saklamağa çalıştığınız resmi göstermenizi istesem!”

“Sonra desem!”

“Peki!”

“O halde şimdi bir kahve için, fincanı kapatın ve fincanınızla birlikte gelin efendim!”

“Onu da yaparım, ama önce elime baksanız!”

“Olur, bence sakıncası yok!”

Yasemen’in önce bir elini avucuna aldı Emin.

Birkaç kere evirdi çevirdi, avucunun içindeki çizgilerde parmaklarını gezdirip “Hı! Hı? Bak hele! Hım! Cık! Çık!” gibi sesler çıkardı, sonra her iki elini aldı avuçlarına.

İkisini de yan yana getirip avuçlardaki çizgileri inceleyip tekrar tekrar aynı sesleri dillendirip sözleri dinlendirdi dudaklarında ve öksürerek konuşmaya başladı;

“Belki size görünür bir saçmalık gibi gözükebilir. Bana arkadaşlarım, özellikle askerlik yaparken “Evliya(21)” adını takmışlardı. Bana ayıracağınız, dinlemeyi isteyeceğiniz bir zamanınız olursa istediğiniz bir yerde anlatırım hastaneden çıkışımdan sonra…”

Cümlesini bitirmesine ramak kala genç doktor fısıldarcasına kesmişti sözünü;

“Bu bir gizli buluşma teklifi mi? Kabul ettim. Evliya’yı dinlemek isterim, isteyeceğim de!”

“Kısaca; evliyalığım nedeniyle ellerde ve kahvelerdeki yorumlarımın tamamına yakın bir kısmı gerçekleşti diyebilirim. Gene de siz benim uydurma ya da palavralarıma boş verin, öykü anlatıyormuşum gibi dinleyin ve sonrasında da unutun lütfen…

Söylemek istesem gönüldekini(22)’ gibi bir deyişin gizli olmadığını bilin cümlelerimde.”

“Diyorsunuz ki; işi-gücü unut, hep yanımda ol, hep beni dinle! Öyle mi anlıyorum?”

“Affedersiniz, çok mu uzattım?”

“Eh! Biraz. Ben hastalarımızı dolaşıp geleyim, siz de o vakte kadar söylemek istediklerinizi, meselâ avuçlarımda gördüklerinizi, ya da zihninizden geçirdiklerinizi, düşünce ve dileklerinizi sıraya koymaya çalışın…

Ama onların içine benim istediğim gibi güzel şeyler koymak için gayretli olun, koymaya çalışın. Sözleriniz içinde karamsarlık, kötülük, yanlışlık, karanlık olmasın lütfen…

Ve sakladığınız resmi de göstermek için söz verin, lütfen!”

“Olur! Bir kere daha sağ avucunuza bakabilir miyim lütfen?”

Genç doktor masumane bir şekilde uzattı elini. Emin içinden geçirdi; “Ya şimdi, ya da asla!”

Dakikalar içine sığdırmaya çalıştığı bir özlemle inceledi avucunu genç doktorun ve dilediğince hatta kendini zapt edemeyip öptü avucunun içinden, elini bırakmayıp.

Zaman o kadar çabuk mu geçmişti? Yasemen irkildi, sol elinin olanca kuvvetiyle beş parmağının izini bir Osmanlı Tokadı(5) gibi işaretledi genç adamın yanağına.

Koridorda yankılanmıştı ses, gelen-giden olmamasına rağmen başını eğdi Emin; “Affedersiniz!” diyerek. Yasemen tokadı attığı yanağı okşadı;

“Çok acıdı mı? Asıl ben özür dilerim, boş bulunduğum davranışım için. Gerçekten beklemiyordum böyle bir şeyi, çok kısa bir zaman içinde yaşadıklarımızda. Biliyorsun Newton’un üçüncü kuralı; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır” şeklindedir. Benimki eşitliğin ötesinde biraz ağır oldu galiba?”

“Newton da sizin gibi zalim biri idiyse fizik hapı yutmuştur, demektir!”

“Ben zalim değilim!”

“İspat etmek için hastalarınızı ziyaret edip bana dönünceye kadar vaktiniz var, ben buradayım efendim!”

Genç kız odadan ayrılırken mutluydu; ışığını bulmuştu çünkü! Sadece cesaretini pekiştirmek gerekiyordu karşısındakinin. İleri gitmeliydi karşısındaki; hem Nikâh Dairesine kadar. Kendisine bile itiraf etmesi gerekmiyordu şaşırtmıyordu kendisini. Çünkü mecburiyetten değil, gerçekten ilk “Sapık” kelimesinden beri sevdiğini hissediyordu hakkında hiçbir şey bilmediği, “Sapık!” sözünden ötürü ondan özür dilemesi gereken bu genç adamı.

Peki, o? O; o olmasa neden öpseydi ki avucundan? Neden tahammüllü olsaydı ki o tokada?

Ve neden yanağını okşaması teselli gibi görünmüştü ona (galiba, ya da meselâ)?

Emin, Yasemen kendisinden ayrıldıktan sonra düşünürken, daha doğrusu Yasemen’in geri dönüşünü beklerken özür telefonlarını sıraladı arka arkaya, amirlerine, arkadaşlarına, ev sahibine;

“İyiyim!” dedi. “Beni hiçbir güç hastaneye bağlamaz, bağlayamaz, evvel emirde(5) yarın görevimin başındayım, evimdeyim!” dedi.

Abartmamış mıydı? Acele etmemiş miydi? Kendisini hastaneye bağlayan hiç mi bir sebep yoktu gerçekten, hem de gerçekleşmesi umudunu yaşamak istediği hayaller için?

Erim gelmişti hastaneye. Araştırmış, taraştırmış, ziyaret saati olmamasına, ablası doktor olmasına rağmen, kayırılmadan(!) Emin’in yanına gelmişti, ablasının talimatlarına uygun olarak hazırladığı çanta, poşet ve saire ile. Biraz sonra ablası göründü hastanın kapısında;

“Erim, bu gece nöbetçiyim, biliyorsun. Karnını doyurmayı, yatarken üstünü gereğince örtmeyi unutma! Sabah, nöbetim biter bitmez gelirim ben!” dedi.

Sonrasında soran gözlerle Emin’e baktı Yasemen;

“Emin Ağabeyin çok güzel resim yapıyormuş, gizlediği bir resmi göstermeğe söz vermişti. Derslerine dönmeden önce sen de gör bakalım, neymiş o sakladığı?”

Emin telâşlanmış, utanmış gibiydi. “Göstersem mi, göstermesem mi?” tereddüdü içindeydi, gizlemeye çalıştığı resmi.

Israrlara dayanamadı ve gösterdi. İki kardeşin de tabir yerine “Cuk oturmuş(2)” denilirse ağızları açık kalmıştı(2)!

Bir resim, objesine bakılmadan, poz verilmeden, sadece hayalden bu kadar mı gerçek olabilirdi?

Yasemen bomba patlatmak kararındaydı;

“Emin Ağabeyin kahve falına da çok iyi bakıyormuş. Neyse halin, çıkıyormuş falın! Hemşire Mine odamdakilerden sana kahve yapsın, iç, fincanı kapa ve buraya gel, bakalım senin için neler söyleyecek! Benimse avucumu okuyacaktı!”

Erim odadan çıkar çıkmaz avucunu uzattı Yasemen öpmesini istercesine, Emin’in ağzına doğru.

“O tokadın bedeli ödenmiş olsun mu istiyorsun?”

“Ödeyemeyeceğimi biliyorum, istediğim için uzatıyorum elimi…”

“Aldım, kabul ettim!”

Bu kez koklarcasına uzun uzun öptü Yasemen’in elini Emin ve ağır ağır konuşmaya başladı fal konusunda, daha doğrusu elinden kaderini okumak denebilir buna.

“Hayat çizgin çok uzun. Yaşamının ortalarında hiç aklından geçmeyen biri ile evleneceksin, gecikmeksizin iki çocuğun olacak, ikiz mi bilmem mümkün değil, cinsiyetlerini de…

Tek kötü haber eşinin hayat çizgisinin seninkinden kısa olması. Bu kadarı da kadı kızında bile bulunabilecek bir kusur olsa gerek. Olur o kadar işte!”

“Başka?”

“Beyini, vasıflarını, ya da özelliklerini avucunda görmem imkânsız maalesef, ama istekli olan biri vardır, meselâ…”

“Kim, meselâ?”

“Yok mu çevrende sana ilgi duyan, seni sahiplenmek isteyen biri?”

“Aman ağzından yel alsın! Onun beni değil, benim, benim istediğimi sahiplenmem, istediğime kavuşmam önemli, hem gerekli!”

“İnşallah olur!”

“İnşallah! İnşallah!”

Bu sırada Erim odaya girmişti;

“Önce Mine Hemşireyi bulamadım. Onu buldum, bu sefer de kahvenin kalmamış olduğunu öğrendim. Neyse alacağım olsun! Eğer resim ablama aitse ben onu alıp evimize götürmek isterim.”

“Öyle götüremezsin, resim berbat olur, benim dosya çantamla götür, ben yarın ablanızın nöbeti sonunda, kendim de taburcu olmak istediğimden ablanızı evinize bırakırken kendi resimlerimi de geri alırım.”

“Sözleştiyseniz, bence mahzuru yok! Görüşmek üzere Allahaısmarladık!”

Erim ayrıldı, Emin Yasemen’e baktı.

“Kesintisiz ayıracağın vaktin olursa, o vakti bana ayırmanı isteyebilir miyim?”

“Tabii, gerekliliklerim bitince uğrar ve yanında kalırım. Ama iyice dinlen, yemeğini güzelce ye, ilâç olarak ne verilmişse kullan lütfen!”

“Emredersiniz Doktor Hanım!”

“Onun da sırası gelecek inşallah, her ne kadar ‘Sürat felâkettir!’ denilse de bu hıza gerçekten ihtiyacım var benim!”

“Anlıyorum. Hani denmiş ya; ‘Zaman bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için çok uzun, sevinenler için çok kısa, ancak sevenler için sonsuzluk(23) dur.”

Geçip bitmedi zaman. Akşam karanlığı indi, gece kendine büründü kapalı kapı ardında, teknolojinin varlıklarına rağmen. Sadece perde aralıklarından sızan sokak lâmbalarının ışıkları vardı, ay bile küskünce bir rüyet(1) halinde idi, genç adamın odasında.

Odası birden nurla doldu gibi geldi Emin’e. Nurun kaynağı kapıdan içeriye sızan koridorun ışığı değil, Yasemen’in nuru idi. Elini uzattı Emin, elini uzattı Yasemen. Öptü o elin avucundan Emin, bir kez daha, yatağından doğrularak.

“Yanağın kaşındı galiba yeniden?”

“Sevgilinin vurduğu yerde gül biter, demişler, denemek istersen, kapıyı kapat ama bu sefer ve öyle vur ki tek tarafıma değil, iki tarafıma da yer-gök inlesin, eğer davranışımı saygısızlık olarak kabul etmeğe devam ediyorsan!”

“Bu ne demek oluyor işte, hastane odasında ilân-ı aşk mı, bir hastanın doktoruna medyun olmasının(2) eseri mi? Hem insan olarak nasıl kıyarım ki sana?”

“İkincisi kesinlikle değil, birincisinin yorumu ise sana kalmış Doktor Hanım!”

“Yani senin gibi; ‘Aldım, kabul ettim!’ demem mi gerek?”

“Yok, asla! Sadece; ‘Açık bırak pencereni(24), örtme kapıyı, önünde diz çökmeme izin ver!’ demek. Ama böyle bir hastane odasında değil, istediğinde, istediğin zaman, istediğin yerde…

Ama bana önce yaşamını anlat, her şeye rağmen ve her hal ve şartta sana kul-köle olmamdan önce. Ki sana ömür boyu destek olayım, yanında olayım, kulun-kölen olmaya devam edeyim!”

“Biraz önce ilân-ı aşk, şimdi de evlenme teklifi mi alıyorum, seni seviyorum bile demeden önce?”

“Seni seviyorum!”

“Benim ne demem gerek?”

“Çekinme, aynısını söyle, merak etme, çok iyi sır tutarım!”

“Başlangıçta, hem özür dilemem gereken ilk ‘Sapık!’ deyişimde sevmek istedim seni, ama şimdi eminim!”

“Yani?”

“Ben de seni seviyorum!”

“O halde anlat bana seni, anlatayım sonrasında ben de sana beni!”

Zili çaldı Yasemen, gelen hemşireye;

“Ben kontrol için hastanın başında, buradayım. Acil bir durum olursa beni buradan arayın, buraya haber verin ve kapıyı açık bırakın!”

Kesik-kesik, nefes-nefese, duraksayarak, inkıtalara(1) önem vermeksizin anlatma gayretinde oldu Yasemen. Yaşadıklarını, yaşamak zorunda kaldıklarını, türbanını, zorluklarını, Yadullah’ı, Hamdullah’ı, çirkefliklerini ve zorunlulukları…

Yaşam öyküsü, yaşam kurgularına giremeyecek kadar uzun, özetlenecek kadar kısa idi; teselli aramak, uzanan bir ele sıkı sıkıya yapışmak, bırakmamak gibi, sabahın ışıkları sökün etmeye başlarken…

Emin’in ayağa kalkmak vakti gelmişti. Kalktı, iki elini de tuttu Yasemen’in;

“Benim meleğim ol, demiyorum. Benim meleğimsin, hem kabul edersen beni, ömür boyu. Şimdi giyineyim, nöbetin bitince seni evine ben bırakayım, hem dosyamı almak için, hem gerektiği için ev sahibinle karşılaşmak dileğiyle…

Ama esas dileğim bundan böyle türbanını takma. Erkek sineğin bile yakınlaşmasını hoş görmeyen ev sahibine benimle görün. Benim oturduğum apartmanda bir daire boş duruyor. Ev sahibi ile konuşurum, oraya taşınırsınız öncelikle. Orası hem hastaneye, hem de Erim’in okuluna daha yakın!”

“Bence acelesi yok!”

“Nasıl yani? Bir beklentin mi var?”

“Neden olmasın? Belki evlenir, eşimin evine temelli yerleşirim!”

“Yani o kadar acele?”

“Ben geciktiğimi düşünüyorum, geciktiğimizi düşünmüyor musun?”

“Buna ev sahibi Hacının sebep olması üzüyor beni.”

“Dert etme! O da üzüntüyü değişik bir boyutta yaşayacak nasıl olsa!”

“O zaman gecikmeyelim, hemen evine gidelim lütfen, nöbetin biter-bitmez…”

Eve bir erkek refakatinde taksiyle, üstelik türbansız gelişi çılgına çevirmişti kapıya topluca çıkan ev sahibi aileyi. Hacı Yadullah kinle konuştu;

“Maazallah, başımıza taş yağacak, bu ne hal Doktor Hanım?”

“Aslıma döndüm, kocamın istediği gibi oldum!”

“Kocan mı? Ama sen Hamdullah’ın sözlüsüydün, hem beraber değil miydiniz?”

“Peki, bundan benim niye haberim yok?”

“Peki, bundan niye benim haberim olmadı?”

Belirli bir süre sessizlik oldu, kapının önünde, daha doğrusu Yasemen eve girinceye kadar.

Ve sonra Emin ağır-ağır, yavaş-yavaş konuşmaya başladı;

“Müslüman’ım diyorsunuz, İslâm’ı bilmiyorsunuz. İftiranın en büyük günahlardan biri olduğundan bihaber gibisiniz. Bugün ve bu gece ben buradayım. Karım dinlensin, Erim gelsin. Evinizi yarın boş olarak size teslim etmeğe gayret edeceğiz. Helâlleşmemize gerek yok, anahtarınızı da paspasınızın altına koyarız!”

Gelin-güvey olmadan konu kapanmıştı bir çırpıda, çünkü “Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eylerdi!”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Bakar, Kör; Görünüşte gözlerinde bir sakatlık fark edilmediği halde kör olan (kimse). Baktığı halde etrafını görmeyen, dikkatsiz, dalgın (kimse).

Sapık; Tavır ve davranışları normal olmayan, delice davranışlara sahip veya geleneklerden, törelerden ayrılan, anormal, gayritabii, delice, adabı muaşeret ve töre kurallarına uymayan.

Sapıkça; Tavır ve davranışlarıyla tedirgin edercesine, adabı muaşeret ve töre kurallarına uymaksızın rahatsız etme.

Emin Yasemin, Yasemen Bengü Neyim, Erim Neyim isimlerini kafamdan uydurdum. Bu isimlerde olup da eğer öykü nedeniyle incindilerse yaşayanlardan özür dilemek boynumun borcudur.

Yasemen (Yasemin); Beyaz, kırmızı, menekşe ve sarı renklerde güzel kokulu çiçek açan bir bitki ve onun gülleri.

Bengü; Ebedi, sonu olmayan.

Erim; Bir şeyin erebileceği uzaklık, menzil. Vakıf olmak, yetmek. İyi bir şeye işaret olan durum. Sevgi. Müjde.

Yadullah; Böyle isme rastlamak mümkün olmadı. Herhalde “Allah’ı hatırlamak” anlamında konulan bir isim olsa gerek.

Hamdullah; Allah’ın övgüsü.

(1) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

Aritmi; Yürek atışlarında düzensizlik.

Çaçaron; İtalyancadan dilimize yerleşmiş (ciacchierone) “karşısındakini susturacak biçimde, çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze” anlamındadır.

Çelebilik; Nazik, asil, soylu, zarif, terbiyeli, kalender olma.  Karşısındakilere gereğine uygun, incitmeksizin haksızlığı yaşatmaksızın davranışları olma.

Desibel (dB); Ses şiddetini gösteren birimin onda biri.

Direktif; Yönerge. Herhangi bir konuda tutulacak yol için üst makamlardan alt makamlara belli esaslara dayanılarak verilen emir, buyruk, talimat. Bu buyruklar yazılı olarak da verilebilir.

Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Kuranı Kerim’in Hucurât Suresinin 12. Ayetinde (49/12)  başlarında şöyle buyrulmuştur. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?…” Bu konuda Peygamberimize ait olan bir hadiste; “Gıybetin denizleri kirletecek kadar kirli olduğunu” ayrıca “Bir kimse biri hakkında arkasından doğru konuşmuşsa gıybet, yalan konuşmuşsa iftira olduğunu” belirtmiştir.

Gudretten; Lehçe farkı ile “Kudretten” anlamında yöresel bir deyiş olup, bilindiği üzere “doğuştan” anlamındadır.

Gurme; Yemekler ve içkiler konusunda uzmanlık ölçüsünde bilgisi ve gelişmiş beğenisi olan, ağzının tadını bilen kişi, yiyecek, içecek uzmanı.

Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.

İnkıta; Kesilme, kesinti.

Kalenderlik; Hoşgörüsü geniş, uysal, incitmeyen kişilik. İçinde yaşadıkları toplumun kurallarını hiçe sayıp karşı çıkarak, önemsemeyen, buna gerek duymayan ve bunu özellikle kötü yönlerini açığa çıkararak gösteren kişilerce oluşturulmuş bir tasavvuf akımı.

Karabasan; Kâbus.  Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

Mefhum; Kavram.

Menhus; Kötü, uğursuz.

Namahrem; Yabancı, el. İslâm dinine, hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan anlamında olmakla beraber kendisinden (özellikle kadın) kaçınılması gerekenler, mekruh hatta günah sayılma durumu.

Nüans: Fransızcadan (Nuance) alınmış, ayrıntı, ince fark.

Rüyet (Ruyet-i Hilâl); “Ayın görülmesi” anlamına gelen dini bir terimdir. Şeriatta birçok husus bu terime göre uygulanmaktadır. Görme, seyretme, basiret, isabetli düşünme, kalp gözüyle manevi âlemi görme.

Şehlâ; Kusurlu sayılmayacak kadar hafif şaşı göz. Koyu mavi, elâ göz. Hafif, tatlı şaşı.

Tahakküm; Hükmetme, baskı, zorbalık, buyrukçuluk, etkileme eylemi.

Tefekkür; Düşünme, düşünce, düşünüş.

Tıynet; Karakter, yaradılış, huy, maya, cibilliyet.

(2) Ağzı Açık Kalmak; Yeni gördüğü her şeye şaşkınca, alıkça bakmak, hayranlıkla, ya da endişeyle seyredip şaşırmak.

Alelusul Bağlamak (Yapmak); Bir şeyleri âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde bağlamak, yapmak.

Angut Gibi Sırıtmak (Bakmak, Beklemek, Olmak); Bakışların boş, bomboş, donuk bir şekilde olması halinde gülümsemek ötesinde dişlerin gösterilerek yaşanan durumda olmak. (Aslında angut bir kuştur ve her şeye rağmen ölen eşinin başında ölünceye kadar bekleyen duygusal bir kuş olup Google’da etraflıca anlatımı vardır).

Cascavlak Ortada Kalmak; Çırılçıplak, örtüsüz, saçsız, tüysüz, imkânsız, birikimsiz, maddi yoksunluk içinde kalmak.

Cuk Oturmak; Tam yerine denk gelmek, rast gelmek, uygun gelmek, yakışmak. Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren deyim.

Lâmı-Cimi Yok (Kalmamış); Yöresel olarak; “Mazeret uydurmak gereksiz.” Değişmez. Kesin, başka yolu yok.

Medyun Olmak; Verecekli, borçlu olmak.

Pelte Gibi Hissetmek; Yorgunluktan bayılma, kendinden geçme raddelerine gelmiş pelte gibi gevşek insan halinde olmak (Pelte; Nişasta, şeker ve su karışımının kimi zaman içine meyve suyu da katılarak ateş üzerinde karıştıra karıştıra pişirildikten sonra soğutulmasıyla muhallebi şekil ve tadında ancak farklı görünümünde tatlı).

Sap Gibi Dikilmek (Dikili Kalmak) Sap Gibi Ortada Kalmak; Birdenbire yalnız kalmak, terk edilmek. Desteksiz ve destekçisiz kalmak.

Şapadanak (Şappadanak) Susmak; Aniden. “Şap” diye ses çıkartıp susmak.

Şerefsizliğe Yeltenmek; Altından kalkamayacağı, başaramayacağı, yapamayacağı onursuzluk, erdemsizlik, yüreklilik konularında başarısızlığa uğrayacağını bile bile şaşırmak, şaşkınlaşmak, sınırsız bir özenti ile kendinden geçmeye heveslenmek ve bu suretle kötü edinilmiş ün sahibi olma tasarısı.

Şeytan Tüyü Olmak; Kendisini herkese kolaylıkla sevdiren kişilerde bulunan özellik.

Uluorta Söylemek; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa söylemek.

Uluorta Taciz Etmek; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa tedirginlik yaşatmak,  rahatsız etmek, huzursuz kılmak, sıkıntı vermek. Canını sıkmak.

(3) Bu konuda avamca söylenebilecek en kirli sözler; “İşkilli büzük dingilder! Havadan nem kapmak! Dervişin fikri neyse, zikri odur!” olsa gerek. Herhangi bir konuda tedirginliği olan kişinin kendini belli etmesi yahut da etmek istemesi gibi bir anlam yüklenebilir…

(4) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, (Bazı kaynaklarca Mustafa Nafiz IRMAK’a ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor” benzetmesi olsa gerek.

(5) El Âlem (Cümle Âlem, Dünya Âlem); Kim var, kim yoksa herkes.

Evvel Emirde; Her şeyden önce, ilk iş olarak, ilk önce, ilkin.

Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.

Hâşâ Huzurdan; Uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatan söz.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilinde söyleniş biçimi.)

Kendini Bilmez; Ne yaptığını bilmeyen, haddini aşan.

Necasetten Arınık; Pislik, pis olma durumu. Dışkı gibi pisliklerden temizlenmiş, saf, iyi ve arı olarak.

Osmanlı Tokadı; Elin ve kolun omuzdan hızlı ve açısız biçimde hedeflenen noktaya sert bir şekilde teması (şamarı, tokadı) ile gerçekleşen olay. Çok sert tokat.

Tabiri Caiz; Sözün özünü söyleme, söylemenin uygunluğu.

Usulü Erkân (Yol Erkân, Yordam Erkân); Usul, yöntem, davranışla ilgili bilgiler.

(6) Mizanpaj; Gazete, dergi, broşür, liflet, prospektüs (tanıtmalık) gibi yayınlarda sayfa düzenidir.

Dizayn; Bu öyküde bir ürünün, örneğin broşürün ilk taslağı anlamında kullanılmış olup, İngilizce “design” kelimesinden oluşturulmuş bu söz yerine, öyküde ikilem gibi görülen “Tasarım” kelimesinin kullanılması daha doğrudur.

Koreografi; Özelde dans ve bale türleri, genelde tüm düşünülen şeylerin kâğıtlara geçirilmesi anlamındadır.

Grafik Tasarımları (Grafik Design); Bir mesajı görsel yolla, belirli bir hedef kütleye ulaştırmak amacıyla logo, afiş, büyük boy sokak afişi (billboard), basın ilânı, ambalaj, kitap, dergi, tanıtım filmleri, çizgi filmlerinin sanatsal ölçüler içinde tasarlanması.

Liflet: İngilizce leaflet kelimesinin Türkçemize girmiş şekli. Anlamı; yaprakçık, bir kitapçıktaki sayfalardan her biri, az sayfalı kitapçık, el ilânı, hatta broşür anlamlarında kullanılmaya başlanmış olan bu kelimeyi büyük marketlerdeki mamulleri tanıtan kitapçık diye tarif etmek mümkündür.

Grafiker; Grafik tasarımcısı. Güzel Sanatlar meslek grubu içinde Müzisyen, Besteci, yazar, ressam gibi sanatçılar. Fikir ve sanat eserleri kanuna göre Grafik Tasarım Eseri Sahibi.

Editör; Fransızca “éditeur” kelimesinden türetilen bu kelime “Basıma gidecek bir yayını hazırlayan kişi” anlamındadır, bugün için “yayımcı” ya da “yayımlayan” şeklinde kelimeler kullanılmakla beraber editör kelimesi güncelliğini korumaktadır.

(7) Forklift; Özellikle limanlarda, büyük depolarda bulunan malzemeler için kullanılan, önündeki iki uzun demirle, paletleri, paketleri, kısaca yükleri kaldırmaya yarayan bir iş makinesidir.

Transpalet (Trans Palet); İki çatal halinde ki yük bölgesine konan paletleri belirli bir yere kadar çekerek taşımaya yarayan, sürücü tarafından kontrolü yapılabilen bir araçtır.

Triportör; Üç tekerlekli araç.

Porter; İngilizceden lisanımıza yanlışça (bence) yerleşmiş bir kelime olup hamal anlamındadır. Genelde hastanelerde, benzeri iş yerlerinde ayak işlerini yapan, hastaları, malzemeleri getirip-götüren kimseler için kullanılan bir sözdür.

(8) Şeriat; Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslam Hukuku.

Şerait; Koşullar, şartlar, durumlar.

(9) Nasrettin Hocanın (1208–1283) türbesi Akşehir’de olup duvarsız olmakla birlikte koca bir kilitle kapanmış bir kapısı vardır. Bu nükteli mizacını anlatmak için bir vesile sayılmaktadır. Bu nedenle halk arasında garip görünüşlü anlatmak için sık sık; “Nasrettin Hoca türbesi gibi” deyimi kullanılmaktadır.

(10) Kalp denizdir, dil kıyıdır… Denizde ne varsa kıyıya o vurur… Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ

(11) Yârin dudağından getirilmiş / Bir katre alevdir bu karanfil / Ruhum acısından bunu bildi. Ahmet HAŞİM “KARANFİL”

(12) Üniversitedeyken şu anda rahmetli olan bir hocamız anlatmıştı; “Elinde lâstik tokmakla gelen bir mühendis, arabanın orasına-burasına vuruyor ve; ‘Şunu yapın, bedeli 100 lira!’ diyor. İtiraz üzerine o mühendis detaylı fatura yazıyor. ‘Lâstik tokmakla oraya-buraya vurup bilmek ve çaresini söylemek 90 lira, tamirat 10 lira!’ diyerek. Bugün de(!) (hani meselâ) evlerimize gelen lâstik tokmağa bile ihtiyaç duymayan “Servis elemanıyız” diyenlerin yaptıkları da bu olsa gerek! Üç liralık malzeme, “Ver bakalım, kırk lira-elli lira servis ücreti!”

(13) Eşeklerin İnsanlardan Farklılıkları; Eşekler aslında küfürlerde ön sıralarda yer almalarına rağmen muhterem hayvanlardır, hem her bakımdan. “Eşek” deyip geçmemelidir. Öncelikle söylenmesi gereken onun gözlerinin çok güzel olması ve yerine göre bazı insanlardan da akıllı olmasıdır, onunla dağda yol bulmak mümkündür. Çünkü eşek hem akıllı, hem de iyi bir kılavuz olup gittiği yönü ve yeri asla unutmaz, en az zahmet verilecek, en yararlı, en kestirme ve en düzgün yokuşu tahmin eder ve kısa dönemeçlerle yorulmadan götürür sizi istediğiniz yere. Yoksa niye kervanların önüne eşek konulsun ki? Ve “Eşek bir çamura bir defa düşer” deyimi neden oluşsundu ki? Doğal olarak insanların konu olduğu, Ziya PAŞA (Abdülhamid Ziyâeddin)’nın dizinlediği “Altından semeri (palanı) olsa” da insan adam olamamışsa, şu veya bu unvan ya da mevkie sahip olup da babasını ayağına getirttiriyorsa eşek ondan daha azizdir. Nitekim göstergesi; “Okumak (Tahsil yapmak) cahilliği alır; Hamurunda yoksa eşeklik baki kalır!” sözleri insan olamayanlara yakıştırılmış deyişlerdir.

(14) GDO; Bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi, ya da ona kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen canlı organizmalara kısaca “GDO” yani “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar” adı verilmektedir.

EC; İngilizce Electrical Conductivity (elektriksel iletkenlik) kelimelerinin baş harfleri olup sulama suyuna karıştırılan gübrelerin yoğunluğu ile ilgili, insan sağlığına zarar verecek rakamları belirtir.

E Değerleri; Bir üründeki kanserojen değerlerini ifade eder. Örneğin E220 demek sülfür bakımından sakıncalı bir gıda maddesinin ifadesidir.

e değerleri; Gıda etiketinin hacminin, ya da ağırlığının ortalama değerini gösteren bir işarettir.

(15) TSE; (Türk Standartlar Enstitüsü) Türk Standartlarına Uygunluk anlamındadır.

ISO; İngilizce; International Organization for Standardization şeklinde kısaltılmış Uluslararası Standart Organizasyonunu simgeleyen harflerdir. En önemlileri ise ISO 9000 ve ISO 22000 olanlarıdır.

BRC; İngilizce; British Retail Consortium şeklinde kısaltılmış, Gıda Teknik Standardının ifadesidir.

HACCP: İngilizce Hazard Analysis and Critical Control Points şeklinde kısaltılmış, Kritik Kontrol Noktaları ve Tehlike Analizi (KKNTA) Gıda Güvenliği Yönetim Sistemi Belgesinin ifadesidir.

(16) Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan. Faniyiz, kefenin cebi yok anlamında Yunus EMRE deyişi.

(17) Allah her şeyi işitir, görür, bilir… Kur’an Bakara Suresi 181. Ayet;

(18) İftira Etmek; Bir kimseye kasıtlı ve asılsız suç yükleme, kara çalma. Kur’an’ı Kerim Nur Suresi 4. Ayeti yazmakta yarar görüyorum; “İffetli kadınlara iftira atıp da dört tanık getirmeyenlere gelince, onlara hemen seksen vuruş vurun. Ve onların tanıklıklarını ebediyen kabul etmeyin. Onlar sapmışların ta kendileridir. (Yaşar Nuri ÖZTÜRK)

Şirk; Allah’a ortak koşmak. Allah’ın varlığına inanmakla birlikte ondan başka tanrılar edinmektir. Allah’tan başka varlıklara tapınmak, dua edip medet ummak, onlardan yardım istemektir.

(19) Benim olsan seni bir gül gibi koklar sararım… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mustafa Nafiz IRMAK’a, Bestesi; Saadettin KAYNAK’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eser nakarat bölümü olarak “Yasemen” olarak bilinmektedir.

(20)  Kemalettin KAMU’nun “KİMSESİZLİK” isimli şiirinin ikinci kıtası şöyledir: “Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el, / Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım; / Yan odadan bir ince ses diyor gibi gel! / Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.”

(21) Evliya Gerekçesi; Gerçekten askerdeyken Tümende, ramazanda fakir aileler yararına bir iftar yemeği tertiplenmişti. Biletler satılmıştı ve ben de o biletlerden üç adet satın almıştım. Birinci biletime bir seccade,  ikinci biletime bir takke, üçüncü biletime de 99’luk bir tespih ikramiyesi vurmuş, Alay ve Tümen Komutanı dâhil, herkes “Evliya” adını yakıştırmıştı bana. Bunda insanlara, daha doğrusu bir yedek subay olarak askerlerime davranışlarımın da etkisinin olduğunu kabul ediyorum.

(22) Ciltlere sığmayan bir kitap olur… “Söylemek istesem gönüldekini, dilime dolanan ızdırap olur…” diye başlayan şarkının Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup Rast makamındadır. Eser aslında; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.

(23) Zaman bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için çok uzun, neşelenen, sevinenler için çok kısa, ancak sevenler için sonsuzluktur. Henry Van DYKE

(24) Açık bırak pencereni, örtme perdeyi bu gece… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Balarısı Metin’e, Bestesi; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.