“Ehli keyfe keyf verir kahvenin kaynaması…(1)

Bir insan durup dururken niye söylerdi ki tamamlamaktan utandığı bu tekerlemeyi?

Kısırdı Çiğdem, evlendiklerinde bilmedikleri.

Oysa Çiğdem’in ağabeyinin de, ablasının da bebeleri vardı, dolaysıyla onların da evlendiklerinde, akıllarında yaşayacakları böyle bir sorun hiç yer etmemişti, evvellerinde bile böyle bir düşünceye yer vermemişlerdi. Hatta el ele oldukları ilk günlerden beri dileklerinde aynı düşünceler gelişirdi sözlerinde.

Demirhan; “Bakacağımız kadar çok çocuğumuz olsun!” derdi, Çiğdem ise; “Üç!” derdi ve siparişini sunardı Tanrısına; “İki kız, bir oğlan!”

Neymiş? “İkisi anaya-babaya mahsup edilirmiş de, biri dünyaya kâr kalırmış!”

Gerçekten de Çiğdem’in ablasına, ağabeyine ve de dahi etrafındaki sülâlesine bakılınca görülürdü ki, herkesin üçer bebesi vardı, şu ya da bu şekilde, ikisi aynı, biri ayrı cinste.

Hatta o akrabalardan biri işi bir çırpıda bitirmiş, üçüzü olmuştu, üçü de kız. Son olarak bir de oğlu olmuştu, şaşırarak mı, isteyerek mi, yoksa Tanrı mı vermişti içinden gelerek, kimsenin bilmediği, ya da bilemediği?

“El ele oldukları ilk günlerden beri!” denildiğinde cümleyi açmak gerek herhalde. Onların yaşadıkları köylerinde, anne-babalar daha doğumlarında yakıştırırlardı oğlan ve kızları birbirlerine, yaşları ne olursa olsun, hangisi önce doğmuş olursa olsun.

Hele ki “Kapı bir komşu iseler” hele ki birbirini çok iyi tanıyorlarsa, ya da uzaktan da olsa akraba iseler…

Çocukların da “Kulaklarına kar suyu kaçmışsa(2)” ya da bir vesile(3) ile beşik kertmesi(4) değil, ama sözlü gibi olduklarını öğrenmişlerse, el ele olmaları zaruret(5) değil, sevgi oluyordu, tıpkı Çiğdem’le, Demirhan gibi.

Çiğdem Demirhan’dan küçüktü bir yaş kadar. Bu onları birbirine yakıştırmak konusunda asla mahzur(6) teşkil etmiyordu. İlkokulu okurlarken hami(7) idi Demirhan Çiğdem’e.

Köyde İlkokulu bitirince önce Demirhan koşuşturmuştu, davara-irada, bağa-bahçeye-tarlaya, sonra Çiğdem katılmıştı ona.

Düğün-derneklerinden sonra, ellerine kına yakılıp Demirhan askere giderken, ailelerin düşüncesi Demirhan’ın askerden dönüşüne kadar bebesini büyütmekti, el elden. Olmadı ama.

Demirhan izinli gelip-döndü, gene bir haber çıkmadı. Çiğdem’in başı eğikti, hem herkese karşı.

Oysa herkesçikler değil, Demirhan önemliydi onun için.

Komutanı Kurmay Albay, yükselmesi engellenerek daha büyük komutan olamayıp, emekli olmuş ve askerliğini bilip tanıdığı Demirhan’a;

“Tezkereni alınca gel Demirhan!” deyip ona iş teklif etmişti. Köyden ayrılmak, değişik muhit, kısırlığı yüzüne vurulmayacak bir yerler Çiğdem’in canına minnetti. Toparlanıp koca köye hicret ettiler(7), Demirhan askerden dönünce.

Yani ki göçtüler köylerinden şehre, bir anlamda gözlerden de, sözlerden de uzaklaştılar, ama nereye kadar?

Demirhan’ın da, özellikle de Çiğdem’in bebek özlemi vardı. Her iş gününün akşamı, kahırla, istekle, arzuyla “bebe” sözü dillerinden düşmez olduğundan komutan destekledi onları.

Tüm bedelleri cebinden ödeyerek muayene, tedavi ve gereken her bir şeyleri onlar için sağlamaya çalıştı.

Ama kıraçtı(8) tarla, bitki yetişmesi mümkün değildi, tarlaya atılan tohum neşvünema(9) bulamıyordu.

Çiğdem çıldıracak gibiydi, dengesini yitirmişti. En ufak şeyler bile bağırıp-çığırması, hezeyanları(10) için yeterliydi. Üstelik normal düşünme yeteneğini bile yitirmişti.

Komutanın küçük kızı evlenmişti, büyük kızı nasibini bekliyordu. Demirhan’dan büyüktü ama acaba kuma(11) olsa, ya da Demirhan’ın ondan bebesi olur muydu acaba, kendisinin sahipleneceği?

O zaman hiç kimse; “Sulbu kesildi, nesli kurudu!(12)” demez, diyemezdi.

Üstelik Hatice, yani komutanın büyük kızı Demirhan’a karşı hiç de ilgisiz değil gibiydi. Herhalde kısırlığını öğrenmiş olsa gerek ki, ilgisini aşikârca(13) göstermekten de çekinmiyor gibiydi.

Üstelik kaba anlamda da olsa bayağı iyi kahve pişirdiğini söylemişti günlerden bir gün Demirhan kendisine. Herhalde kahveyi kaynatmasını da biliyor olsa gerekti!

Hatice, iyi, güzel ve nitelikleri üstün olan bir şehirli kızdı, Demirhan’ı hem mutlu, hem de “Baba” ederdi. Nasıl ki Demirhan, Hatice’den iyisini bulamazsa, Allah var, Hatice de bu yaştan sonra Demirhan gibi kendisini evlât sahibi edecek daha iyi birisini bulamazdı.

Ha! Hatice belki evde kalmış kart bir koca, ya da karısını yitirmiş bir dul koca bulabilirdi belki, ama onlar Demirhan gibi olabilir miydi? Kocası erkekti, gençti, güçlü, kuvvetli, çocuk sahibi olabilecek, karısının elini soğuk sudan, sıcak suya değdirmeyecek kadar da sevgi dolu bir insandı.

Çiğdem’in bir çekincesi de iki kapı ötedeki Hatice’den çok genç Cilveli(14) Raziye idi. O da güzel, hatta çok güzel, azıcık kaprisli(15) gibi, ne oldum delisi(16) bir kızcağızdı.

Onun da kahve kaynatmaya meylinin olduğu belli gibiydi, Çiğdem’in nasıl olduysa olmuş, kısırlığını öğrenmiş olabilirdi belki. Raziye’yi kimler-kimler istemişti de, varmamıştı kimselere, “Gönlümün Sultanını bekliyorum!” diye.

Gönlünün Sultanı gözüne kestirdiği bildik birisi, yani Demirhan olabilir miydi? Bebe sahibi olamadığını öğrendikten kelli(17) bu mümkündü, olabilir mi, olabilirdi, tabii!

Raziye cilveli olduğu kadar, erkeğini mutlu edecek bir yaratılışta gibi de görünüyordu, şehirlilerin onun gibiler için söylediği bir söz vardı, bu kahve kaynatmasının da delili gibiydi; “İhtiraslı(18)!”

Evet, onun dudakları hep ıslak, gözleri çakmak-çakmak, can yakıcı ve göğsü hep inip kalkıyordu her nefes alıp verişinde.

Acaba damızlık(19) olabilir miydi, Demirhan’ın çocuğunu doğurabilir miydi?

Neler düşünüyordu Çiğdem, haksızca, yanlışça, bencilce? Hiç bir kadın doğurduğu çocuğunu, götürüp bir başka kadına; “Al senin olsun!” diyebilir miydi ki?

Oysa Demirhan’ı azat etmek(20) hiç mi geçmiyordu ki aklından? Kendisi, kendisine uygun olanı bulup bebelerini doğurtsun ona, hak değil miydi Demirhan için?

Kendisi çekilirdi ortadan. Demirhan’ın evi vardı, işi-gücü, değerli bir patronu vardı. Hele ki o Komutan-Patron bir de kayınpederi olursa, hele ki bir de torunu olursa kızından, değilmezdi Demirhan’ın keyfine.

Evlilik zaten bir bakıma fedakârlıklar silsilesinin doruğu değil miydi? Demirhan’ın da, Çiğdem’in de doruğa tırmanmalarını kim engelleyebilirdi ki? Tanrı o kulunun yaptığı fedakârlık için bağışlayıcı olur, cehennemine atmazdı Çiğdem’i. Çünkü Demirhan için Çiğdem kendisinin cehennemde yanmasına değecek kadar değerli biriydi.

Demirhan seviyordu Çiğdem’i, Çiğdem seviyordu Demirhan’ı, hem canlarından çok, hem cehennemi umursamayacak kadar.

Hatıralarına daldı Çiğdem;

Ne güzeldi o günler…

Köye gelen seyyar sinemanın caminin beyaz duvarındaki filmini seyretmişlerdi Demirhan’la beraber.

Ertesi gün davarı güderken Demirhan tıpkı filmdeki gibi öpmüştü onu dudaklarından. Utanmıştı, başını eğmişti, bilmiyordu ki bir şeyler, hoş Demirhan da ne yaptığının farkında değildi, sanki incitmekten korkarcasına sadece dudaklarını kendisinin dudaklarına değdirip geri çekilmiş gibiydi.

Tekrar-tekrar denesin istemişti. Demirhan da utanmış, oralı değil gibiydi. Elini tuttu Demirhan’ın, filmdeki gibi değil, çocukluklarındaki gibi, ilkokuldaki gibi, koynuna sokuldu.

İkisi birden denediler aynı şeyi defalarca, başka şeylere akılları ermiyordu. Çünkü filmde o öpüşten sonra, film kararmış, tekrar aydınlandığında öpüşenlerin elinde çocukları olmuştu.

Demek ki, bebe sahibi olmak için öpüşmek yeterliydi. İkisi de mutluydu, çünkü Tanrı huzurunda beraberliklerini tescillemişlerdi(21) ve bugün-yarın bebeleri olacaktı!

Akılları sonradan başlarına gelmiş, ermiş, ya da erdirilmişti, sağdıçları(22) ve gelin yengeleri(22) tarafından, Demirhan askere gitmeden ve dahi düğünleri yapılmadan evvel, köy yerinde, ortamında.

Oldukça heyecanlı, bitsin istemedikleri, ancak bitmesini arzuladıkları düğün sonrasında odalarına çekilmişlerdi. Demirhan abdest almış, iki rekât namaz kılmış ve soyunmuştu.

Kendisinde hiçbir hareket yoktu, gelinliği ile öylesine oturuyordu yatağın üstünde.

“Kapat gözlerini, utanırım!” dedi. Lâmbayı söndürdü, utancı çekilmemişti yüzünden de, bedeninden de. Demirhan yardım etti kendisine.

Öylesine özlem doluydular ki birbirine, ta çocukluklarından biriken, ama ihtirasla değil, sevgiyle.

Bu birlikteliğin, birlikteliklerin sonrasında kara, kapkara günleri yaşamışlardı beraber. Bu kara günleri Demirhan’a devamlı olarak yaşatmaya hakkı yoktu, üleşmek haksızlıktı kusuru nedeniyle.

Azat edilmek Demirhan’ın en doğal hakkıydı. Öyleyse biriyle paylaşmaktansa onun yaşamından çekilmeli, Demirhan’a yaşaması gereken hayatı ona bağışlamalıydı. Bağışlamak ne demek, hak ettiğini, hak etmesini sağlamaktı.

Sonra bugüne döndü;

“Ailemi özledim!” dedi. “Gidip bir baksam, izin verirsen!” Anadolu çocuğu idi, her şeyi kocasına emanet, her şeyiyle kocasınındı kendisi. Sözünün sonunda, “Dönsem” demedi, dememeye özellikle özen gösterdi. Demirhan’ın aklından bir şeyler geçmemişti;

“Tabii! En doğal hakkın! Selâm da kusur etme! Annenin eriştelerinden, salçasından da alabildiğin kadarını alıp getirmeyi unutma, ha!” dedi, şaka yollu gibi.

Kocasını aç bırakmamalıydı, doyurdu o gece kocasını doyurabildiğince.

Terminale gelip otobüse binerken;

Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var Demirhan! Hakkını helâl et, beni güç durumda bırakma! Benden yana kat-kat helâl olsun!” dedi.

Terminal kalabalıktı, üstelik otobüsün kalkış anonsu(23) da yapılmıştı.

“Helâl olsun!” derken, bunun ebedi bir vedalaşma olduğunun bilincinde değildi Demirhan…

Küskünce geri döndü evine, yalnızlığına, evinin her tarafını kaplamış olan Çiğdem’in kokusuna. Onsuzluk yaramazdı kendisine.

Ertesi gün için izin aldı, Komutan-Patrondan, köyüne gitmek için.

Köye ulaştığında salâ(24) veriliyordu, hiç aklından geçmedi, kimin için verildiği, çünkü karısıyla paylaşacağı, yaşayacakları bir ömür vardı önlerinde.

Demirhan’ın düşünceleri gerçekleşmedi. Karısı; “Gidip de gelmemek var!” deyişini şekillendirmiş, onu azat etmek için hayatından çekilmeyi tercih etmişti.

Karısının cansız bedeni baba evinin salonunun tabanının ortasına uzatılmıştı.

“Buna hakkın var mıydı Çiğdem?” diye sordu Demirhan sadece.

Cenazeyi bekletmek olmazdı inançlara göre. Çiğdem için gerekli hazırlıklar yapılırken, Demirhan’ın baba evinden aynı haber yayıldı ortalığa.

Demirhan azat edilmeği kabullenememiş, Çiğdem’in yaptığının aynısını yapmıştı, üstelik Çiğdem’in kullandığı aynı yağlı iple kendini asmıştı.

Tanrı huzurunda mı? Cehennemse cehennem, dünyaya hiçbir şey bırakmamışlardı, cehennemde de olsa beraber olacaklardı ya!

Bu; öylesine bir aşktı işte, Çiğdem ile Demirhan’ın sadece kendilerine yeten…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Çiğdem ve onun son hecesi ile başlayan Demirhan isimleri benim özdeşleştirdiğim isimler. Böyle birileri var mı, bilmem, ama varsa kusur benim değil, öykünün kahramanlarının! “Kabahat samur kürk olmuş, kimse kabullenmemiş!” örneği.

(1) Sözün aslı; “Ehli keyfe keyf verir kahvenin kaynaması / Eşeği yoldan çıkarır sıpanın oynaması”  şeklindedir.  Bunun benzeri ekler de vardır ki onlardan ikisini şöyle sıralamak mümkündür: “Ehli keyfe keyf verir kahvenin telvelisi / herifi baştan çıkarır kadının cilvelisi” ve “Kahve zarar verecekse bırakın kaynamasın / Sıpayı oynatmayın ki eşek yoldan çıkmasın!” (Memleketim isimli gazeteden alıntı, yani demek istediğim çalıntıdır).

(2) Kulağa Kar Suyu Kaçmak; Yanlış bir haber işitmek, müşkül bir duruma düşmek, şüphelenmek (de olabilir) ancak öyküde genel anlamda kullanılan; gizli tutulan bir şeyi öğrenmek anlamında kullanılmıştır.

(3) Vesile; Sebep, bahane, elverişli durum, fırsat.

(4) Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ilerideki duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları ki, hiçbir felsefi önemi dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.

(5) Zaruret; Zorunluluk, zorunluk, gereklilik. Sıkıntı, yokluk, fakirlik.

(6) Mahzur; Çekinilmesi, dikkatli olunması gereken, sakınmayı gerektiren durum.

(7) Hicret Etmek; göçmek. Yaşam için bir yerden diğer bir yere gitmek.

(8) Kıraç; İyi nitelikli olmayan, ekilebilse bile verimi çok az olan şey (genelde toprak).

(9) Neşvünema; “Büyüme, gelişme, yetişme” anlamında Arapça bir sözcük olup, neşv-ü nema, neşvü-nema şeklinde de kullanılmaktadır.

(10) Hezeyan; Abuk-sabuk konuşma, hareketler yapma, sayıklama, ya da saçmalama.

(11) Kuma; Aynı erkekle evli olan kadınların birbirine göre durumu.

(12) Sulbü Kesilmek (Yok, Nesli Kurumak); Öz evlâdı olmamak, neslinin devam etmemesi. Öz evlâdı olmamak, neslinin devam etmemesi.

(13) Aşikârca; Besbelli, ortada olduğu gibi, gizli olmaksızın, açık, apaçık, ayan beyan şekilde.

(14) Cilveli; Hoşa gidecek, hoş görünecek davranışları olan, kırıtan kadın.

(15) Kaprisli; Kapris yapan, kaprisi olan. Geçici, düşüncesizce değişken istekleri olan.

(16) Ne Oldum Delisi; Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak.

(17) Kelli; Bundan sonra. Bu nedenden dolayı. Bir kısım sözlerin ardı sıra geldiğinde sözlerden birincisini zorlayıcısı anlamında bir söz.

(18) İhtiraslı; İstekli, tutkulu.

(19) Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadının sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).

(20) Azat Etmek; Serbest bırakmak, salıvermek, özgürlüğünü geri vermek.

(21) Tescillemek; Bir şeyi resmi olarak kaydetmek, resmileştirmek, kütüğe geçirmek. 

(22) Sağdıç; Düğünlerde gelin ya da damada kılavuzluk eden, onları bilgilendiren, görmüş-geçirmiş kimse. Daha çok güveye bilgi veren, güveyin sağ kolu anlamında kullanılan bir kelime ya da deyim.

Gelin Yengesi; Düğünde geline yardım eden kimse anlamındadır.

(23) Anons; Duyuru. Bir durumu, bir haberi sesli bir biçimde bildirme.

(24) Salâ; Essalat, Salât. Müslümanları bayram ve Cuma namazlarına çağırmak, bazı yerlerde cenaze için kılınacak namazı haber vermek için minarelerde okunan dua. Namaz, dua.