Camii önüne doluşmuştu her meslekten, her şekilden, her cinsten, her tipten insanlar. Kimi boyalı süslü, kimi fesli, takkeli, tespihli, poturlu(1), şalvar donlu, kimi türbanlı(2), başörtülü, kimi mini etekliydi, kimi yerleri süpürürcesine etekli, kimi öcü(3) gibi siyahlara bürünmüş, gözleri ve burnunun ucu dışında hiçbir yeri görünmeyen, eldivenli, hem de bu havada… 

Musallada(4) bir erkeğe ait, özel olarak imal edilmiş hissi veren bir tabut, yeşil çuha üstünde bir kaftan, bir cüppe üst üste ve baş tarafında kim bilir kaç kat sarılmış, sarıklı bir fes veya sarık…

Ancak bu fes ya da sarık camilerdeki imamların, hocaların giydiklerinden farklı, benzetmekte hata olmaz ya, diyelim ki; “zebellâ(5) gibi bir şey!”

Olması gerektiği halde kalabalığa rağmen olamayan bir cenazede rastlanmayacak bir sessizlik içindeydi herkes bu mevta için. Birbirine yaslanıp sessize yakın ağlayanlar, hıçkıranlar, esas duruş şekillerine rağmen ellerini önlerinde, hatta apış aralarında kenetlemiş şekilde duran insanlar, gözüküyordu uzaklardan bile.

Önemli biri olmalıydı herhalde ölen yahut da önemli sayılan…

Dikkati çeken uzaklarda bir köşede, başını örtmeğe çalıştığı halde örtememiş siyah gözlüklerinin arkasına sığınmaya çalışmış bir kız ile diğer bir köşede resmi beyazları içinde bir deniz subayı ve yanındaki yaşlı kadın ve onların hemen berisinde(6) iyi giyimli bir delikanlı dikkat çekiyor gibiydi.

Görünen o idi ki bu dört insan birbirini, belki de musallada yatanı da tanıyorlardı, şöyle ya da böyle, bir şekilde (gibi)... 

Mazbut(7), ya da olağan bir yaşamları vardı baba-ana ve kız olarak. Emekli bir baba, ev kadını bir anne ve neredeyse gelinlik çağını geçirmek üzere olan bir kız evlât diye tarif edilebilirdi bu aile.

Ev kendilerinindi, emekli maaşı yetiyordu kendilerine, bu nedenle çok zaman evden bile çıkmıyorlardı denilse yeriydi; zarurî(8) ihtiyaçlar için market, bakkal, çakkal gibi yerler dışında.

Her neyse! Galiba birbirlerine de yetiyorlardı kapalı dünyalarında.

Bir gün yaşlı kadın hastalanmış, gelen doktor ve sonrasındaki ambulans ve hastanedeki doktorlar, uzun-uzun bakmağa bile gerek görmeden; “Sabaha sağ çıkmaz!” deyip yatırıvermişlerdi odalardan birinde, bir yerlere kadıncağızı, belki de rahat-rahat ölsün diye!

Ancak yaşlı adam; okumuş-üflemiş sabaha çıkmaz denilen yaşlı kadın o günün sabahına dipçik gibi dimdik olarak ayağa kalkmış, doktorların hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın bir şey olmamışçasına giyinip hastaneden yürüyerek çıkıp evine yönelmiş, mutat(8) olarak işine gücüne başlamıştı.

O gün “Afsunlu Hoca” lâkabını hak etmişti yaşlı adam. Kimse öz ismini bilmiyordu onun. Varsa yoksa “Afsunlu Hoca” idi o. Tanrı ona, o yetiyi vermiş, bağışlamıştı belki de bir bakıma. Tek-tük Allah’ın uygun görmediğini(!) söylediği aksaklıklar olsa da, bunlar göz ardı edildiğinde(9) evinin kapısından içeri giren hiç kimse boş dönmüyordu.

Karısı ve kızı el pençe-divan durur olmuşlardı, Afsunlu Hocanın karşısında.

Yoklukları, yalnızlıkları, devlet babanın verdiği emekli maaşı kendilerine yetiyordu. Çünkü Afsunlu Hoca kimseden para almıyor, “Git, kalbinden ne geçiyorsa, okula, hayır kurumuna, camiye, mescide, Kur’an Kursuna bağışla, ya da fakirleri sevindir!” diyordu, okuyup üfledikten sonra.

Namı öylesine yürümüştü ki, yasağı bilip uygulaması gerekenler bile onun himmetini(8) diz çöküp bekler olmuşlardı, sosyeteden(10) de, garibanlardan(11) da. Tek farkla ki, garibanların herkes tarafından hoş görülmesi gereken öncelikleri vardı, ötekilerine göre. Üstelik de gece-gündüz fark etmeyen.

Kızı baş edememişti gelen gidenden. Sıra listesi yapmağa başlamıştı, öyle ad, soy ad belirterek değil, numara vererek; 11 Numara Ayşe Hanım, 16 Numara Ahmet Bey, 22 Numara Emine Hanım, 26 numara Mehmet Bey gibi.

Daha sonraları liste yapmayı bırakıp ziyaretçi sayısını sınırlı tutmaya başlamıştı. Sıraya dizilenlerden en fazla yirmi, bilemedin hasta-usta-bebekli gibi mazeretleri olanlar da olursa yirmi beş kişiyle donduruyordu listeyi.

Afsunlu Hocanın sapkınlıkları(*) yoktu öyle; suya bakmak, cam balona bakmak, kurşun dökmek, tespih çekmek, orasına burasına yazı yazmak, ya da muska yapmak gibi…

Kişiyi karşısına oturtturur, sadece okuyup üflerdi, çok zaman Kur’an’ı Kerim’in sayfalarından herhangi birini açarak.

Namaz vakitleri önemliydi onun için. Ezana çeyrek kala, kızı haber verir, abdestini tazeler, giyinir, kuşanır, kokulanır, camiye yetişir, bazen cami imamının ısrarı ile bazen kendinden, içinden gelerek minarenin o doksan dokuz basamağına bir çırpıda yükselerek ezanı okur, fahri olarak da müezzinlik(13) yapardı çok zaman.

İmam efendi herhangi bir vakit namazını kıldırmaya yetişemezse imamlık da yapardı Afsunlu Hoca. Bu nedenle de itibarı yerindeydi. Keyfi, neşesi de demek de mi gerekirdi, acaba?

Tüm bu vasıflarına rağmen bir sabah karısını yanında ölü olarak bulmuş, hissedip okuyup üfleyemediği için itibarı zayıflar gibi olmuşsa da, hem kendi kendisini toplamış, toparlamış, hem de hiçbir masrafları olmaksızın okuyup üflemelerinden yararlananlar onun kendisini toparlamasına yardımcı olmuşlardı.

Ancak…

Karısını yitirdikten sonra zalimleşmişti kızına karşı Afsunlu Hoca. Kızın en ufak hatasında zulüm ensesinde patlıyordu, bunu ne kızı söylüyordu açıklara, kimselere ne de kendi söz ediyordu Afsunlu Hoca.

İnsanlık hali çorbanın tuzu mu kaçmış, ya da eksik mi kalmış, yere çarpıyordu çorba tasını, yer temizliğinin ne güçlüklerle yapılacağını umursamaksızın. Evin içinde iki kişiydiler çünkü ve “Kol kırılır, yen içinde kalırdı!”

Bazı-bazen listelerde, ya da sıralamalarda hatalar, gecikmeler, yanlışlıklar olurdu. Biriktirirdi bu kusurları Afsunlu Hoca beyninde, son misafir kapıdan çıkar çıkmaz tokat inerdi genç kızın suratına; “Şırrak!” diye.

Sesi çıkmazdı genç kızın, dışarıya da çıkmazdı ses hem. Kimse Afsunlu Hocadan beklemezdi ki böyle bir şeyi! Tencere düşürülmüş olurdu belki, ya da kaza ile tabak, çanak, ya da herhangi bir şey, duyulsa bile.

Bir gün, bir genç delikanlı gelmişti Afsunlu Hocaya, kızına emsal. Ne oğlanın bakışlarını, ne de kızının hizmetini beğenmişti Afsunlu Hoca. Bu kere genç adam uğurlanıp kapı kapatılır kapatılmaz tekmelemişti yaşlı adam, kızını.

Bu, genç kızın çılgınlığının ilk adımını atmasına neden olmuştu. Herkese karşı güçlü, merhametli, sevecen olan baba, gücünü bu kez başka anlamda işaretlemişti kızının bedenine.

Annesini yitirdikten sonraki yılların bunalımı ve yorgunluğu vardı genç kızın üzerinde. Hiçbir şeyi umursamadan, üstüne kazak, hırka gibi bir şey dahi almadan, evdeki kıyafeti ile akşamın serinliğine, mevsimin kışa dönüşmesine aldırmadan kapıyı çarpıp çıktı dışarıya.

Çıkış o çıkış!

Afsunlu Hoca bakmamıştı bile arkasından. Kibirli(14) ve duygusuzdu, üstelik “Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yerin” neresi olduğunu bilir tavırları içindeydi. Belki de okuyup üfleyip kızını geri döndüreceği inancında olsa gerekti.

Oysa her nefesin o kadar kuvvetli olmadığını bilmesi gerekenin ilk önce kendisi olması gerektiğini bilmiyordu (sanki).

Gidiş o gidiş!

Yalnız kalmıştı Afsunlu Hoca. Ama müritlerinden(15) kendine yardımcı olan o kadar çok kişi vardı ki, nasıl ki o kimseden para almıyorsa, müritleri de hizmetlerinin, getirdiklerinin karşılığını beklemiyorlardı.

Öyle ki Afsunlu Hocanın yüzüne renk gelmiş, ufak çapta da olsa göbekli bir pehlivan olmaya yönelmiş gibiydi.

Eee! Ne de olsa herkes getiriyordu ve o hiçbir şeyi reddetmiyordu. Para mı? Hâşâ(16)! Sümme hâşâ(16)! El sürer miydi ki Allah rızası için yaptığı okuma-üflemesinin karşılığına!

Ve bu nedenle olsa gerek ki bir baba olarak bile kızının kayboluşuna karşı ilgisizdi.

Kızına, yani genç kıza gelince;

Genç kız yürümüş, yürümüştü saatlerce, iliklerine kadar kendisini hissettirmeğe çalışan soğuğa, yele, yalnızlığa, kimsesizliğe direnmek istercesine. Sonrasında gücü tükenmiş, bir bakkalın belki geri dönüşüme katkısı olacak malzemeleri toplayan çocuklar için yığdığı karton kutular arasına sığınmaya çalışmıştı.

Gece, onun cansıza yakın, üşüyüp titreyen bedenini çöpçüler fark etmişler, kızını; “Ceza olsun” diye sokağa bırakan bir annenin kuzusu ya da yılıp kaçıp kendini sokağa atan bir çocuk diye düşünüp hemen sahibini tanıdıkları o kapının zilini çalmışlardı.

“Anne! Bir kız var burada! Kim bilir neden burada? Titriyor, üşüyor her hal, hasta olması mümkün, kim koyuverdiyse buralara, ona bu kadar ceza yeter sanırız. Ya da evden kaçmışsa sen çaresini bilirsin!” demişlerdi, nereden içlerine doğduysa!

Ev sahibini haberdar eden çöpçü, anlayamadığı bir duygu belki de düşünceyle uzunca bir süre ayıramamıştı gözlerini genç kızdan. Hatta sokak lâmbasının yarattığı gölgesinin onun yüzünü görmesini engellemesinin önüne geçmek istercesine geriye bile çekilmişti. Ama pencereden bakan yaşlı kadın anlamıştı, anlaması gereken bir şeyler olduğunu ve sonrasında;

“Peki, oğlum!” diye cevaplamıştı kendisine sesleneni. İki katlı evin merdivenlerinden inmiş, kendisine seslenene kâğıt bir para uzatmıştı;

“Oğlum! Şimdi çay demlemeğe kalkışsam vazifenize gecikirsiniz, nerede bir sabahçı kahvesine rastlarsanız, orada benim hatırım için birer sıcak çay için, olur mu?”

“Sağ ol anne!”

Çöpçü bir Anadolu çocuğu, yaşlı kadın bir Anadolu kadını olsa gerekti.

            “Kalk kızım! Üşümüşsün. Sana hemen sıcak bir nane-limon-ıhlamur(17) yapayım, ya da sıcak bir çorba. Gel içeri, önce ısın, sonra içini ısıt! Derdin her neyse bu ayazda üşümene değmez, kalk, gel buraya hadi!”

Yaşlı kadının sesi müşfikti(8). Genç kız o sese uydu, daha doğrusu o sese uymak mecburiyetinde hissetti kendisini.

Ve sonrasında kendine gelir gelmez;

“Sakla beni teyze!” dedi. “Kulun-kölen olayım, elini-ayağını öpeyim, gözünün çapağını yiyeyim. Hizmetini yapayım, yemeğini, temizliğini yapayım, ama kovma, sokağa koyma beni, çıktığım eve geri gönderme beni!”

“Dur kızım! Bir nefes al! Nedir derdin? Dinlen, kendine gel! Dünyada ölümden başka her şeyin çaresi var, dinlen bir yol, sonra anlatırsın tane-tane! Ama önce şunu bil! Mademki sığındın evime, seni kimselere vermem…

Bir oğlum vardı gurbette, çok zaman yüzüne bile hasret kaldığım, imdi sen kızım olarak gözümün önünde olursun, hasret nedir, hissettirmeden, her anımda. Ama sana bir döşek hazırlayayım hemen…

Yatalım. ‘Gün doğmadan, neler doğar?’ Gün doğunca, dinlenince anlatırsın, kimsin, nesin, adın ne ve en önemlisi neden?”

Biraz durakladıktan sonra sorma gereğini hissetti herhalde yaşlı kadın;

“Karnın aç mı, sormadım öncelikle, söyle!”

“I-ıh!” dedi genç kız. Gözleri uykusuzluktan, huzursuzluktan, yorgunluktan ve muhtemelen de fiziksel ve ruhsal acıdan, kahırdan kapanmak üzereyken daldı, belki de sızdı, döşeği hisseder hissetmez.

Sabahlar, dünyanın tüm güzelliklerinden yalnızca biridir. Aydınlıklar sabahlarla başlar, umutlar sabahlarla yeşerir, heyecanlar, güzellikler, hatta aşklar bile, yoksa da, olmamışsa da, sabahlarla şekillenmeye başlar.

Yaşlı kadın sabah namazına kalkmış, sonrasında bir masa hazırlamış ve pencereden bakkal için sarkıttığı sepetin içine; “Bir ekmek, ama zili çalma!” diye yazmıştı, misafirinin çok iyi dinlenmiş olmasını istiyor olsa gerekti…

Genç kız uyandı ve sonrasında anlattı kendisini, rahmetli annesini, okuyup üfleyen, babasını, yani karısını yitirdikten sonra kendisine sadist(8) tavırlı olan babasını satır-satır, virgülleri, noktaları yerlerinde kullanmaya çalışarak!

“Ben Şükran!” dedi. “Allah’a teşekkür etmek anlamında koymuş rahmetli annem benim adımı!”

“Aynı tesadüf, aynı duygularla annem de bana Şükriye adını koymuş, başka da kardeşim olmamış, ya da Allah vermemiş. Benim de tek oğlum var, belki geldiğinde odanın dört bir tarafında resimlerini gördüğün deniz subayı. Hep özlediğim!..

Bakkal, komşularım bana hep ‘Şuşu!’ ya da ‘Şuşu Teyze’ der. Sen içinden ne geliyorsa, öyle de!”

“Rahmetli annem yerine koysam; ‘Anne’ desem daha ilk günden, bu güzel güne, birlikteliğimize başlar başlamaz?”

“Haz duyarım, mutlu olurum. Ama izninle izini kaybettirinceye kadar saklayayım seni. Baban okuyup üfleyip de bulmasın benim kızımı!”

Aradan geçen süreyi tarif zor! Zaman durmak bilmezdi, bilmiyordu da, akışına devam ediyor, insanlar yaşlanıyor, yaşlananlar ölüyor ve olaylar gereğine uygun olarak gerçekleşiyordu, ya da gerçekleşmesi gereğince gerçekleşiyordu.

Şükran günlerden bir günün bir akşamüzeri çöpleri kapı önüne bırakırken Çöpçü Şükür ile karşılaştı.

Bakışlarından etkilendi, çünkü ısrarcı, merak edici, bir bakıma tanışıklığın eseri gibi sevgi dolu bakışlardı bunlar…

Çöpçü Şükür’ün ağzından tane tane döküldü sözler;

“Sen Afsuncu Hocanın, ya da Afsuncu Babanın kızı değil misin?”

“Nereden çıkartıyorsunuz? Ben bu evin kızıyım!”

“Şöyle söyleyeyim; Şuşu teyzenin gemi subayı oğlundan başka çocuğun olmadığını herkes bilir. İkincisi rahmetli annemi okuyup üflemesi için Afsuncu Babaya getirmiştik, nefesi yeterli olmamıştı babanızın, ama olsun şansımızı denemiştik ya, inanmasak da…

Sizi orada görmüştüm. Dikkatimi çekmiştiniz, etkilenmiştim sizden ve sonrasında çöpçü olduğumu hatırlayıp yutkunmuştum, haddimi bilip yutkunmuştum sadece. Şimdi ise haddim olmasa da etkilendiğimi söylemekten utanmıyorum, gene de çöpçüyüm işte!..

Ve sonuncusu; o gece sizi bulup, Şuşu Teyzeye teslim eden, sonrasında sizin kim olduğunuzu düşünerekten kimliğinizi bulup çözen de benim!”

“Babama beni gördüğünüzü söylemezsiniz umarım!”

“Karşılığı ne olacak peki?”

“Rüşvet yani?”

“Bir bakıma evet! Her gece çöp almaya geldiğimde pencereden el sallarsanız, ne kadar unutmam gerekirse o kadar unuturum, hem unutmam söylememem gerekeni.”

“Peki Şükür! Ama daha fazlasını bekleme, olur mu?”

“Haddimi bilirim efendim!”

“Adımın Şükran olduğunu söylemem gerek!”

“Haddimi bilirim Şükran!”

“Şunu da bu arada söylemeden geçmem hatalı olacak olsa gerek; Çöpçü olman değil, adam olman, insan olman önemli. Beni o gece görüp de ilgilenmesen, ben belki yoktum şimdi, belki de ölmüştüm...

Hayata döndüren sensin beni. Bir bakıma, hiç önemi olmayan hayatımı borçlu olduğum kişisin sen!”

“Önemli olmaz mısın? Benim için, benim yaşamımdan bile önemlisin Şükran, çöpçü olsam da!”

“Gene aynı söz! Bu vakitte elime süpürge alıp seni kovalamamı istemezsin, değil mi? Çöpçü olduğunu nasıl unutacaksın, yoksa?”

Çöpçü Şükür’ün çöpçü arkadaşları çoktan diğer kapılara yönelmişlerdi, pencereden kendisi için sallanan elleri gördükten sonra arkadaşlarına yetişmeye çalıştı Şükür!

Onun devamı olan akşamlarda, her akşam çöp arabasının sesi duyulduğunda karşılıklı ellerini sallamalarının gönüllerini yakınlaştırdığının farkında değillerdi onlar, bundan bir tek Tanrının haberi vardı zaten, çünkü olayı yaratıp geliştiren de oydu. Tıpkı rastlaşmalarını sağladığı gibi…

Birkaç gece habersiz bırakıp gözükmedi Çöpçü Şükür ortalarda, ortalıklarda, çöp kamyonunun geçişinde. Şükran merak etti. Her akşam çöp kamyonunun sesiyle indirirdi çöpleri, o yoktu, varlığına ihtiyaç duyuyordu, hissediyordu bunu.

Sadece kendisi mi? Şuşu da farkındaydı bir kısım değişikliklerin, ama ne? Hissediyordu, ama ad koyamıyordu düşüncelerine yahut da belleğinde gizlediği bir kısım umutlar nedeniyle ad koymak içinden gelmiyordu (“Gelmiyor olabilirdi” demek daha doğru olsa gerek!).

Saklamamak gerek ki, Şuşu; Şükran’ın gelini olması dileğindeydi içinden. O zaman oğlu evine bağlanır, kara hizmeti görmeğe başlardı belki.

Oysa bilmediği, denize âşık birinin, karada; “Sudan çıkmış balığa dönecek!” olmasıydı. Ama insanların, hele ki yalnız bir annenin umutlarını, düşüncelerini, heveslerini, arzu ve dileklerini kim engelleyebilirdi ki?

Şükran’ın Şükür’ün yokluğunu hissettiği günlerde bilmediği konulardan biri; yokluklarla savaşıp, kendi kendine yetmeğe çalışan Çöpçü Şükür’ün birkaç gün izin alıp ortalıklarda görünmemesinin sebebi; Üniversitedeki sınavlarının olmasıydı.

Evet, Şükür kursağını doyurmak, tahsilini açık öğretim olarak da olsa gerçekleştirmek için çöpçü olmak zorunda kalmıştı. Çöpçüydü kısaca…

Ama mutluydu, her günün gecesinde görmek istediğini görüyordu ya, o ona yetiyordu.

Bir gece, o günkü çöp toplama ve el sallamalarının bittiği oldukça ilerlemiş bir vakitte kapı zili çalmıştı Şuşu’nun. Bir heyecan fırtınası yüklenmiş gibiydi kapıya.

Telâşla pencereyi açtı Şükran;

“Kim o?”

“Ben Şükür! Giyin ve hemen in istersen. Afsunlu Hocayı kaybetmişiz. Evin önü-içi-dışı, ana-baba günü, haber vereyim istedim!” dedi Şükür…

İşte o cenaze Şükran’ın babasına, yani Afsunlu Hocaya aitti, kenardakiler Şükran, Şükür, Şuşu ve oğlu, diğerleri ise ona karşı son görevlerini tamamlamak yapmak arzusundaki müritleri, dostları, sevdikleri olsa gerekti.

Çok kişinin, olmaması gereken, ama olması için direndiği arzuları vardı; cenazenin cami avlusuna, bilmem hangi tekke babasının mezarının yanına gömülmesi için.

Yanlışlıklara sebep olmamak düşüncesindeydi Afsuncu Hocanın kızı olarak Şükran;

“Babam, dinimizin ve devletimizin uyulması gereken kurallarına uygun olarak şehir mezarlığına gömülecek!” deyip konuyu bir çırpıda bitirmişti, ya da kendisi öyle sanıyordu.

Şükran, yedi mevlidi öncesi babasının mezarına gittiğinde görmüştü ki, babasının mezarı muhtemelen müritleri tarafından türbe şeklinde yaptırılmış, bir kenarına içinde bozuk paralar bulunan havuz gibi bir şey kondurulmuş ve mezarın taşlarına, etrafına dikilmiş çam ve selvi fidanlarına bir sürü çaput-bez-ip bağlanmıştı.

Allah insanlara bazen akıl-fikir vermekte gecikiyordu galiba.

Tümünü yerinden söktürdü Şükran. Çekinenler yerine başka insanlar bulup getirttirerek. Sade bir mezar olarak, başına tek bir taş koydurdu ve sırf insanların inançlarına sadık kalmaları için bu taşa “Dokunma! Yanarsın! Fatiha!” diye üç kelime yazdı.

Babasının bundan böyle mezarında rahat edeceğine inanıyordu!

Şükran, babasının vefatıyla birlikte, “Geçici bir süre için” kaydıyla Şuşu’dan ayrılıp evine yönelmişti. Çünkü Nüfus Kâğıdı ve kendisine ait tüm gereklilikler o evdeydi.

Ve korkusu babasının mezarı gibi evinin de türbe şekline getirilmesi, hatta kendisinin babası yerine konulmasıydı ki, bunun için en doğrusu, gözlerden uzak olmak, bir bakıma ortalıklardan kaybolmaktı. Kaybolacağı yer de belliydi zaten. Şükür ve Şuşu dışında kendisini bilen kimse yoktu, hatta bakkal bile.

Evin bulunduğu arsa kıymetliydi, kimse dokunamamıştı yıllar yılı, “Afsunlu” diye. Bir kurumdan yetkilileri çağırdı. “Hayır” olarak onlara bıraktı evini, ama tek şartla; “Ev mutlaka yıkılıp yerine uygun oranda ve büyük bir şekilde bir ‘Hayır Evi’ yapılacaktı. Tek dileği o idi.”

Zaman, her ne olursa olsun, düzenine uygun olarak kendini yaşıyordu. Bir gün babasının cenazesindeki gibi değil, karaya çıkmak gerekliliği ile dönmüştü deniz subayı olan oğul annesinin evine.

Bir gün, üç gün, beş gün aynı doğallıkla, rutin(8) bir şekilde geçmişti yaşam; “Ağabey ya da oğul Tufan-Şükran-Anne Şuşu” üçgeninde. Sonrasında subayın ayrılış vakti gelip çatmıştı, Tufan;

“Hele bir toplanın masaya, diyeceklerim var!” dedi. Muhtemelen uzunca bir süre düşünüp de açıklamasının gerekliliğine inandığı şeyler olsa gerekti söylemek istedikleri. Belki de hissettikleri bir şeyler vardı denizlere tekrar açılmadan.

Merakla doluşup oturdular masa çevresine Tufan, Şuşu ve Şükran...

“Şükran! Dünyada hiçbir şeye benzetemeyeceğim kadar güzel, cesur, yürekli ve inançlarına sadık bir insansın. Annemin; ‘Benim eşim olman!’ dileğini kabul edip sana yaklaşmaya gayret ederdim. Ama gönlünün bende olmayacağını, olamayacağını ve gönlünde birinin olduğunu bildiğimden değil, içime doğduğu için kesinlikle biliyorum diyebilirim…

Senin gönlündekini benim için azat etmeni beklemek sadece yanlışlık değil, şerefsizlik de olur benim için.”

Bir süre durakladı yaşı bir hayli ilerlemiş gibi gözüken Tufan subay, belki de hüzünle, yutkundu ve devam etmek gereğini hissetti yeniden;

“Hem ne olursa olsun, seni yol bekleyen bir kumru gibi bırakamam arkamda. Böyle bir yaşama seni zorlamam, mahkûmiyetine karar vermem, zorlamak istemem bencilliktir, buna hakkım yok! Ben derviş örneği oradan oraya koşan, ama hiçbir limanda sevdiği olmayan bir çelebiyim…

Deniz içkim, hava mezem, tuz gıdam! Annem, bir anne olarak dayanır, dayanabilir yokluğuma, ama ne ben seni mecbur edebilirim ummanımda boğulmaya, ne de ben karaya çıkmış balık gibi tüketebilirim yaşamımı!”

Tekrar durakladı deniz subayı Tufan, nefes alma gayretini yaşadı, karada nefes almak bile zor gibi geliyordu kendisine sanki;

“Hurafelere(18), batıl itikatlara(18), yanlış davranışlara inanmadığını, güvenmediğini, tahammülünün olmadığını sana kalan evi bir çırpıda bağışlamakla, babanın mezarındaki putları yok edip onu sade bir Müslüman olarak toprağında bırakmakla inancını belli ettin. Ne mutlu sana!”

Zannınca son bir kere daha duraklaması gerekliliğini hisseder gibi durakladı Tufan. Hem annesinin, hem Şükran’ın ellerini aldı avuçlarının arasına;

“Deniz benim, aşkım, şairin dediği gibi; ‘Kadınım, kısrağım, her şeyim(19).’ Ben onsuz yaşayamam, belki son nefesimi de orada vermem mukadder(8) olacak!”

“Allah geciğinden versin oğlum. Sırayla değil, ama acını görmek istemem!”

“Devam edebilir miyim anne?”

“Saçmalamayacaksan, et!”

“Şükran Tanrının bir lütfu olarak sığındı sana. Elin-ayağın, gönlünün sevinci oldu. Yasını da üleşmeyi bilecek tek insan. Üstelik senden başka ne canı, kimsesi, ne de malı-mülkü var. Ben gider-gitmez Notere ve Tapu Dairesine gidip bu evin Şükran’a devrini yap. Evlenirse çoluk-çocuğu ile seninle beraber kalsınlar sen ölünceye kadar. Benimse zırnık(20) kadar talebim yok!”

“Ağabey ne yapıyorsunuz? Beni minnet(8) altında bırakıyorsunuz. Buna hem benim, hem de sizin ve Şuşu Annemin de hakkınız yok!”

“Ben bu evin bir tanesi değil miyim? Neden kararlarıma itiraz edilip, yorum yapılıyor ki? Konu bitmiştir. Allahaısmarladık! Her zamanki gibi hayır dualarını eksik etme anneciğim, sen de Şükran…

Ve hakkınızı helâl edin, benden yana kat kat helâl olsun!”

Her birinin çehresinde bir son, şekillenmiş gibiydi…

Tufan içindeki garip hissi önemsemeksizin gemisine yetişme telâşında idi. Hava bulutluydu, ama bu o kadar önemli değildi kendisi için. Ne badireler(21) atlatmıştı o…

Şuşu Anne mahzundu. Şükran ise, ilk defa isteksizce salladı elini dışarıya çöp kamyonunun sesini duyduğunda. Hem hâlâ selâmlaşmalarını anlayamıyordu kendi başına kaldığında…

Babası ölmüş, mecburiyetleri kalkmış, kalmamıştı, ama hâlâ aynı heyecanla çöp kamyonunun geçmesini bekliyordu.

Kendisi, Kaf Dağının arkasındaki Zümrüdü Anka Kuşunun koruması altında olan bir prenses, ya da kraliçe değildi, ama Şükür de Keloğlan değildi, karışık-kuruşuk nereden yakıştırdıysa bu masalı kendine?

Belki de kalbine hükmeden, kendisini saklayan bir prens olmalıydı Şükür. Neden olmasındı ki?

Tufan’ın göreve gitmesinin ardından tam bir gündüz, bir tam gece bir de gündüzün bir bölümü geçmişti. Günün akşamına doğruydu vakit.

Annesi oğlunun dileğini yerine getirmişti Şükran’la birlikte Notere ve Tapu Dairesine giderek o süre içinde…

İnzibat Merkezinden aradılar önce. Tok ve güvensiz bir ses sordu;

“Kimsiniz?”

“Siz kimi aradınız efendim?”

“Siz Tufan Komutanımın annesi Şükriye Hanım mısınız efendim?”

“Hayır, ben kardeşiyim!” derken telefonun hoparlör düğmesine basmıştı Şükran.

“O zaman Tufan Komutanımın annesini oluruyla hazırlamaya gayret edin lütfen, biraz sonra ziyaretine geleceğiz. Siz gençsiniz, belki güçlü olabilirsiniz ama gelişimiz Tufan’ın şahadeti(22) ile ilgili olacak. Henüz na’şını(23) bulamadık, arkadaşlar aramaya devam ediyorlar, ama ümit var olduğumuzu söylemek çok zor!”

“Nasıl?”

“Gece fırtınada bir er düşüyor küpeşteden(24) denize. Onu kurtarmak için peşinden hemen denize atlıyor Tufan Komutan, askerini kurtarmak için. Maalesef ikisi de kayıp. Kesin sonuç belli olduğunda bir ekiple gelip annesine haber vereceğiz kardeşim, ama bunu deniz durulmadan söylememiz mümkün değil!”

Şükran telefonu kapatamadı, telefon belki de kendiliğinden kapandı çünkü. Şükran birden gürültülü bir çöküş sesi duydu arkasında.

Şuşu, gözleri açık yığılmıştı kanepenin hemen önüne. Haberin karşısında direnememiş belki de anında kavuşmuştu oğluna.

İki acıyı birden hazmetmesi zordu Şükran’ın.

Oysa beterin beteri vardı, bilemezdi ambulansı, acil yardımı çağırırken, akşamın çöp toplama vaktine erişmek üzereyken.

Kapının zili çaldı bir kere, hem ısrarsız. Dalgındı, şaşkındı, bilinçsizdi, Şükür gelmiş olabilirdi, omzuna dayanıp doyasıya ağlayası vardı içinde, acısını paylaşmak istercesine.

Gelenekleri, görenekleri, düşünceleri hilâfına(25) “Kim o?” demeden açtı sokak kapısını.

İki çöpçü duruyordu karşısında.

“Şükür’ü yitirdik!” dedi biri ağlamaklı bir sesle.

“Nasıl?” dedi. Dermanı yok gibiydi, çömelircesine merdiven basamağına otururken.

“Lâstik patlamıştı. O tamir için uğraşırken, kriko kaydı, araç telef etti onu!”

Şükran bu kadar, bir yirmi dört saat içinde yitirdiği üç acıya birden dayanamazdı.

Dayanamadı da…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Afsun; Füsun (bazen fisun, füsun olarak da söylenir) kelimesinin çoğuludur Sihir, büyü demektir. Hocanın lâkabı sihirli, büyülü, bir bakıma “büyücü” olsa gerek!

(1)  Potur; Bacakları dar bir pantolon çeşidi.

(2) Türbanlı; İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı taşıyan.

(3) Öcü; Küçük çocukları korkutmak için uydurulup kurgulanmış, hayali yaratık, umacı, mömücü.

(4) Musalla; Genelde Musalla Taşı şeklinde kullanılır. Cami avlularında tabutun konulduğu kıble duvarına yakın masa şeklindeki taş seki. Namaz kılmak için ayrılmış yer, namazgâh. Halk dilinde daha çok cenaze namazının kılındığı yer olarak bilinir.

(5) Zebellâ; Zebellâh şeklinde yazılan bu kelime, Türkçemizde olağandan iri, büyük, devasa boyutta, korkunç, ya da doğaüstü anlamlarında kullanılan bir kelimedir.

(6) Beri; Konuşana göre, önünde bulunan iki uzaklıktan kendine yakın olanı. Bu uzaklıkta bulunan.

(7) Mazbut; Derli toplu, düzenli, düzgün, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir şekilde yapılmış, korunmuş.

(8) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.

Minnet; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.

Mukadder; Yazgıda var ve yazgı ile ilgili olan, alında yazılı olan (alınyazısı), ilâhi takdir, kader. Takdir edilmiş, kaderleşmesine verilmiş.

Mutat; Alışılmış yol, tarz ve şekil, şey. Her zamanki gibi. Alışkanlık.

Müşfik; Şefkatli, merhametli, acıyan, seven, şefkatle seven. Sevecen.

Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen.

Sadist; Elezer. Başkalarına acı çektirerek cinsel doyum sağlayan, acı çektirmekten zevk duyan.

Zaruri; Zorunlu, gerekli.

(9) Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

(10) Sosyete; Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve kendilerine özgü yaşam biçimleri olan topluluk. Toplum, cemiyet.

(11) Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.

(12) Sapkınlık; Davranışlarıyla toplumun benimsediği ahlâk ölçülerine uymama, yasa, kural, gelenek ve göreneklerle çelişkili düşünceler. Dalalet. Sapınç. İnanç ve düşüncelere ters düşme doğru yoldan ayrılma.

(13) Fahri Müezzinlik; Genelde mescitlerde, ufak camilerde, köylerde devletin görevlendirmesine gerek kalmaksızın o yöreden bilen insanların yüklendiği görev.

(14) Kibirli; Kendini herkesten büyük ve üstün gören, büyüklenen.

(15) Mürit (Mürid); Dileyen, isteyen, talep eden, arzu eden, irade ve istek sahibi. Derviş.

(16) Hâşâ; Dine aykırı bir ihtimalden söz edilirken kullanılan söz. Asla. Katiyen. Öyle değil. Allah korusun. Bir durum ya da davranışın kesinlikle kabul edilmediğini anlatan söz.

Sümme Hâşâ; Allah göstermesin. Bizden uzak olsun.

(17) Barış MANÇO; “NANE, LİMON KABUĞU” isimli şarkısında buna benzer deyişine “Hatmi Çiçeği, Çörek Otu,  Tarçın ve Zencefili” de eklemiştir.

(18) Batıl İtikat (Batıl İnanç, Hurafe); Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar.

(*) Sonradan uydurulan ve genellikle İslâm’ın gerçeği ile bağdaşmayan, çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye, söz veya deyimlerdir. Çok insanın bu şekilde yanlış inançları vardır. Ayıplanmamalı. (*) Açık merdiven ayakları arasından geçmeme, tahtaya üç defa vurma gibi. (*) Kulağınız yanıyorsa biri sizi anıyor demektir: Sol kulak yanıyorsa kötü, sağ kulak yanıyorsa iyi şekilde.  (*) Geceleri tırnak kesilmez, ıslık çalınmaz, sakız çiğnenmez. Tırnaklar veya saçlar kesildikten sonra yakılmalı veya gömülmelidir. (*) Kurban kesilirken hayvan dilini dışarı çıkarırsa kurban sahibi o yıl içerisinde ölür (müş!). (*) Gece ölen kişinin üzerine sabaha kadar bıçak konulur. Ölünün yıkandığı evde üç gün kesintisiz olarak ışık yanar. (*) Bir kişinin önüne tavşan, ya da tilki çıkması uğursuzluktur, mümkünse gidilen yoldan geri dönülür. (*) “Ateşi söndürmek için su dökülmez, ateş toprakla örtülür.” gibi aklıma gelenlerse (tabiidir ki örnekler çoğaltılabilir) tipik batıl işlemlerin başlarında yer alır.

(19) KARADUT; Bedri Rahmi EYÜBOĞLU’nun bu şiirinde; “Karadutum, çatal karam, çingenem!” diye başlayan dizeler, “Gülen ayvam, ağlayan narımsın, kadınım, kısrağım karımsın” şeklinde sonlanmaktadır.

(20) Zırnık; Doğal olarak kimyasal bir madde olmakla birlikte herhangi bir şeyin en küçük, en önemsiz ve işe yaramaz parçası.

(21) Badire; Ansızın ortaya çıkan tehlikeli durum, zor durum.

(22) Şehadet; Şehit olma. Vatan uğruna ölme.

(23) Naaş (Na’aş); Ölen kimsenin vücudu.

(24) Küpeçte (ya da Küpeşte): Teknenin en üst kısmıdır. Küpeştede oturulur.

(25) Hilâf; Aykırı, karşıt, ters, zıt, yalan.