Yaşlı adam; “İmdat!” diye bağırışını duydu Kezban kadının içerlerden, yakınlardan bir yerlerden. İki katlı köy evinin penceresi feryatla açıldı;
“Allah’ını seversen bebeğimi tut!” dedi pencereden kucağına doğru çocuğunu atan kadının çağrısını. Acele ile indi merkebinden, kollarını kucaklamak istercesine açtı, çocuğun atılmasını beklerken.
Tam çocuğu tutmuştu ki, bomba atılır gibi bir sesin sonunda ahşap ev darmadağın yıkılırken, kadının da tutuştuğunu gördü adam, elinde çocukla…
Yangın yığını içinde bir de “Allah!” diye bir ses işitir gibi oldu, merkep ürküp kaçmıştı, ne yapacağının şaşkınlığında olan adam da ancak korunabilmiş, koruyabilmişti çocuğu alazlardan(1). Köylüler yığılmıştı birden ve dört bir yandan, her kafadan bir ses çıkıyordu…
Rahmetli Mıstırla halanın oğlu, Sarımüezzinlerin Ahmet abinin çok çok uzaktan akrabası Isçık Ferruh, Alamanya’ya gitmeden önce Kezban kadını yüklemiş, iki-üç evlek(2) bahçe, bu ahşap ev, kendi ve yüküyle baş başa bırakıp kaba anlamda defolup gitmiş, beş yıldan beri de seda etmemiş, ses çıkarmamıştı.
Yüklü kadın doğurmuş, köylü ile el ele, iki-üç evlek bahçenin geliri, konu-komşunun yardımı ile kıt-kanaat gelmişti o günlere kadar. Kendi aç kalmışsa bile kızını sütsüz-aşsız bırakmamıştı asla, hem dilenmeden, hem iş yaparak, kazarak, dikerek, tarhana, salça, erişte akla ne gelirse yaparak.
Çok zaman Vızıtların Halil diye anılan muhtarın evine de gitmişti kilim yıkamak için, boya-badana için, hatta kiremit aktarmak için bile.
“Kaderim” den başka bir söz çıkmamıştı asla ağzından hiçbir gün. Oysa kaderini kendi yaratmış, muhtemeldir ki kaderine hazırlıksız yakalanmıştı, bir gaflet(3) anında, varmıştı Isçık Ferruh’a, bir oldu-bitti ile.
İlk birkaç ay her şey olurunda gibi gitmişti. Fakirdiler ama muhtaç değillerdi. Kendilerine yetiyordu her şey, kendi-kendilerine yetiyordular da denilebilirdi. Sonra, Alamanya’ya iş talebi cevaplanmış, gitmiş, “Sizi de alacağım, aldıracağım!” demişti nadir cevapladığı mektuplarının birinde Isçık Ferruh.
Ona yazdığı mektupların birinde bir kızlarının olduğunu adını, gözlerinden dolayı; “Şehlâ(4)” koyduğunu yazmıştı Kezban Kadın neden sonra, bir ara.
Daha sonraları Isçık Ferruh’un mektupları gittikçe seyrelmiş, hiç gelmez olduğu gibi kendi mektupları da; “Tanınmıyor!” diye gerisin geriye gelir olmuştu. Bir-iki-üç derken iddiasını kaybetmişçesine yazmaz olmuştu Kezban kadın da.
Mahkûmiyetleri yalnızlıktı. Zaten şehirden köye geldiğinde de hak edilmedik dedikodular çalınmıştı kulağına. Hangi birini anlataydı ki? Yılmadı hiçbir şeyden. Kızı için yaşamayı yeğledi sadece, sadece ve yalnız.
Vızıtların Halil muhtar ve Mehmet Sınaî Beyler olmasa her bir şeylere dayanması güç gelirdi kendine, Ferruh varken de, yokken de. Zaten ne kadar var olmuştu ki; “Kocam” dediği adam, yaşamında?
Kimse anlamamıştı patlamanın ve yangının sebebini. Yanık et, pamuk, çuha, kilim, plâstik, tahta vb. kokusu sonunda moloz içinde sadece birkaç parça iskelet, kemik artığı bulmuştular defnetmek adına.
Muhtar patlayan ufak piknik tüpünün artıklarını da buldu. İşe yarar hiçbir şey yoktu enkazda çocuğa verebileceği. Arta kalanları ve enkazı da sevabına kaldırıp attırdı imeceyle(5) muhtar. Yeri boş kaldı arsanın, yangın iziyle.
Köyde oldukça varlıklı, kimi-kimsesi kalmayan ve meyvesi de olmamış, olamayan bir aile vardı, herkesin bildiği. Eşeğinden inip çocuğu kucaklayan da o idi. Seferin Mehmet Sınaî Bey derlerdi ona, hanımı da Asafların Cevhergadi idi.
Yardımsever, hakşinas(6), cami-tarla-ev üçgeninden başka şey bilmeyen. “Biz ölünce camiyi şöyle güzelce tadilâttan geçirin” diye vasiyetlerini konu-komşuya duyuran. Muhtar onlara;
“Çocuğu sahiplenin!” demişti. “Hem kalmasın sabi(7) orta yerlerde, hem çoluk-çocuğunuz yok, can yoldaşı olur sizlere, hem de büyüdükçe faydalı olur! Alamancının kendine hayrı yok ki, bu sabiye olsun!” demişti.
Sonra Isçık Ferruh tarafından cevaplanmasını ummadığı mektubu kaleme almıştı Muhtar. Cevabı da yine “Tanınmıyor!” olarak dönüşü olmuştu. Muhtar bu arada çok düşünmüştü. Hem de çok. Başsız şimdilerde çulsuz(8), varlıksız sabi! Başlı-varlıklı Mehmet Sınaî Bey?
Olur mu, olurdu düşündüğü? Kıza sormaya gerek yoktu, küçücüktü daha. Ama hayatının kurtulduğuna sevinecekti mutlaka ilerlerde. Hem zaten bebekliğinden beri alışkın değil miydi? Canı sıkıldıkça, rahmetli annesiyle onlara gittiğinde “Dede-Nine” derdi onlara, çikolatasını, gofretini, şekerini, hatta bazen harçlık diye beş-beşlerini(9) bile alırdı onlardan. Tek değişiklik ki; o da iki taraf da isterse “Nine-Dede” yerine “Anne-Baba” demek isteği olabilirdi belki, zorlamadan, zorlanmadan.
Muhtar odasına çağırdı, üçünü de bir bahar sabahı. Niyetini söyledi bir cümlede;
“Çocuğunuz yok. Onun da kimsesi. Nüfusunuza alın. Hem o, hem siz mutlu olun!”
Çılgın gibi yerinden kalktı Cevhergadi, “Şehlâ, Şehlâ’m” diye kucakladı henüz bir şeylerden anlamayan, anlayamayan çocuğu. Konu anlaşılmıştı. Cevhergadi istiyorsa; “Bu iş bitti!” demekti.
Mehmet Sınaî Bey de karısının mutluluğunu paylaşmak dileğindeydi. Karısının yanına geldi, bir diğer taraftan da o kucaklama özlemini duydu çocuğa. Henüz kendini bile bilmeyen çocuk şaşkındı. Kucaklamalara o da cevap veriyordu, anlamasa da, anlıyormuş gibisine.
Gün aydınlanmıştı. O güne kadar kızcağız için Nüfus Kâğıdının çıkarılmadığını hatırladı muhtar. Ne annesi yol-yordam bilmişti, ne de bir bilen yönlendirmişti kendini, muhtar dâhil.
“Şehlâ aşağı, Şehlâ yukarı” idi. Bu muhtar için yanlıştı, ama onun için doğru bir yanlıştı. Anasının Ölüm İlmühaberine, “Kızı da aynı yangında öldü” der bitirirdi işi, ama bu; yani yeni Nüfus Kâğıdı çıkarmak daha gerçekçi idi. İleride yanlışlığın devam etmemesi için doğduğu günü hatırlamaya çalışarak hemen bir Nüfus Kâğıdı Belgesi düzenledi.
Anne adı; Cevhergadi, Baba adı; Mehmet Sınaî olarak. Küçük kızın adı; Şehlâ Asude. Yeni annesi istemişti ikinci ismi. Ve demişlerdi ki; “Artık dede-nine değil, anne-babayız.” Benimsemişti çocuk, hem hemen, özellikle “Baba” diyememenin özlemiyle belki.
Artık babasının eşeğinin terkisinde(10), annesinin tutuşuyla gidiyordu tarlalara. Bazen hatırından bir şeyler geçiyor gibi geliyordu kendine. Küçük, küçücük beyni zorlamalara dayanamıyordu. Özellikle boş arsanın önünden geçerken, hem her seferinde.
Bir yüz geçiyordu gözlerinin önünden, hayal-meyal, güzel-duru-temiz-duygusal-sevecen. Ondan sonrası karanlıklarda kayboluyordu. İsimler karmakarışıktı, bazılarını hatırlamaktan öte, bilmiyordu bile…
Aradan yıllar geçti asude(11). On beşlerine ancak gelmişti Asude Şehlâ. Artık binmiyordu babasının terkisine. Çocukluğunun merkebi yılkı(12) olmuştu, kırlarda azade(13). Yine de o merkep canı sıkıldıkça arada bir geçiyordu kapılarının önünden, her nedense, istekleri varmışçasına.
Babası köylüden onun için de, annesi için de ayrı ayrı birer merkep almıştı. Anasından-babasından kalan iki-üç evlek bahçeleri de kelemeye(14) bırakmamış; “Senin” demişlerdi, “Ölümlük-dirimlik(15) olan bizimkilerden başka!” Neden ayrıcalığı vardı o bahçelerin? O sormamıştı, anne-babası da gerekli görmemişlerdi belki.
O yaşlarda köyde kızlar genellikle evde kalıyorlardı, evlenemeyince. Ama anası da babası da -belki içlerinden söylemiş olsalar gerek- “Emanet” deyip saklamışlardı onu. Her ne kadar köyün temayülü; “Kız kısmısı ne olacak okuyup da, evde otursun kısmetini beklesin!” olsa da.
Gerçi köy şehre çok yakın olduğundan oğlanlar iş-güç-memuriyet için şehre gidiyorlar, sonra da şehir kızlarıyla baş-göz olup köyü bile unutuyorlardı. Bu nedenle köyde “Kız Kurusu(16)” öylesine çoktu ki, yani; “Evde kalmışlar” evlenememiş kızlar…
O; o zamana kadar ilkokulu bitirmişti, sonra ilköğretim olunca eski ortaokulu, şimdiki sekiz yıllık eğitimi de bitirmişti o kadar işte. Kendi istese de, babası ve annesi istese de onları yalnız bırakmak gönlünün ucundan bile geçmemişti.
Artık genç değillerdi onlar; şefkate, sevgiye, yalnızlıklarını engelleyecek birine muhtaçtılar. O, Asude; yani kendisi idi. Asude deyince -ki annesi hep o isimle çağırıyordu kendisini- ilköğretimde iken öğretmeni anlatmıştı adının anlamını, tıpkı Şehlâ gibi…
İşte bu sıralarda gelmişti o ve babası köye, bir cenaze arabasıyla. Önce muhtarla görüşmüş, açık vermemekte direnen muhtar daha sonra Asude’yi, Mehmet Sınaî Beyi ve Cevhergadi’yi odasına çağırmıştı;
“Hele bir görüşelim!” diye, gelen misafirlerden ayrı olarak. Cevhergadi ve Mehmet Sınaî Bey biliyorlardı gerçeği, ama çocuk yaşının geçmişinde Asude’nin aydınlanması önemliydi.
Anlatılanları uslu bir çocuk gibi dinledi Asude. Ve beklenmedik şekilde yerinden kalktı, anne ve babasını ayrı ayrı kucakladıktan sonra;
“Bana yıllarca analık babalık ettiniz, hak verdiniz, isim verdiniz. Benim anam-babam beni doğuran-sebep olan değil, sizlersiniz. Onlara karşı sadece görevimi yapmakla mecburum, yapacağım da. Okulda öğretmenimizden öğrendiğimiz gibi; ‘Doğuran da mübarek, doyuran da mübarek!’ Doğmama sebep olan ise tahta bir tabut içinde, ismini bile bilmediğim, bilmemin yararı olmayacağı biri. Görevimiz ne ise onu yapalım.”
Aklı ermemiş de olsa, canlandırıyordu bazı bazen yangının oluşunu ve pencereden sarkışını. Nur yüzlü biri sarkıtmıştı kendini ve deprem gibi bir sarsıntıdan uzaklaşmışlardı babasıyla, ateş yığınından.
Annesi-babası? Evet, annesi-babasıydı onlar, yıllardır, aklı erdiğince. Doğduktan sonraki yaşamına, bugünlere ulaşmasına sebep olan. Analık-Babalık diye bir kavram asla yer etmemişti bedeninde, gönlünde ve ruhunda, bugün de yer etmiyordu.
Şöyle anlatmışlardı babasının cenazesini getiren baba-oğul;
“Bir yıl kadar önce kanser olduğunu öğrenmişti asıl babası. Üstelik önlenemeyen ve tedavisi olamayan. Bunun üzerine bütün birikimini, varlığını paraya çevirmiş ve ‘Cesedimi yâd ellerde(17) bırakma, köye götür de gömdür, eğer o da öldüyse hanımımın yanına gömdür!’ diyerek ölü bedeninin köyüne gömülmesini ve paralarının masraflar dışında kalanını kızına götürmesini vasiyet etmişti arkadaşına. O da bu vasiyeti yerine getirmişti. Söylenmesi gerekli değilse de, hastaneden kaçan babası, ya daha fazla ızdırap çekmemek için bile bile, ya da bilinçsizce, otobanda bir araç altında kalarak intihar etmiş veyahut da ölmüştü.”
Bu kadardı, anlatılan öyküsü; bilmediği, tanımadığı has babasının.
Köyün imamı mecburiyetten kıldırmıştı intihar ettiği sanılan has babasının Cenaze Namazını. Şeriatta(18); “İntihar edenin namazı kılınmaz!” diye yoktu böyle bir şey, ama yılların sessizliğini affedememişti beyninde imam. Sadece kendisi mi? “Köyün hepisi” demek doğru olurdu hemhal(19)!
Annesinin mezarı ufak, ufacıktı. Tüm kahırlara rağmen babasını da yanına gömdürdü Asude. Çok daha sonraları başlarına ufak bir taş yaptırıp üstüne şöyle yazdırmayı düşündü sadece: “Babam ve Annem burada yatıyorlar.”
Mezardan dönüşte, cenazeyi getiren genç adam; “Başın sağ olsun!” dedi Asude’nin ellerini tutarak. Üstüne üstlük, kucaklamakla öpmek arası bir eğilimde bulunmuştu. Olur muydu köy vuslatında(20) böyle bir şey?
Titredi Asude, terledi avuçları. İlk defa bir erkek tutmuştu ellerini. Şeytan, bi haltlar karıştırmaya mı başlamıştı, ne?
Cenaze arabası bekliyordu onları geri götürmek için. Genç adam adını söyledi, belli belirsiz “Allahaısmarladık!” diyerek cenazeyi getirdikleri arabaya binerken. Genç adamın babası bütün zarfı teslim etmişti kendisine, bir de “Parayı aldım.” diye bir kâğıt imzalatmıştı kendisine, ne işe yarayacaktıysa?
Asude ikilemler(21) içindeydi, duymadı bile ne ismini genç adamın, ne de babasının. Sadece “Teşekkür ederim, sağ olun!” gibi bir şeyler geveledi(22) dudaklarında, o kadar.
Gidecek arabanın yanında, belki de resmini hafızasına çizmek istercesine baktı genç adama.
Fiziksel anlamda, belki de bilmediği şekilde gurur, kibir(23) anlamında büyükçe bir burnu vardı, tevazuudan(24) eseri olmayan. Sakalı vardı iki günlük, belki de üç günlük. Saçlarının dökülüşünü ustaca kapatma gayretini yaşamıştı. Boyu ilk hatırlayışına göre kendinden biraz uzundu, kucaklamak isterken eğilmişti çünkü.
Şeytana külâhını ters giydirecek(25) gibi cesur, çapkın, gözleri fel fecir okuyan(26) gözlerinden bir şeyler anlamak mümkün değildi. Dişleri biraz çarpık, ama bakımlıydı. Elleri geçti bir de aklından; galiba sıcaktı. Yoksa kendisine mi öyle gelmişti?
Genç adamın düşünceleri ise başkaydı: Hoşuna gitmiş miydi? Belki. Etkilenişine etken olan belki de genç kızın toyluğu(27), bakirliği(27) ve de en önemlisi parasının çok olması idi, güzelliği yanında.
Bilmemesi mümkün değildi çokluğunu, kendileri getirmişlerdi çünkü, giderler dışında kuruşuna dokunmadan. Hatta babasının işgüzarlığı mı dese, dürüstlüğü mü dese, kendi yurtdışı uçak ücretlerini babası ödemişti cebinden, “Hak var, hukuk var!” demiş, öte dünyada hesap sorulmasının endişesinden bahsetmişti.
Gerçi kendisinin ölümlüğü-dirimliği vardı, ama fazla mal göz mü çıkarırdı ki? O nedenle yaklaşmamış mıydı genç kıza? Aklını çelmek değil miydi maksadı? “Schule” lerde okumuş, pratik yaparak(!) da kanıtlamıştı kendini çevresine.
Kesin anlamda gözü kızın paralarında idi, bir baltaya henüz sap olamamasının etkisi de yadsınamazdı. Hem gördüğü daha doğrusu hissettiği kadarıyla, parası yanında malı-mülkü de olacaktı, ilerlerde. Ne gözünden, ne de bakışlarından kaçmamıştı, görmek istedikleri. Sadece teşebbüsünde başarılı olamamanın ezikliği vardı içinde. O kadar. Onun da çaresini bulacaktı evvel Allah!
Daha, havaalanından Almanya’ya uçmadan evvel ilk mektubunu yazmıştı ve pembe bir zarfla göndermişti köy adresine. En dokunaklı sözü de iki şarkıdan aşırmıştı; “Ellerini ellerimden ayırma hiç, ne olur? (28)” ve “Senin sevgine muhtacım! (29)” diyerek.
Daha sonra bunu diğer renkli zarflar takip etmişti. Çalınmış güzel sözlerle, şiirlerle, duygusal öykülerle. Bazıları hiç anlaşılmaz gibiydi, yabancı lisanlardan aktarılan. Ama o farkında değilmiş gibi görünüyordu, bilgi ve dilinin zengin olduğunu sanarak.
Unuttuğu tek şey vardı onun, karşısındakinin güzel sözlere değil, ona verilecek kusursuz ve karşılıksız sevgiye ihtiyaç duyduğu idi. Her ne kadar anne-babası bu ihtiyacını tümü ile karşılamış gibi görünseler de bir eksiklik vardı çözümleyemediği, halen ihtiyaç duyduğu…
Mektuplar sık gelmesine, anne-babası da konuyla ilgili olarak oldukça iyimser görünmelerine rağmen, içinde bir heyecan, bir kıpırtı yoktu, bir değişiklik hissetmiyordu kendinde, duymuyordu bir gevşeklik tüm cisminde. Köye, şehirden sık sık gelen gençler de çekmiyordu dikkatini nedense. Gönlünün bir sultanı olsa gerekti, ama nerde, nerelerde bekliyordu kendini?
Dikiş yapıyordu. Oya yapıyordu. Yemek yapıyordu. Tavukları, malları yemliyor, evin kedisi-köpeği ile oynaşıyor, ne gerekiyorsa yaşantısının boşluklarında tamamlıyor, ya da tamamlamaya çalışıyordu.
Ve ilk yıldızlar gökyüzüne serpilmeğe başladığında da, gökyüzüne uzattığı bakışlarında soruyordu;
“Nerdesin?”
Beklemekten yorulmuştu… Dermansız hissediyordu da kendisini, yemekten, içmekten de zevk, hatta tat bile alamaz olmuştu. Anne-babası; “İnce hastalık mı?” diye soruyorlardı birbirine, sessizce. Kendisine de; “Derdine derman olalım!” diyorlardı.
Köyde adı Otacıya(30) çıkmış, Çapanların İngiliz Osman’ın dul karısı “Gocagarı” yı çağırdılar.
Kimse bilmezdi bu yalnız kadının adını, kocası öldüğünden kelli(31), varsa-yoksa ya “Otacı” idi, ya da “Gocagarı”. Ama birçok kişinin derdine, otlarla yaptığı ilâçlarla melhem olmuş, hatta okuyup üflemişti de.
Bir tek ayıbı vardı köyde bilinen; Yalaka Halil’in ilk karısı doğuramamış, yaptığı tüm ilâçlara, okuma-üflemelere rağmen ölmüş karnında kıpırdayan bebeğiyle toprağa teslim etmişlerdi onu.
Bunda en çok hata kocası Yalaka Halil’de idi. “Direkdörle şehre götür”, demişti de, inatlığından götürmemişti. O günden sonra da iddiasını kaybetmiş gibi, baktı hastalar çaresizlik yaşıyor onlar için; “Alın götürün şehre!” diyordu çok zaman.
Gocagarı, çeşitli sualler sordu Asude’ye. Öyle aşktan-meşkten değil. Onlara çözüm bulamayacağının bilincinde idi. O; “Şuran mı ağrıyo, buran mı? Şöyle yapınca bi şey oluyo mu, olmuyo mu? Böyle olunca sancı geliyo mu?” diyordu. Sorduğu sualler çokçasın böyleydi.
Daha sonra saçlarını parmaklarıyla tarar gibi yapmış, sırtını, göğsünü, soluklanmasını dinlemiş, bacaklarını sıkarak kontrol etmiş, sağ elinin bilezik kısmını parmaklarıyla tutarak, sessizlik istemişti.
Tüm bunlara rağmen, bir çözüm üretememiş, “Nane-limon kaynatın!” demeyi bile düşünmemiş, kısaca; “Şehre, bir bilen doktora götürün!” demişti, üstesinden gelemeyeceğinin bilinci ile olsa gerek.
Babası köyün tek traktör sahibi Çataklı Cıvık Ahmet’i ünlemiş(32), ses göndermişti; “Gelsin acele!” diye…
Şehre girişlerinde bir Trafik Polisi motosikletiyle geçmişti önlerine. Asude, kendine gelmişti. O; o mu idi, gönlünün sultanı, padişahı? Kendisinin sahibi? Römorkta yattığı yerden doğrulmak istedi, daha iyi görmek, tanımak için, polisin cisminin tamamını beynine çizmek istercesine.
Trafik Polisi onun römorkta doğrulmaya çalıştığını görmüştü, yasaları konuşturmak yerine sormuştu:
“Hastanız mı var?”
“Evet!”
“O zaman önünüze geçip eskort(33) yapayım hastaneye kadar, ama siz de hızlı gidip sarsmayın hastanızı. Kardeşimizin üstünü de sıkıca örtün gene, üşümesin, üşütmesin!”
Ne de olsa rehberleri vardı, düşündüklerinden daha da çabuk ulaşmışlardı hastaneye.
“Ben yürüyerek çıkarım, doktora kadar!” dese de Trafik Polisi koşup bir görevli ile birlikte sedye getirmiş, sağ kolundan tutarak sedyeye yatırmış, uzanmasına yardım ettiği gibi, içeri doğru yönlendirildiğinde de elini tutarak belki teselli, belki gayret vermek istemişti Asude’ye. Asude tamamını görmüştü Trafik Polisinin ve içinden geçirmişti;
“O; o değil.”
Cıvık Ahmet’e traktörünü geri götürmesi için; “Bekleme!” demişti babası.
“Bedelini köye dönünce öderim, her neyse. Şimdi para lâzım olabilir belki, tam tedarikli gelmemiştim. Hem şehirde taksi çok. Muayenesi bitince ilâçlarını da alıp taksiyle geliriz inşallah!” dedi.
Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildi, Traktör köye, Trafik Polisi görevine dönerken. Çünkü doktor kendine anlatılanları dinledikten sonra, onu hastanenin özel odalarından birine yatırmıştı; “Bir süre misafirimiz olarak kalması gerek!” diyerek.
Ve sonra mutat(34) kontrollerini ve dinlemelerini yaptıktan sonra detaylı olarak bir sürü kontrol ve tahlil istemişti. Hastane şartlarında tahlillerin tümünün yapılması mümkünsüzdü. Bir kısım tahlilleri dışarıdaki laboratuvarlarda yaptırmak gerekiyordu. Bu tahlillerin yapılması ve de yaptırılmaları bir hafta-on gün sürebilecekti.
İşte bu anda bugüne kadar neden cep telefonu edinmediğine hayıflandı Mehmet Sınaî Bey. Kendine kızıyordu. Anında karar verdi. Kızı iyileşir iyileşmez, kendine de, hanımına da, kızına da birer cep telefonu alacaktı, evvel emirde. Kullanmasını nasıl olsa öğrenirlerdi bilenlerden.
Şimdi önemli olan, telâşlandırmadan, üzmeden, cefa çektirmeden haber ulaştırmaktı Cevhergadi’ye. Hatta yastık altındaki çıkından(35) bir miktar para getirmesini tembih etmek gerekti.
Gelmesini düşünüyordu doğal olarak, kadın kadına, kadınların üstesinden geleceği şeyler vardı, necip olsa(36) kendisinin zırnık(37) kadar bile anlamadığı, bilemediği. Geldiğinde, çocuklarının okulları için şehirde ev tutan Çelebilerin Ömrüye’lerin evi müsaitse o, orada kalırdı, kendi de bakardı başının çaresine, bir yerlerde.
Öyle düşünmüştü. Yoksa yoktu. O zaman tüm günlerini hastanede, koridorlarda geçirirlerdi refakatçi olarak, biricik kızlarının başında, aç-susuz-uykusuz da kalsalar. Yeter ki iyi olsundu kızları. Yeter ki koyup bırakmasın idi kendilerini bir başlarına, Asude’leri.
Doktorun verdiği tahlil kâğıtlarını ve verilen tüp ve plâstik kutuları aldı Mehmet Sınaî Bey. Adresleri kartlardan ve tariflerden öğrendi. Tarifleri aklında tutma gayretini yaşadı.
Hastane Kapısından çıkarken orada bulunan kontörlü telefonlardan muhtara telefon etti, evinde de telefon yoktu çünkü. “Köy yerinde gerek yok!” demişti.
“Cevhergadi gelsin, biraz da para getirsin, evdeki telefon defterini getirmeyi de unutmasın. Beni hastanede bulsun!” dedi.
Tahlilleri ve kâğıtlarını ilgili yerlere bırakmış ve hastane kapısına yaklaşmıştı ki motosikletli polise rastladı tekrar;
“Hayırdır amca? Uzun mu sürdü hastanızın işi?”
“He, oğlum! Daha da çok kalacağa benzeriz?”
“Neden?”
“Bir sürü tahliller verdiler. Kiminin sonucunu yarın, kiminin öbür gün, kiminin hafta sonuna verecekler. Yaşlılıkta zor, ama yeter ki iyi olsun kızımız, yorgunluk da, yaşlılık da, para da-pul da umurumda değil!”
“Dur motosikleti bırakayım, ben de ziyaret edeyim kardeşimizi. Şu tahlilleri verdiğin adreslerin kâğıtlarını da bana ver, ben alır getiririm zamanında, sen hiç merak etme.”
Motosikletini park edip değnekçiye(38) talimat verip yanına geldi Mehmet Sınaî Beyin.
“Motosiklet numaramı telsiz kodumu kaydedin bir yerlere: 2010. Sicil Numaram da: 3736(39), İsmim de: Eren. Hani bana ulaşmak isterseniz merkezden. Cep telefonum da var, lâzım olursa diye onu da vereyim sonra, içeriye girince yazarak.”
Hastaneye geldiklerinde, Cevhergadi’yi Asude’nin odasında kendini bekler bulmuştu. Demek zaman çabuk geçmişti, tahlilleri yerlerine ulaştırmaya çalışırken.
“Benim Hanım” dedi sadece Mehmet Sınaî Bey. Genç Trafik Polisi, “Merhaba!” dedi elini öptü Cevhergadi’nin. Sonra Asude’ye dönüp; “Geçmiş olsun bacım! Boş geldim kusurumu bağışla. Bir isteğin, bir dileğin, bir özencin varsa söyle, hemen alayım, ya da eşime yaptırayım!”
O zaman alyansı dikkatini çekmişti Asude’nin. Zaten kendisi de onun O olmadığını önceden bilmemiş miydi? Başını salladı.
“Sağ ol Ağabey! Merhametin yeter!”
“Ziyaretin kısası makbul(40) derler. Ev telefonumu, cep telefonumu ve gerekli numaraları babanıza veriyorum dışarıda. Bir ricanız olursa çekinmeyin, kuşkanadıyla ulaşırım(41) size. Sanırım, tahlil sonuçlarınızı da iyi haberlerle getireceğim sizlere.”
Dışarı çıktılar. Eren eğildi, kimsenin duymasını istemez gibi;
“Köyden traktörle geliyordunuz, hısımınız akrabanız var mı şehirde kalmanız için? Paranız-pulunuz? Henüz çocuğumuz yok, evimiz de müsait, hem buraya çok yakın, dolmuşla üç durak. Haber edin, hemen sizi almaya gelirim. Nöbetim akşama kadar, akşam on dokuz oldu mu, evimdeyim. Hiç düşünmeyin, zahmet olur falan diye. Karım Osmanlı kızı(42), konuktan, ikramdan hoşnuttur(43). Görün, mutlaka seveceksiniz onu da, evlâdınız gibi.”
“Sağ ol oğlum!” dedi telefon numaralarını alırken.
Cevhergadi, Asude’nin saçlarını taramıştı. Solgun ama iyi görünüyordu kızı. Doktorlar henüz bir şey söylememişlerdi derdi için, her neyse? “Bir şey söylemek için erken, hele bir tahlil sonuçlarının tümü gelsin, bir bakalım. Görünüşe göre belki ufak bir operasyon gerekebilir!” demişlerdi.
Operasyon ne demekti? Öğrendiler ki kısaca ameliyat demekti, anladıkları dilde. Oy anam, yarıp dikeceklerdi kızlarının bir yerlerini. Ama neresini, neden, ne zaman?
Söylememişlerdi başka bir şey; tekrar ederek; “Hele tahliller gelsin, sonuçlarına bakalım bir!” demişlerdi, sessizliklerinin ötesinde, bilinçli, bilinçsiz kafa sallayışlarında, bir kaçının bir araya gelip de, fısır-fısır konuşmalarında(44), anlayamadıkları sözlerle.
İçi rahat edememişti Eren’in. Evine gitmiş; “Ne yerler, ne içerler?” diye düşünüp eşine; “Acele bir çorba yap da, ziyaretlerine gidelim!” dedi. Eşi Zemine Cice, öğretmendi İlköğretimde(45). İsminin anlamı mı? Aslında anlattığına göre, babası ismini, annelerinin isimleri Zehra Emine koyacaklarmıştı. Ama cahillik işte yazarken Z nokta Emine yazacakken aradaki noktayı unuttuğundan; Nüfus Memuru da yazılanı Zemine okuduğundan ismi öyle kalmıştı.
Cice ise, ana tarafında dört kız olup, nesli ya da soyadını devam ettirecek bir erkek evlât olmadığından annesinin kaybolan kızlık soyadı olarak ismine eklenmişti, Zemine isminin peşine. Ha! Ne anlama geliyordu, o da bilmiyordu ama galiba; “Büyükanne, nine, anneanne, babaanne!” gibi bir çağırma nidası(46) olabilir, belki!” demişti bir öğretmen olarak.
İlginç bir rastlantı yaşamışlardı okulda, bunu da hemen sığıştırmak gerek buraya, iki söz arasına.
Alışkanlık işte. Eren eşine, hep, hem her yerde ve her zaman; “Hatun’um” derdi, evlendiklerinden beri. Sivil olarak, bir izin gününde okula gittiğinde dalgınlıkla; “Hatun’umla görüşmek istiyorum!” demiş, yanlış anlayan memure ona; “Hatun” ismindeki müstahdemi(47) getirmişti. Ogün-bugün eşine sadece evlerinde “Hatun’um” demeye başlamıştı, dışarıda ise zaruret halinde ya “Kıymet” ya da; “Kıymet’lim!” demeğe devam etmişti.(48)
Zemine Cice, hazırlamıştı çorbayı. Bir kavanoza koydu sıcaklığıyla. Biraz ekmek, iki parça muzla beraber, “Her ihtimale karşı” deyip kaşık-çatal-peçete de koymuştu bir torbaya. “Akşam yemeğini yemeden, gidip-gelelim!” demişlerdi.
Tam kapıdan çıkarken Eren’in kayınbiraderi, yani Zemine’nin Ağabeyi gelmişti sivil olarak. Aslında orduda subaydı. Pek hatırında kalmamış gibiydi ama zannınca iki yıldızı vardı omzunda, bu yılın 30 Ağustosunda üç yıldızı olacaktı (galiba).
“Hayırdır!” dedi çantasını kapının eşiğine koyarken, onların bir şeyler söylemesine fırsat bırakmadan ve geri dönmelerini engelleyerek.
“Hiç Ağabey!” dedi Zemine. Bu, kurtarıcı bir cevap olmadığından devam etti:
“Eren hasta bir kızı, anne ve babasını ziyaret etmemizi istedi hastanede. Ona gidiyorduk Ağabey. Ama sen geldiğine göre, yarın gideriz artık!” derken kocasına bakıyordu.
Eren söze katılmak üzereyken Üsteğmen Ogün söze atıldı; “Hayır!” dercesine.
“O zaman yemek de yememişinizdir. Yıllık iznimle geldim, birkaç gün sizinle kalıp memlekete gideceğim, annemizi-babamızı görmeğe. Hatta seni de götüreyim diyeceğim, ama eniştem izin verse bile, okulun izin vermez. Okulun izin verse bile sen kendine izin vermezsin öğrencilerini bırakmamak için. Bunlar kapı önünde konuşulacak şeyler değil ama şimdi sırası geldi de onun için söylüyorum; şu kadar yıldır evlisiniz, bir çocuğunuz bile yok. Onun için gelin beni dinleyin, mademki plânladınız, tamamlayın ziyaretinizi. Ben de geleyim sizinle. Oradan da yemeğe bir yerlere gideriz. Bir şeyler de parlatırız herhalde ha, Enişte Bey?”
Karı-koca birbirlerine baktılar, ikisi birden omuzlarını silker gibi davrandılar. Eren konuyu kapattı.
“Neden olmasın?”
Kapıdaki gecikme dolaysıyla, iki adımlık mesafe de olsa, çorba soğumasın diye taksi tuttular. Üsteğmen, bir çiçekçinin yanından geçerken; “Dur!” dedi şoföre, askerlikten kalma bir alışkanlıkla ve; “İçimden geldi!” diyerek bir demet beyaz karanfil yaptırdı.
Nereden aklında kaldıysa; “Adedi önemli değil, ama tek sayı olsun, lütfen!” dedi çiçekçiye. Büyük sayılmasa da, küçük de değildi demet, beyaz karanfillerle.
Hastaneye geldiklerinde, görevlilerle karşılaştıkları sorunları Nöbetçi Doktorla hallettikten sonra ziyarete çıktılar.
Mehmet Sınaî Bey koridorda bir kanepe üzerinde günün gönül ve fiziksel yorgunluğu ile şimdiden otururcasına ve fakat uyur pozisyonundaydı. Kapıyı tıklatarak açtıklarında ise Cevhergadi’yi namaz kılarken gördüler, kartonlar üzerinde. Zemine ona, hemen bir namazlık getirmeyi kafasına not etti, hem de en kısa zaman içinde.
Asude ise belki gözlerini dinlendiriyordu ışıktan rahatsızmış gibi, ya da uyuyor, uyukluyordu, kendi sessizliğinde.
Cevhergadi sağına-soluna selâm verdikten sonra, tekrar ayağa kalkarken; “Girin!” Kapıyı kapatın!” anlamında el işareti yapmıştı. Özel odada tek bir sandalye vardı ve ona Zemine oturmuştu, sessizce.
Cevhergadi, namazını bitirmiş, tespih çekmeden dua ederek çıkmıştı namazından. Sivil giyimli de olsa Trafik Polisini tanımıştı. Genç kızı ve kendisine çok benzeyen ve fakat gözlerini Asude’den ayıramayan genç kimdi, bilememişti.
“Bu benim hanım; Zemine. Bu arkadaş da onun Ağabeyi Ogün. Atatürk’ün Ölüm Yıldönümünde doğduğu için bu adı vermiş büyükleri ona.” dedi Eren, Cevhergadi’nin elini öperken.
Zemine de öptü elini, ama Ogün’de hiçbir hareket yoktu, elinde çiçekler, tamamıyla “Kazık gibi” uyuşmuş, dalmış, tiner çekmiş garibanlar(49) gibi gözlerini Asude’nin yatağından, belki de ondan ayırmadan bakıyordu, dünya umurunda değilmişçesine.
Zemine kolundan çekerek; “Ağabey!” dedi.
Sessizlikte bu sesleniş bile Asude’nin gözlerini aralamasına yetmişti. Birden, iri-iri açtı gözlerini. Doğrulmak istedi yatağında, elini annesine uzatarak; “Kim?” ya da “Kimler?” dercesine bakışlarını odada gezindirdikten sonra sorarcasına annesine baktı.
“Bizi hastaneye getiren polisle, hanımı ve kayınçosu! Tekrar ‘Geçmiş olsun!’ demeye gelmişler.”
“Geçmiş olsun!”
“Geçmiş olsun, inşallah ilk gördüğüm ana göre daha iyi olmanızı dilerim.”
“Geçmiş olsun! İçimden gelmişti, sizi tanımadan. Size lâyık değil ama kabul ederseniz, sevinirim.”
Ogün kalbine hükmedemez gibiydi. Öylesine isyankâr çarpıyordu ki, kelimeleri bile doğru-düzgün yerlerine yerleştirmekte zorlanmıştı.
Ya Şehlâ Asude? Şehlâlığı artmıştı gözlerinde. Öyle hissediyordu, engel olmayı hatırına bile getirmek istemediği duygularla.
Nihayet… Nihayetinde O; O idi, yıllardır gönlünde yaşattığı, kendini yaşatacak. Bitmişti tüm dertleri. Hemen iyi olacaktı! Hemen kendine gelecek, yiyecek-içecek, ameliyat gerekirse olacak, ilâçlarını muntazaman alacak, güzelleşecekti. Elinden tutsun istiyordu, hiç olmazsa değsin eli eline, kısacık bir an bile olsa, sıcaklığını hissetmek istiyordu.
Zihninden geçen tüm soruları itekliyordu gerilere. Bu nedenle çiçekleri almaya hamle ederken nefesini tutmuş, gözlerine bakmakta tereddüt yaşamış, ama çiçekleri de almıştı elinden sıcaklığını duyarak.
Demetten hemen bir karanfil çıkardı, onu çiçeği getirene, bir diğer karanfili daha çıkardı, onu da “Eren Ağabey” dediği genç polise verdi ve gerçekten kadın-erkek ayrımı yaparak demetten çektiği beş adet karanfili demetin sarılı olduğu alüminyum folyodan bir parça yırtarak sarıp Zemine Ablasına vermişti.
Aynı biçimi annesinde de şekillendirmek istediyse de vazgeçti, tüm demeti uzattı annesine.
Akşam geçmişti. Gece olmasına rağmen gün, gönlünde aydınlanmıştı Asude’nin. Bu arada babası girmişti odaya, kapıyı yavaşça açarak.
Kalabalığı görünce şaşırmış gibiydi Mehmet Sınaî Bey. Eren;
“Hem ziyaret edelim, hem de böyle hastane köşelerinde kalmayın diye sizi almaya geldik Beyamca!” dedi, eşini ve kayınbiraderini tanıtmayı unutmadan.
“Sağ olun çocuklar! Bugün Cuma Gecesi ve onun ev dışında, ilk uzak yatışı! Bırakın, sakin sakin ulaşayım Cumaya, dualarımla. Hem çok teşekkür ederim, ilginize…”
“Peki Beyamca, ısrarım yok! Ne zaman arzu ederseniz, bir telefon edin, yeter. Hemen gelirim, yeriniz daima hazır!”
Çorbanın olduğu poşeti bıraktılar ve ayrıldılar.
“Enişte!” dedi, Ogün. “Beyamca kulağımıza iyi soktu şu Cuma meselesini yahu! Namazla niyazla pek ilgim yok ama onun saygısına ve dualarına biz de katılalım isterim. Bu nedenle bu akşamlık şu ‘Parlatma’ işi de bana pek yakın gelmiyor. İsterseniz pideciye-kebapçıya götüreyim sizi, isterseniz evde sahanda yumurta falan idare edelim bu akşam, ne dersiniz?”
“Olmaz mı Ağabey? Eve dönelim, yemeklerimiz var, hatta tatlımız bile. Çorbayı da zaten yeni yapmıştım!”
“Yuvayı dişi kuş yaparmış!” Bu nedenle Zemine karar vermiş, Eren de ona uymuştu, mecburiyetten değil, meselâ ihtiyaçtan! Çünkü onların bu konuşmayı yaptıkları sırada Eren’in cep telefonu çalmış, özür dileyerek bir kenara çekildiğinde ertesi gün “Makam tarafından denetlemelerinin olduğu” haberi verilmişti kendisine. Bu kısaca; “Hazır ol!” komutu idi.
Aslında Ogün’ün yorgunluğunu dinlendirmek arzusuydu, hemen yarım saat, kırk beş dakika önce başlayan gönül yorgunluğunu. Karşılıklı bakışmışlar, konuşmuşlar, ama ne kendisi adını söylemişti, ne de öğrenebilmişti onun adını.
Tamam, askerdi ama yanındakilere hissettirmeden nasıl bir taktikle öğrenebilirdi; ismini, cismini, geçmişini, geleceğini, velhasıl kelâm(50) kısaca; onu.
Allah bir kulunun iyi niyetini sezerse, ona yardımcı olmaktan da geri kalmıyordu. Nasıl mı? Hani Eren’in denetlemesi vardı ya! Eee! Beyamca’dan Asude’nin tahlil kâğıtlarını alıp; “Ben sonuçları getiririm!” de demişti. Şimdi denetlemesi olacağına göre ne zaman, nasıl vakit bulup da getirecekti ki, sonuçları?
Zemine’nin dersleri nedeniyle bu işle kesinkes meşgul olabileceğini düşünmek bile hayaldi. O zaman çözüm seçeneklerinden bir teki kalıyordu geriye. Ogün’ün öğrenme arzusuna kayıtsız kalmamak gibi…
Durumu özetledi, kısaca Eren. Laboratuvarın ve her ihtimale karşı diğer laboratuvarların yerlerini tarif etti, fiş ya da gerekli kâğıtları verirken. “Allah!” dedi Ogün içinden.
Körün istediği tek gözdü, Allah vermişti iki göz. Yatırlara adak mı adasaydı, kurban mı kesseydi Allah rızası için? Hele bir yarın olsundu! Karnı açken bile saat gibi çalışmaya başlamıştı zihni. Bazen şanssızlıkla ilgili bir konuşma olsa; “Gökten halka yağsa, biri bile geçmez başımızdan” derken bu kere tek halka düşmüş, o da şansı olmuştu.
Unutamıyordu, unutması da mümkün değildi ve şarkıdaki gibi “Avuçlarında hâlâ sıcaklığını”(51) hisseder gibiydi.
Onların gidişiyle birlikte yatası gelmedi Asude’nin. Ayna istedi annesinden, hem taramasını saçlarını. Solgun yüzüne, dudaklarına, çukurlarında kaybolur gibi olan gözlerine baktı.
“Çirkindim, iyice çirkinleşmişim!” diye geçirdi içinden, kendine haksızlık ettiğini bilmezcesine. Oysa bu halinde bile; nice “Güzelim!” diyenlerin binlercesini çıkarırdı cebinden, ama bedbinliğini bertaraf edemiyordu. Çok, ama çok güzel olmak istiyordu. Nedeni ise belliydi.
Sabah olur olmaz hemen laboratuvara koştu Ogün, hislerinde yanılmayı istiyordu, kötümserliği raporu etkilemesin istiyordu. Heyecanla raporu aldı ve rengi değişti birden suratının.
Olamazdı, bu kadar koyulaştırılmış yıldız, bir tek raporda bulunamazdı. Çok değer minimum-maksimum değerlerin ya altında, ya da üstünde idi. Bu değerleri ona ve ailesine hissettirmeden doktora göstermeli, öğrenmeliydi. Neden “O” diyordu, hem geçen akşam eniştesi söylemişti ismini, hem de raporda yazıyordu ismi; Şehlâ Asude. Tüm mevcudiyetini sahiplenen isim.
Doktor;
“Benim düşündüklerimle, burada yaptığım inceleme ve tahlillerle örtüşmüyor buradaki sonuçlar. Hem istemediğim sonuçları da belirtmişler. Ben onları istemedim ki, bana ne bilmem ne sonuçları? Bana, benim istediklerimin bir kaçının sonuçlarını da vermemişler.” dedi.
“Ne yapmam gerek?”
“Bir kere daha kan aldırayım! Bizzat elden götürün, başında da durun, ‘Acil’ diyerek. İki saatten az sürer sonucu almak. Size ancak o zaman bir şeyler söyleyebilirim. Bu tahlil ya biriyle karışmış, ya da kan tahlile götürülürken herhangi bir şekilde hasara uğramış. Bu kadar saçma sonuçlara rastlamayı başka türlü izah etmek mümkün değil.”
“Peki, o zaman moral motivasyon(52) için bu sonuçlardan onları haberdar etmemek konusunda mutabıkız(53), diyebilir miyim?”
“Tabii.”
Kendinden emin bu kere hastanenin yakınındaki çiçekçiden beş kırmızı gül alarak geldi Ogün. Amcabey kapıda bekliyordu, teyze de. Bir hemşire enjektörle Asude’nin odasına girdi:
“Bugün tahlil sonuçlarını getirecekti Eren Oğlum?”
“Onun bugün denetlemesi olduğu için ben getireyim istedim. Ama henüz çıkmamış. Cuma Namazından sonra uğrayıp alacağım.”
Bu, Ogün’ün ikinci yalanıydı yaşamında. Daha önce bir şehit anasına yalan söylemişti başlangıçta. Bu ise ikincisi idi. Asker yalan söylemezdi, ama mecburiyetten kendisini nasıl alıkoyabilirdi ki?
Hemşire çıkınca odadan, hep beraber girdiler Asude’nin odasına.
“Size lâyık değil!” en klişe(54) sözdü ama tutulan, kekeleyen bir dille, daha fazlasını söyleyemiyordu, kendini sıkmadı.
“Öğleden sonra, belki de akşamüzerine doğru tahlil sonuçlarınızdan ilk ikisini alacağım. Bugün, inancımın olduğu bir gün, inşallah iyi sonuçlarla döneceğim.” dedi gülleri ellerine tekrar ve yeniden dokunmak arzusu ile teslim ederken.
“Ziyaretin kısası makbuldü” ama ziyaretin kısalığından ziyade, doktordan örneği alıp laboratuvara yetiştirmek daha önemli gibiymiş gibi geliyordu kendine.
Asude’yi merak dolu güllere bakışları ile arkasında bırakarak Doktorun odasına yöneldi. Doktor tüp ve hazırladığı belge ile odasındaydı.
Engellenirse zaman geçmek bilmez, küskündür, sıkıntı verir. Kendi halinde bırakırsanız nasıl geçtiğini anlamazsınız bile.
Ogün, sonuca hemen ulaşmak, kendini neşelendirecek, hepsini, hatta Doktoru bile memnun edip mutlandıracak sonuçların beklentisi içindeydi. Kötümserlik yoktu, karamsarlık yoktu, bedbinlik(55) yoktu düşüncelerinde. Ama o acullük(56); acelecilik, o hemen sonucu elde etme arzusu ya da isteği vardı ya? İşte bunu engelleyemiyordu.
Salâ verilmişti Cuma Namazı için ve raporu vermiştiler eline. Dikkatli baktı. Lökosit(57) ve eritrosit(57) değerleri birim ölçünün altında çıkmıştı ona da yıldız koymak yerine sadece rakamı koyulaştırmakla yetinmişlerdi, laboratuvar görevlileri, ya da bilgisayar.
“Emin misiniz? Yanlışlık yok değil mi? Benim getirdiğim tüpün sonuçları değil mi?”
“Evet! Tabii ki” diyen hemşireyi kucaklamıştı sıkıca, öpercesine.
Hemşire duygulanışına katılmıştı. Anlamış gibi sorma çabası göstermek istedi:
“Bu kadar çok mu…?” cümlesini Ogün tamamladı:
“Evet! O kadar çok…!” Bitirmedi, bir sırrı açıklamak, gaflet gibi gelmişti kendine.
Doktora gösterdi Raporu.
“Olamaz!... Emin misiniz? İki tahlil arasında dağlar kadar fark var. Tahlillerin yapılması boyunca oradan ayrılmadınız, değil mi? Bir gün ara ile iki tahlil arasında bu kadar fark olacağı inanılmaz… İkinci aldığınız tahlil sonuçları çok verimli. O zaman kızımızın hiçbir şeyi yok, demektir. Ufak bir yel, ufak bir üfürük, küçük bir bunalım üstesinden gelemediği, diyebiliriz. Gene de tedbirli olalım. Müjde vermek için oldukça erken. Diğer Tahlil Sonuçlarını da bekleyelim. Siz gene de bu sonuçları aileye gösterirken yanımda olmayı ister misiniz?”
“Hem de nasıl?”
Ogün, tüm gece düşünüp beyninde hazırladığı tüm kelimeleri, cümleleri, sözleri unutmuştu odaya girdiğinde. Söyleyecekleri başlamadan bitmiş gibi mikrofonu Doktora uzatmış havasındaydı, anne-baba-evlât ortamında.
Ayakta dikilmenin de bir âdâbı(58) olmalıydı, ama âdâbı yanında değildi (galiba).
“Gözümüz aydın!” dedi Doktor. Beni de, kendini de aileden gibi görmüştü, içtenlikle. “Belki acele bir davranış, diğer tahlil sonuçlarını görmeden önce, ama gerek benim inceleme ve bulgularıma ve gerekse bugün gelen raporlara göre söylemek isterim ki; kızımızın endişelenecek, dert edilecek bir rahatsızlığı yok. Gene de ilâç tedavilerimizin gözlemimiz altında tamamlanması, diğer sonuçlar beklememiz için sizi bir hafta kadar misafir etmeye devam etmemiz gerektiğini söylemeliyim, biraz masrafınız olacak olsa da. Gerçekten misafir diyorum, kalışınızı hapis gibi yorumlamayın ve mutlaka gıdasına dikkat edin kızımızın.”
Asude, oturmakta olduğu yatağından fırladı birden, terliklerini bile giymeden Doktora sarıldı, yanaklarından, ellerinden öptü. Sonra annesine, sonra babasına yöneldi, çocuklar gibi öperek. Ve sonra durakladı, sarsılırcasına, ikilem içindeydi. Ne yapması gerektiğini bilmez gibiydi. Babası;
“Sevindiren haberi Doktor verdi, ama raporları da Ogün Komutan getirdi!” dedi, duygularını yönlendirmesinde teşvik edercesine(59).
Zaten içinden geçen de o idi. Koşmak, sarılmak, nefesini duymak, sindirircesine kokusunu hissetmek ve sıcaklığını yaşamak. Çıplak ayaklarıyla yöneldi Ogün’e elini uzatarak.
Ogün, Asude’nin elini tutarak kalbinin üzerine koydu, diğer eliyle kucaklar gibi sarıldı, bırakmak istemezcesine. Ancak babası vardı ortamda, annesi vardı, hatta Doktor vardı.
Tesellisi; kalbinin gümbürtüsünü hissettirmesi, hissettirebilmesiydi.
Yatağına girmedi hemen Asude. Plâstik terliklerini alarak özel odanın banyosuna yöneldi, Doktor odayı terk ederken. Titizdi. Ayaklarını yıkayarak banyodan çıktığında Ogün;
“Ben gideyim artık, bir ihtiyacınız olursa bizi arayın. Zemine cep telefonunu ‘Gerekebilir!’ diye bırakmış galiba. Benim ve Eren’in cep telefonlarımızı da yazayım bir kenara.” dedi cebinden çıkardığı bir kâğıda yazarken.
“Zahmet olmazsa bir diş macunu alır mısınız?”
Bu, bir mesaj mı olsa gerekti sevincinde? Hastane kantininden babası da alabilirdi, ama o, herhalde ısmarlamayı yeğ tutmuştu. Oysa Asude’nin böylesine gizli bir düşüncesi, böylesine içten pazarlık denilebilecek bir davranış biçimi olamazdı.
Belki kantinden alınamayacağını, ya da kantindekilerin eski, bir anlamda bayat olabileceklerini düşünmüş olabilirdi. Çünkü annesi ve babası hastaneye geldiğinden beri, ne istediyse yapmışlar, almışlar, bir dediğini iki etmemişlerdi.
Ogün’ün odasından ayrılışı henüz gerçekleşmişti ki, hastanenin dâhili telefonu çaldı.
“Ben Zemine. Nasılsın bakalım? Geldi mi tahlil raporları ve sonuçları? Nasıl? Doktor ne dedi? Senin bir isteğin var mı?” Soruları sıralı ve düzgündü.
“Abla çok sevinçliyim. Tahlil sonuçlarını Ogün Komutan getirdi, tüm sonuçlar iyi. Doktor çok moral verici konuştu. Eğer dersleriniz bittikten sonra uğrayabilirseniz, sizin de ellerinizden öpmek isterim. Çünkü verdiğiniz moral, iyi-güzel bakışlarınız, iyi dilek ve desteklerinizle iyileştim ben!”
“Sevindim. Uğramaya çalışacağım inşallah!”
“Teşekkür ederim.”
Aslında danışmak, öğrenmek istiyordu Asude. Hem aklına gelen her şeyi. Bunu da içtenlikle ondan öğrenebilirdi, yaşam deneyimine inanarak. Düşünürken tekrar çaldı telefon.
“Ben Eren. Ogün Komutan getirdi mi raporları? Nasıl çıkmış sonuçlar? Doktor ne dedi? Nasılsın? İyi misin? Moralin nasıl?”
O da eşi gibi makine işletir gibi sormuştu sorularını arka arkaya. Asude de ilk telefona nasıl cevap verdiyse aynı şekilde cevap vermişti âdeta, aşağı-yukarı.
“İyiyim, hatta çok iyiyim Eren Ağabey. Sizlerin gülen yüzleriniz, tatlı dilleriniz, ilginiz ve Doktor Beyin yönlendirişleri beni döndürdü sağlığıma tekrar. Allah razı olsun, gönlünüzden ne geçiyorsa ona kavuşun inşallah. Sizin denetlemeniz nasıl geçti? Bitti mi?”
“Bitti, bitti kızım! Merak edilecek bir şey yok şimdilik. Bakalım uygun olursa durumum; ‘Geçmiş olsun, gözümüz aydın’ demek için uğramak isterim.”
“Ablam da uğrayacak akşama doğru. Sizin de ellerinizi öpmek isterim, görüşürsek mutlu olurum ağabey!”
Arka arkaya gelen iki telefondan kendilerine iletilen selâmlara sevinmişti yaşlılar da.
“Madem çocuklar akşama uğrayacaklar, biz babanla kantine gidip meyve suyu, bardak falan alalım. Senin istediğin bir şey var mı kızım?”
Terliklerini giyip; “Ben de geleyim sizle!” demeyi geçirdi içinden, fakat belirleyemediği bir güç onu yatağına yönlendirdi. Pikeyi üstüne çekerken;
“Teşekkür ederim, sağ olun!” dedi.
Onlar henüz kapıdan çıkmışlardı ki, gün boyu susmuş, kendi halinde akşamı getirmeğe çalışan telefonu üçüncü kere çalmıştı. “Bu; mutlaka o olmalı” diye düşündü, telefonu açmaya yönelirken, saçlarını düzeltme gayretini yaşadı, yatağında doğrularak.
Heyecanlanmıştı, telefon açtı, ama ses vermedi hemen.
Karşısındakinin de sadece nefes alış-verişi duyuluyordu, belki de aynı heyecanla. Neden sonra;
“Ben Ogün. Asude?” dedi sorarcasına. İlk defa duyuyordu ismini onun ağzından.
“Evet, benim!”
“Bağışla! Rahatsız ettim. Diş macununuz için belirlediğiniz bir marka olup olmadığını sormak istedim.”
“Mentollü olduktan sonra markası hiç önemli değil.”
“Peki, başka bir isteğiniz var mı? Hem nasılsınız? İyi misiniz?”
“Yok başka bir isteğim. İyiyim de! Akşamüzerine doğru Zemine Ablalar gelecekler, siz de gelmeyi düşünmez misiniz?”
“Hem sevinerek, isteyerek, gönülden arzulayarak. Ve ayıplamazsanız, çok erken demezseniz, daha sonra da görebilir miyim sizi?”
“Neden erken olsun ki? Neden ayıplayayım ki? Memnun olurum, hatta ben de sevinirim.”
Ne diyeceğini şaşırmıştı yutkunurken Asude. Hemen belli mi etmişti acaba duygularını? İki kelimede anlaşılır mıydı kalbinin çarpıntısı? Yok canım! Sustu. Susması gerektiğini düşündü, birbirinin nefeslerini duyuyorlardı sadece. Karşısı;
“Allahaısmarladık!” demişti, şaşırdı Asude, o da;
“Allahaısmarladık!” dedi sessizce, sitemsiz, uzaklaşmaktan çekinerek.
Hayatında, boyanmak, süslenmek nedir hiç bilmemişti, hatta hatta arzulamamış, istememişti bile. Sabun yetiyordu kendine. Tüm güzelliği için. Oysa şimdi güzel olmak istiyordu, Zemine ablasından birçok şeyi öğrenmek istiyordu. Kalktı, yüzünü yıkadı şehir sabunlarından biriyle. Annesi-babası geldiklerinde de yeni pijamalarını giymeyi istediğini söyledi annesine. Aldıklarından beri, giymeye kıyamadığı.
Annesi onu doğuran değildi, önceden de söylendiği gibi. Ama annesi hissetmeğe başlamıştı bir şeyleri…
Kızındaki değişiklikleri, gözlerinin gülüşünü, neşesini, heyecanını ve hatta nedenini…
Kuş, yuvada kalmaktan sıkılmıştı, uçmak istiyordu, uçacaktı da. Zamanı uzatmanın âlemi yoktu, hatta yakınlaştırmak gerekti zamanı. Kızının ihtiyacı o idi. Tanrı ona sağlığını vermiş, ama sevgi iyi olmasını, hem de çok çabuk, çarçabuk iyi olmasını sağlamıştı.
Önce Zemine geldi.
“Abla beni biraz koridorlarda dolaştırır mısın?” dedi, annesinin-babasının yanında öğrenmek istediklerini, paylaşmak istemiyordu. Koridorlar boyunca gittiler-geldiler, geldiler ve yine gittiler. Ta ki Ogün gelene kadar, öğrenmek istediklerini ve öğrenmesi, bilmesi gerekenlerin hepsine yakınını…
Öğrendikleri yeterli miydi kendisi için? Hayır! Ya öğrettikleri, anlattıkları Zemine ablasının? Onun cevabı da; “Hayır!” idi. O halde daha çok beraber olmalı, ya da medeniyetin o güzel buluşuyla, daha çok konuşmalıydılar. Ya da yazmalıydı ablası, not-not, tane-tane, aklına gelen her şeyi, ya da sorduklarını, sormak istediklerini hissedip…
Koridorlarda şimdi Zemine ve Asude’nin ayak sesleri değil, Asude ve Ogün’ün çarpan yüreklerinin sesleri duyuluyordu.
Ogün bu kere çiçek yerine bir kitap ve ufak sayılmayacak bir çikolata getirmişti, diş macunu ile beraber. Gelmeden önce de doktora danışmıştı, mahzuru(60) olup olmadığını.
Ve önemliydi ilk görüştükleri tarihi kitabın ilk sayfasına yazmak;
“Sevgilerimle, Ogün”
Sonra Eren gelmiş, iyi olması dilekleriyle, “Kısası makbul” denilen ziyaretini gerçekleştirmişti.
Zemine ağabeyinin koluna girmişti, kocası yerine ve ilk fırsatta kolunu hafifçe sıkarak, kısa, kesin, öz ve anlamlı bir şekilde fısıldamıştı:
“Ne düşünüyorsun?”
Demek ki içinde ne varsa, içinden ne geçiyorsa- yani her şeyi belli etmişti Ogün, kız kardeşine, belki dalgınlığında dalgınlıkla eniştesine de. O halde bir şeyler parlatmak da vacip(58) olmuştu.
“Ne dersiniz, dün ertelediğimiz parlatmayı bugün gerçekleştirelim mi?”
“Aman Ağabey. Siz erkek erkeğe gidin. Benim evde işlerim var. Hem siz bensiz daha rahat olursunuz.” Sonra kocasına yönelip “Özür dilerim Ağabey!” dedikten sonra kocasının kulağına bir şeyler fısıldamıştı yine kısa, kesin, öz, kocasının anlayacağı şekilde.
Ağabeyinin konuya ilgisizmiş gibi davranmasından, belki de konuyu değiştirmesinden haydi her şeyi değil de çok şeyi anlamıştı Zemine. Ve bunu ulaşması gereken adrese söylemesinden daha doğal ne olabilirdi ki?
Ev telefonundan Asude’ye verdiği kendi cep telefonunu aradı;
“Her şey yolunda… Karşılıksız değil. Hem yalnız da değilsin, bundan sonra…”
Bilmece değildi duydukları Asude’nin. Her şeyi anlamıştı, hem de bir çırpıda.
Sonra…
Sonra ne mi oldu? Onu da siz yakıştırın canım!
Yalnız ufak bir ipucu;
Ogün Komutan gitmedi memleketine annesini babasını görmeğe, bilakis onlar geldiler memleketten, görmeleri gerekeni görmeye…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküde adı geçen Asude ve Ogün dışındaki isimlerin hepsi yaşamıştır ve yaşamaktadırlar. Asude ve Ogün’ün isimlerini ben verdim, ama sima olarak onlar da yaşamaktadırlar sandığım, otobüste gördüğümce.
(**) Bir kısım sözler, unvanlar yöremde kullanıldığı gibi aynen ve bozulmadan kullanılmıştır. Ancak bilinmesinde yarar gördüklerimin karşılığını yazmayı da uygun gördüm.
(1) Alaz; Alev, yalaz. Yanan ve ışık veren gazların, değişik biçim ve büyüklükteki dilleri.
(2) Evlek; Tarlanın tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri olmakla beraber yöresel olarak bir dönümün dörtte birine (yani 250 m2 lik bölümüne) verilen ad. Ayrıca su yolu anlamındadır.
(3) Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.
(4) Şehlâ; Kusurlu sayılmayacak kadar hafif şaşı göz. Koyu mavi, elâ göz. Hafif, tatlı şaşı.
(5) İmece; Genellikle kırsal yerleşim merkezlerindeki topluluklarda birçok kişinin toplanıp, örneğin herhangi bir nedenle tarlasını işleyemeyen bir kişinin tarlasını sürmek, köyün yolunu yapmak vb. gibi işlerin el ele yapılması, işlerin sırasıyla herkes tarafından çabuk bitirilmesi.
(6) Hakşinas; Haktanır. Herkesin hakkını gözeten kimse.
(7) Sabi: Arapçada henüz ergenlik çağına ulaşmamış (küçük) çocuk.
(8) Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.
(9) Beşbeş; Yöresel olarak çocukların paraya verdiği ad, özellikle dini bayramlarda.
(10) Terki; Binek hayvanlarının sağrısı. Eyerin arka bölümü.
(11) Asude; Sakin, rahat.
(12) Yılkı: Yaşamının kalanı kısmını rahat geçirmesi, bir bakıma kendi kendine ölmesi için doğaya teslim edilen, ya da bırakılan, azat edilen at ya da eşek.
(13) Azade; Başıboş, serbest.
(14) Keleme: Sürülmeden bırakılmış tarla veya bakımsız bağ-bahçe.
(15) Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
(16) Kız Kurusu; Evlenmemiş yaşlı kız.
(17) Yâd Eller; Baba ocağından, ailenin bulunduğu yerden uzak olan yerler. Yabancı kimseler, yabancılar.
(18) Şeriat; Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslam Hukuku.
(19) Hemhal; Aynı durumda olan.
(20) Vuslat; Kavuşmak, ulaşmak. Sıla. Bir süre ayrı kalınan yere ve yakınlarına kavuşmak. Herhangi bir ortamda bir bilinenle sarılmak, kucaklaşmak (öyküde yöresel olarak son anlam söylenmek istenmiştir).
(21) İkilem; Dilemma. Her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum.
(22) Gevelemek; Anlaşılmaz bir biçimde sesler çıkartmak, ne dediği anlaşılmamak.
(23) Kibir; Gurur. Kendini herkesten üstün tutma, büyüklenme.
(24) Tevazuu; Gösterişsizlik, yalınlık, alçakgönüllülük.
(25) Şeytana Külâhı (Pabucu) Ters Giydirmek; Çok açıkgöz, kurnaz ve becerikli olmak.
(26) Gözleri Fel Fecir Okumak; “Gözleri vel fecri okumak” veya “Fer fecir okumak, Fel fecir okumak” diye de kullanılan bu tabirle, çok uyanık, cin gibi olmak, kurnazlığı gözlerinden okunmak gibi anlamlar çıkarılabilir.
(27) Toyluk; Toy olma durumu, toyca davranış, gençliği sebebiyle görgüsüz ve beceriksiz olma, çaylak, acemi olma.
Bakirlik; El değmemiş olma durumu.
(28) Ellerini ellerimden ayırma hiç… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; İsa COŞKUNER’e ait olup eser Nihavent Makamındadır.
(29) Gitme, sana muhtacım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Selâmi ŞAHİN’e ait olup, eser Kürdi Makamındadır.
(30) Otacı; Çeşitli bitkilerle tedavi uygulayan kişiler için halk arasında hekim veya eczacı anlamlarında kullanılan unvan.
(31) Kelli; Bundan sonra. Bu nedenden dolayı. Bir kısım sözlerin ardı sıra geldiğinde sözlerden birincisini zorlayıcısı anlamında bir söz.
(32) Ünlemek; Yüksek sesle çağırmak, yüksek sesle duyurmak, bildirmek.
(33) Eskort; (İngilizce) Eşlik eden, önemli bir görev için gidenin önünde arkasında, ya da yanında kılavuzluk, rehberlik eden, koruma ve yönlendirme amaçlı şey.
(34) Mutat; Alışılmış yol, tarz ve şekil, şey. Her zamanki gibi. Alışkanlık.
(35) Çıkın, ya da Çikin, ya da Çıkı; Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r” harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).
(36) Necip Olsa; Biz; “necebolsa” diye telâffuz ederiz. Anlamı; “Nihayetinde, sonuçta” diyebileceğimiz yerel bir söyleyiştir.
(37) Zırnık: Doğal olarak kimyasal bir madde olmakla birlikte herhangi bir şeyin en küçük, en önemsiz ve işe yaramaz parçası.
(38) Dolmuş Kâhyası (Değnekçi); Genel olarak ya da herhangi bir boş kaldırım veya resmi binanın önünü tutmuş gelen arabaların park etmelerini, dolmuşların düzenli çalışmasını sağlayan kişi olması gerek. Ancak yozlaştırılmış bir deyimdir. Genelde hart-hurt edip dolmuş şoförlerini “Gel! Git!” şeklinde inciterek, üzerek ikaz eden, gücünü nereden aldığı belli olmayan, vatandaşı koyun gibi sayan, elinde ne amaçla, ne unvanla ve ne yetkiyle bulundurduğu belli olmayan, düdük ve ne anlama geldiği belli olmayan kolluk takan ve hizmet veriyormuş gibi her dolmuş şoföründen belirli bir ücret tahsil eden tufeyli.
(39) Eren’in Sicil Numarası olan 3736 rakamını; “Eren” , isminin cep telefonunda tuşlanma rakamları olarak belirledim. 2010 ise; lisedeki öğrenci numaramdır.
(40) Makbul; Kabul edilen. Beğenilen, hoş karşılanan. Geçer, geçerli. Kabul olunmuş.
(41) Kuş Kanadıyla; En hızlı bir biçimde…
(42) Osmanlı Kızı (Kadını); Ağırbaşlı, ciddi, sevgi dolu, nerede, nasıl davranacağını bilen, aktif, zarafet ve estetiğe de sahip kız ve kadınların tanımlanması.
(43) Hoşnutluk; Bir davranış, bir durum veya bir kimseden memnun ve kıvançlı olma, yakınması olmama.
(44) Fısır Fısır Konuşmak; İstenilen kişi ya da kişilerin dışında kimsenin duyamayacağı bir şekilde kulaktan kulağa, bir bakıma toplum tarafından hoş görülmeyecek bir biçimde kısık sesle yapılan konuşma.
(45) İlköğretim; Evvelden ilkokul; 5 Yıl, Ortaokul; 3 Yıl, Lise; 4 ya da 3 yıl eğitimleri vardı. Sonraları ortaokullar kaldırıldı, ilköğretim 8 yıl oldu. Ondan sonrası ise “Yaz-Boz Tahtası” gibi, bilemediğim.
(46) Nida; Bağırma, çağırma, seslenme. Ünlem işareti.
(47) Müstahdem; Bir iş yerinde hizmette, ayak işlerinde kullanılan kişi.
(48) Gerçekten, gerçek yaşamımda, yaklaşık 25 yıl kadar önce eşimin okuluna gitmiş, Müdüre Hanıma (ki Müdüre Hanımla eşim hâlâ yaşantılarında, okullarının bir yardım kuruluşunda devamlı birlikte çalışmaktalar) tanıdığını varsayarak; “Hatun’umla görüşecektim!” demiştim, odasında oturarak. O da dalgınlıkla olsa gerek, yerinden kalkmış, beni-kravatlı çantalı görünce, müfettiş sanıp bir kısım sorunlarla başı dertte olduğunu sandığım “Hatun Öğretmeni” getirmişti, yanında. Sonra beni tanıyınca, ya da ben; “Ben, benim Hatun’umla görüşmek istiyorum!” deyince konu anlaşılmıştı.
Buna benzer bir olayı da arkadaşlarımla Bursa-Uludağ dolaylarında yaşamıştım. Fakülte arkadaşlarımdan biri eşime;
“Hanımefendi, isminiz nedir?” diye sormuş, cevabı aldıktan sonra şöyle devam etmişti;
“Geldiğimizden beri dikkat ettim, Erol isminizi hiç söylemedi. Ya ‘Hatun, Hatun’um, ya İçişleri, ya bir tanem’ diye hitap etti size. Eğer çok yakın duruyorsanız birbirinize, ya da bizlerin duymasını istemiyorsa; ‘tatlım-kıymetlim, datlım-kıymatlım, mis kokulum’ gibi bir şeyler söylediğini istemeyerek de olsa duydum. Bunun için isminizi öğrenmek arzusunu duydum” demişti.
Gerçekten de gerçek yaşamım boyunca eşimi ismiyle hiç çağırmadım desem yeri, çok güç durumlarda, büyüklerimiz hayattayken, belki…
Eee! 40 küsur yılı taşan 50 denilecek yaşlara hemen hemen ulaşma aşamasındaki yaşamımızda bu sözler, bu kelimeler üremiş olsun, değil mi?
(49) Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.
(50) Velhasıl Kelâm; Elhasıl, velhasılıkelam, Kısacası.
(51) Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var, inan… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; “Yusuf NALKESEN’e ait olup eser; Kürdili Hicazkâr Makamındadır.
(52) Motivasyon; Güdülenme. Güdüleme. Bir insanı belirli bir harekete geçirmek için uygulanan güç. Bireyin işinin yönünü, gücünü ve öncelik sırasını belirleyen iç ve dış kaynaklı güçlerin etkisi ile eyleme geçmesi. İş veya öğrenmeye geçme isteği.
(53) Mutabık; Birbirine uyan. Aralarında anlaşmazlık olmayan, uygun.
(54) Klişe; Basmakalıp söz, görüş vb. Özgün olmayan, değişiklik göstermeyen. Matbaacılıkta baskıda kullanılmak üzere hazırlanan levha.
(55) Bedbinlik; Karamsarlık, kötümserlik.
(56) Acullük; Acelecilik. (Acul, Arapçada “aceleci” demektir) aklımda kalan belki atasözü, belki kişilerin deyişleri olarak birkaç alıntı da şöyledir: “Aceleyi yavaş yapın! Ağır ağır acele et! Sabır sevincin, acele pişmanlığın ifadesidir! Hata acelenin hayırsız çocuğudur!” gibi.
(57) Lökosit; Kanın beyaz küreleri. İdrarda aşırı miktarda görülmesi enfeksiyon belirtisidir.
Eritrosit; Alyuvar. Kırmızı kan hücresi. Kemik iliğinde üretilen ve görevi vücudun her noktasına kan taşımak olan hücreler.
(58) Âdâp; Töre. Edepler. Yol yordam, yöntem.
(59) Teşvik Etmek; Birinde bir şeyi yapma isteği uyandırmak.
(60) Mahzur; Çekinilmesi, dikkatli olunması gereken, sakınmayı gerektiren durum.