İnsanlar bazen, bazı şeylerin üstesinden gelmez, gelemez. “Olmaz böyle şey(1)!” der, o şarkıdaki ile hiç ilgisi olmaksızın. Ben ise; “Böyle aksilikler de hep beni mi, bulur yahu?” derim. Şans işte!

Ziya Paşanın dediği gibi; Bî-baht olanın bağına katresi düşmez / Baran yerine dürr ü güher yağsa semadan”, yani; “Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa, bahtı kapalı olanın bahçesine yine de bir damlası düşmez…(1)

Bir diğer deyiş “Gökten halka yağsa, biri bile başımdan geçmez de…(1)

Sonunu devam etmeğe terbiyem müsait değil, ama buna benzer başka türlü ilenecek sözleri de sıralarım arka arkaya(1), belki de rahatlamak için. Benimkisi öyle bir hesap işte!

Güzel Anadolu’mun sahil kentlerinden birine bir seminer için davet edilmiştim; daha doğrusu âmirlerimin izni ile kendimi davet ettirmiştim, o profesörler topluluğu içine konumla ilgili bir tebliği(2) ve o belgede yoğunlaştırdığım bilgileri sunmak için.

Ancak toplum karşısında konuşma yeteneğim hiç yoktu, hele ki bilgi dağarcıkları külliyen dolu(!) profesörler karşısında. Ancak grubumla, ya da emrimdeki meslektaşlarımla yaptığımız çalışma herkes, hatta tüm Türkiye tarafından bilinsin istiyordum.

Bir ağabey cesaret vermişti; “Git mezarlığa, tebliğini taşlara, mezarlara oku, onlarda ses yoktur, farz et ki, salondasın, sessizliktesin. Sonrasında çık kürsüye, anlat, başkalarının da bilmesini istediklerini. De ki, ya da düşün ki, karşında aynı mezar taşları var!”

Mezarlığa gidip mezarlığı tam anlamıyla gören bir tepeden bildirimi okudum, anlattım taşlara karşı düşüncelerimi ve tespitlerimizi. Tek-tük gelip-geçenlerin manidar(2)-manasız-anlamsız bakışlarına aldırmaksızın…

Gün geldi. “Uzun ince bir yoldayım!(3)” türküsüyle, bir gün öncesinden arabayla çıktım yola, Organizasyon Komitesi yerimi-yurdumu belli etmişti. Çoluk-çocuğum olsaydı belki onları da getirirdim böyle bir yere, masraflarını cebimden ödeyerek, onların mutlulukları için.

Ama garantim vardı; dünyaya “Sap(4) olarak gelmiştim, sap olarak gidecektim!” herhalde. Ne bir özencim vardı bu konuda, ne de bir arzum. Söylenenlere ve söyleyenlere tavrım ise; “Lâf ola, beri gele!(5) şeklindeydi.

Her neyse! Otele ulaştım, kaydımı o güzel görevli genç kıza yaptırdım, çantalarımı, bavulumu alıp, görevli bir genç arkadaşın yardımıyla odama çıktım.

Bundan sonrası teferruat sıralamağa gerek yok, bence. Odaya yerleşmek, duş almak, notlarıma göz gezdirmek, falan-filân işte…

Salona, ya da lobiye indim, danışmadaki gelenler listesine baktıktan sonra. O güzel kız bir kere daha dikkatimi çekmez mi? Yan gözle de olsa baktığım artık fark edilmiş miydi, bilmiyor, bilemiyorum.

Çoğu üniversiteden hocam olan profesörleri, bir kısmı üniversiteden arkadaşlarım olan asistanları görmek, kucaklaşmak ve akşam yemeğinde beraber olmak için onların nerelerde olduklarını araştırdım ve buldum da.

Genelde insanlar, özelde ben ve benim gibiler, birkaç yudum içkinin kendilerini gerilimden kurtarıp rahatlattığını sanırlardı. Ben de öyle yaptım, büyüklerimle ve arkadaşlarımla görüşüp kucaklaştıktan sonra.

Ertesi gün başlayacak seminerin ikinci gününde sunacaktım tebliğimi. Aslında buna tebliğ yerine bildiri(2) demek daha doğruydu, ama genel teamüle(2) uymak da gerekliydi, ben de o nedenle hep “Tebliğ” deyip durdum, başlangıçtan beri. Neyse tekrar başa döneyim.

Bildirimi gözden geçirmek, bir kere daha pencereden gökyüzüne bakarak, mezar taşlarına bakarcasına, kendim-kendime sunmak için elime aldım. Bir kutu içindeki bildirimin(!) tamamını içeren teksir edilmiş notları kontrol ettim özenle.

En önemli ihtiyacım slayt projektörü(5) idi ki, bu konuda da endişem yoktu. Çünkü organizatör ağabeyler ve hocalarım ne gerekiyorsa, gereğini gereğine uygun olarak hazırlamışlardı.

Diğer endişem olmayan konu ise; tebliği sunacağım ufak çantam içindeki slâytlar ve notlarım idi, hatta kalem şeklindeki işaret çubuğum bile.

Bir kısım düşünürlerin dediği gibi; “Dün geçti, yarın var mı? Gençliğe güvenme! Ölen hep ihtiyar mı?(6)“Gün geçmez bölmelerde yaşa!(6)” sözlerinin etkisiyle dünü de, yarını da oldukları yerlerde bırakıp sadece bugüne odaklanmak en doğru karar olmalıydı.

Bence bu konuda en güzel deyişlerden biri de şu olsa gerek; “Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti; / Derede akan su, ovada esen yel gibi, / İki gün var ki dünyada, bence ha var, ha yok, / Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.(6)

Ben de dünü ve yarını bıraktım bir kenara! Odaklanmam gereken konulara odaklanmalıydım ve bu gayreti yaşadım.

Bence doğrusu Seminer(2) olan (ya da Kongre(2)) her neyse onun birinci günü çok büyük ve muhterem zevatın(5)(!) katılımı ile hay-huy içinde(7), önce kokteyl, sonra mükemmel bir akşam yemeği ile geçti.

Ertesi gün tebliğimi sunacağımdan dolayı, mükellef(2) olana abartılı bir şekilde yüklenmedim, hem her bakımdan. Dinlenmek ve tebliğime konsantre olmak(7) için erkenden çekildim odama.

Sabahında heyecanlıydım. İşyerimdeki toplantılarda, hatta bakan, müsteşar, genel müdür karşısında bile cesurdum; uzmanlığım konusunda, bildiğim konularda, çatır-çatır fikrimi söyler, belgelerle fikrimi ispat eder ve dimdik kalırdım karşılarında, ama bir kısmı arkadaşım, hocam da olsa bir topluluk karşısında ilk defa konuşacaktım ve gerçek anlamda ürküyordum…

Kongrede sıra bana geldi. Başlangıçta heyecanlıydım, gerçekten. Sonrasında heyecanım duruldu. Anlattım, işaretledim, gösterdim, terlemeden, teklemeden, yutkunmadan.

Soru-cevap kısmında hocalarımdan birinden ummadığım bir tepkiyle soru aldım, yaptıklarımıza, çalışmalarımıza, değer verip hazırlayıp sunduklarıma inanmıyormuşçasına;

“Söylediklerinize, anlattıklarınıza kendiniz inanıyor musunuz?”

Beklemediğim bir davranış ve soru biçimiydi bu. Gözlerine bakarak, mikrofonu kürsüde bırakıp, kürsüden inerek yanına geldim.

Dövmek gibi bir niyetim yoktu bana yıllarca emek veren bir eğitim görevlisini, aslında buna ne hakkım, nede haddim vardı, ne de böyle bir şeyi düşünecek gibi saygısızlık yapmak gibi edepsizliğim. Taş ederdi Tanrı beni. Ancak belki de kinle, belki de hasetlenmesinin(8) cevabı gibi;

“İnanıyorum tabii hocam, inanmamam için de sebep yok, hem inanmasam, konuyla ilgili olarak detaylıca çalışıp karşınıza çıkmaya cesaret edebilir miydim? Önemli olan böyle bir çalışmanın yapılmış olması. Başlangıçla-bitiş arası yahut da şu tarihle bu tarih arası değil, arada kalan süre önemlidir.”

Bir soluk nefes almam yeterliydi, devam etmem için;

“Olayın; yediden beşe inmesiyle, beşten üçe inmesi arasında hiç bir değişiklik yoktur, fark her ikisinde de ikidir, bu çalışmada. Varmak istediğimiz sonuç da bu olmalıydı ve biz bunu gerçekleştirdik, danışma ve çalışma grubumuzla. Konu budur. Bilmem anlatabildim mi, sayın hocam?” dediğimde tepkimin aşırı boyutta olduğunun, üstelik sinirlerime hâkim olamadığımın farkındaydım.

Kürsüye döndüm, notlarımı toplayıp “Teşekkür ederim!” dedikten sonra odama yöneldim, aynı sinirle. Ufak bir duş alıp rahatlasam fena olmayacak gibime geliyordu, beni bekleyen sürprizden haberdar olmaksızın.

Odamın kapısına geldiğimde tüm çarşafların, havluların oda kapısı önüne yığıldığını, çanta ve bavullarımın onların hemen yanına istif edildiğini, kapıdaki genç bir adamın terlik ve pabuçlarımı oda dışına ayaklarıyla itekleme gayretinde olduğunu gördüm.

Odada genç bir kadın ve 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu vardı, puf üstünde sessiz-sakin bir şekilde, kucak-kucağa oturmuş olarak.

Genç adam;

“Bugün geldik, Danışmadan bu odayı verdiler, biz de geldik, haber verdik, görevliler şimdi gelecekler ve gereğini yapacaklar. Odayı boşaltmayı unuttunuz herhalde?” dedi, sesinde ince bir alay, istihza süzülüyordu.

Zaten ayakkabılarımı ve terliklerimi de ayaklarıyla oda dışına iteklemesine sinirlenmiştim.

“Peki, odayı boşaltmayı unutan oda sahibi kimdir, diye merak edip araştırdınız mı?”

“Görevli Bayan ‘Boş!’ dedi. Biz de bir an önce yerleşmeyi arzuladık, mahzuru mu vardı ki? Hem biz ne bilelim odanın size ait olduğunu? Bize sitem etmeğe hiç hakkınız yok! Gidin onlarla halledin sorununuzu, pılınızı-pırtınızı da toplamayı unutmayın!”

“Herhalde ‘Lütfen!’ demeyi unutmuş olmalısınız?”

“Lütfen!” dedikten sonra sinirli bir şekilde kapattı kapıyı genç adam.

Taşmış olan o sinirimle aşağıya indim. Danışma bankında o genç kız vardı gene o anda. Elimi masaya vurarak;

“Bakar mısınız?” dedim.

“Buyurun efendim!” diye cevapladı beni çekinceyle.

“İsmim Müjdat. Üç gün önce, beş günlüğüne görevli gelmiştim. O da numaram birinci kat, 11 numara. Yani 111. Şimdi kongreden yorgun-argın(5) çıkıyorum ve odamda birileri var, üstelik eşyalarımı oda dışına koyan, ayakkabılarımı ve terliklerimi ayağıyla süpürerek itekleyen. Bu, ne demek oluyor bu?”

“Bir saniye kontrol edeyim, efendim?” dedikten birkaç saniye sonra ekledi;

“Odanız üç gündür boş gözüküyor efendim!”

“Nasıl olur? Ben üç gündür o odada kalıyorum. Kaydımı yaptırdım. Hem sizde kongreye katılacakların adres ve oda numaraları kayıtlı değil mi? Peki benden odanın ücretini nasıl tahsil edeceksiniz?”

“Bir saniye efendim, lütfen sinirlenmeyin, sakin olmaya gayret edin, tekrar kontrol edeyim!”

“Bana emir verir gibi, öğüt verir gibi konuşamazsınız! ‘Sakin ol!’ diyemezsiniz! Buna hakkınız yok! Hemen gereğini yapın ve odamı boşalttırıp bana iade edin, lütfen!”

Birden gözleri karardı genç kızın, ağlamaklı oldu;

“Lütfen bağışlayın efendim. Genel listede adınız ve oda numaranız kayıtlı, ancak otel listesine aktarırken unutmuş olmalıyız yahut da o gün kaydınızı ben aldığıma ve listede benim imzam olduğuna göre kaydı aktarmayı ben unutmuş olabilirim.”

“O halde odamı bana iade edin ve kapatalım bu konuyu!”

“Efendim, ne olur bağışlamaya çalışın beni. Onlar bir aile efendim, himmetinize sığınıyorum!”

Gözleri buğulanmıştı, ağlamıyordu, ama gözlerinden yaşlar süzülüyor, makyajını lekeliyordu;

“Peki, güzel kız! Gözyaşlarınıza dayanamam. Bir oda gösterin de, dinleneyim, ondan sonrası Allah Kerim!”

Bu kere genç kız düpedüz ağlamaya başlamıştı, çekinmeksizin;

“Hiç odamız yok efendim. Mevsim sonu indirimimiz olduğu için herkes bu günleri tercih ediyor, gelen birkaç kişiye de ‘Maalesef yerimiz yok!’ dedik!”

“O halde müdürünüz, ya da sorumlunuz kimdir, çağırın onunla görüşeyim!”

“Yapmayın efendim. Ekmek param bu iş, sadece. Beni kovarlar sonra, tam da kışa girmek üzereyken. Yardım edin!” derken hıçkırmaya da başlamıştı genç kız, gözyaşlarına ek olarak.

İşin tuhafı herkes kendi havasında olsa gerekti ki, yanımızdan, yakınımızdan bile kimse geçmiyordu. Ellerimle gözyaşlarını kurulamak istercesine yanaklarına dokundum;

“Lütfen ağlama güzel kız. Git bir yüzünü yıka! Yaşamımda ilk defa başıma gelen bir olay bu! Hem yaşadığım olay, hem de bir genç kadının benim yüzümden ağlaması. Bu tahammül edebileceğim bir şey değil. Haydi, lâvaboya git-gel! Çözüm üretmemize gerek yok! Arkadaşlarımla vedalaşayım ve eşyalarımı alıp köyüme geri döneyim. Artık bir genç arkadaşınızı eşyalarımı getirmesi için görevlendirirsiniz, değil mi? Çünkü o sıfatını belirlemek istemediğim insanla yeniden karşılaşmak istemiyorum da…”

Başını eğdi, burnunu çekerek lâvaboya yönelirken.

Döndüğünde yüzünü yıkamış, saçlarını belli-belirsiz taramış gibiydi. Üstelik makyajını da tazelemişti (galiba). Ben yaşamımın hiçbir devresinde böyle bir güzellikle karşılaştığımı hatırlamıyordum.

İnsanlar, daha doğrusu genç kızlar, doğal güzelliklerini saklamak isterlercesine neden makyaj yaparlardı ki?

Ben, bana yetki verilseydi, meselâ padişah, cumhurbaşkanı(!) gibi biri olsaydım; genç kızların makyaj yapmalarını yasaklardım (meselâ).

Gerçi atalarımız(!) ne demişlerdi; “Çirkin kadın yoktur, güzelleşemeyen ya da güzelleşmesini bilmeyen kadın vardır!(9)ya da bunun benzeri gibi bir şey. Ama bu söylem benim umurumda bile değildi.

“Affedersiniz! Bir kere daha bağışlamanızı isteyecek, dileyeceğim sizden. Benim yüzümden kongrenizi takip etmeyip bırakmanıza gönlüm razı değil. İsterseniz takip edin, akşama nöbetim bitiyor. Eğer uygun görürseniz evimde misafir etmek isterim sizi, her ne kadar burası kadar rahat görünecek gibi olmasa da…

Babamız yok! Annemle beraber oturuyoruz ve dünyanın en güzel mantısını annem yapar bana göre. İsterseniz telefon edeyim yapsın, isterseniz annemi de alıp bir yerlere götürüp yemek ısmarlayayım size!”

“Rüşvet yani?”

Gülümsedi;

“Aklımın ucundan bile geçmedi. Bana, yaptığım hatayı incelikle affedip destek olan bir ağabeye minnet borcumu(5) ödemek gibi, yorumlasanız?”

“Oldu güzel kız!” dediğimde yakasındaki isim levhasına bakma arzusunu hissettim. Elimi uzatıp yakasını tutarken;

“Gözlerim azıcık miyop da…

İsmin de güzelmiş; Müjde! Tanıştığımıza memnun oldum! Düşüncenize katılmak bir an için aklımdan geçti. Düşünmekten bile memnun oldum diyebilirim. Ancak ne annenizi, ne de sizi rahatsız etmeyi, hele ki yanlış bir anlaşılmayla size bir söz gelmesini istemem…

O nedenle siz bilirsiniz muhakkak şehirde iki yıldızlı da olsa bir otelde kalarak gecelerimi geçirebilirim, kongre sonuna kadar.”

“Affedersiniz efendim, elin ağzı torba değil ki büzesiniz. İnsanın içinde fesatlık varsa neler düşünmez ki?  Hem zaten kulağımıza ulaşan dedikodulara göre düşünmüşler de, düşündüler de. Ama umurumda değil, siz rahat olun efendim…

Ben, bir fiske ile yıkılmayacak kadar güçlüyüm. Her ne kadar unutkanlığım nedeniyle sizin karşınızda gözyaşlarımı tutamayıp duygularımı engelleyemesem de!”

“Önemli değil. Şu benim ERKA 11(10) plakalı arabamın anahtarı. Artık çantamın, bavulumun arabama yerleştirilmesine yardımcı olursanız sevinirim. Akşam için de söz vermiyorum, ama ‘İnşallah teklifinizi kabul ederim!’ düşüncesi geçiyor aklımdan. Neyse! Ben kongreyi takip etmeğe gidiyorum…”

“Başarılar efendim. Her şey için de teşekkür ederim, sağ olun. Aracınızın koltuğuna ev adresimi yazıp koyarım. Bizlerin otel müşterileri ile birlikte çıkmamız hem yasak, hem de servisimiz var…

Üstelik kongrenizin bitiş vakti hakkında da kesin bir bilgim yok. Belki ben o vakte kadar dönmüş olabilirim. Atalarımız; ‘Sora-sora Bağdat bulunur!’ demişler. Sanırım evimi bulmanız zor olmaz!”

“Sana da iyi çalışmalar güzel kız, ben de teşekkür ederim. Ama tekrar ediyorum söz değil!”

Niçin iki sözümün birinde “Güzel kız!” demeyi beceriyordum da “söz vermiyorum!” dediğimi bilemiyordum. Belki Tanrı biliyor olabilirdi, içimden geçeni yahut da içimden nelerin geçmesini istiyor olduğumu.

Sözüm ona kongreyi takip ediyordum. Elimdeki kalemi yere düşürmüştüm, farkında değildim. Yanımda oturan arkadaş eğilip almış, bana uzatmış ve ikaz etmişti:

“Uyuma!”

Bana neler olduğunun farkında değildim. Bildiğim tek şey evvelden hiç böyle bir şey yaşamadığım idi.

Oysa ne demişti Sokrates’ten yıllarca sonrasında şair;

Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok; / Şu dünyanın sırrına ermişim az çok, /  Derken aklım geldi başıma, bir de baktım; / Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok! (11) 

Yine şairden farklı olarak; “Ömrüm gelip geçmekte(12) derdim, bestekârın affına sığınarak. Çünkü kazanacağım da, kaybedeceğim de bir şey yoktu bana göre.

Ah kalbim! Hükmetmesini bilmeyen, hükmedilmesine de aldırmayan ve bunu anlamayan kalbim. Sen sevecen bir bakışla, bir gözyaşıyla, etkileyici bir sesle bu hallere mi düşecektin?

Hayal dünyasında gezinmeyi bile düşünmezken, hiçbir şeyin umurunda olmadığına inanırken ve kendine aşk-meşk(5) konusunda sonsuz güvenin olduğunu sanırken bu hallere mi düşecektin Müjdat?

Kongrenin oldukça uzayan bir münakaşa bölümü oluşmuştu. Varsayımlar üzerine kurulmuş düşünceler tam olarak açıklığa kavuşmamıştı. Bir profesörün “Ak” dediğine diğer profesörün yaklaşımı “Kara” idi ve sonuca ulaşılamamıştı.

Konunun son günün gündemine destekleyici ya da köstekleyici bilgiler ışığında eklenmesine karar verildi. Vakit çok gecikmişti. İçimden yemek yiyeyim gelmiyordu.

Kongrede özellikle son münakaşa canımı sıkmıştı. Kalıp takip etmemin yararı olmayacağı kanaatindeydim. Hem kalacak odam da yoktu.

Öyleyse “Yolcu yolunda gerek!(13) ya da “Yolcudur Abbas, sağa-sola bakmaz!(13) demek geçti içimden.

Hiç kimseye, hiçbir şey için söz vermemiştim ki, mecburiyetlerim olsun.

Danışmaya bırakıldığını umduğum arabamın anahtarını aldıktan sonra birkaç arkadaşla vedalaşıp dönüş yoluna koyuldum. Benzinimin azaldığını görünce bir benzinlikte hem benzin almak, hem de kraker falanla nefsimi körletmek, bir kahveyle zihnimi açık tutmak düşüncesini yaşadım…

Dönüp de arabaya bindiğimde, daha önce farkına varmadığım yan koltuktaki not çekti dikkatimi;

“Annem mantı yapmış, gelirseniz mutlu olacak, adresi yazdım, ancak arayıp-bulma endişeniz varsa telefon edin sizi geliş yolunuzda karşılayayım!” yazılıydı, bir ev telefonu yanında.

“Kendine Gel Müjdat! Yoksa korkup kaçmak mıydı muradın?” dedim kendime. Bağlanmak, bir güzele esir olmak korkusu yoktu ki benim hamurumda. Haber vermeden ayrılmak ayıp olmuştu genç kıza karşı. Benzinliğin telefonundan aradım;

“Özür dilerim, kongre sulandı, ben de dönmeye karar verip ayrıldım otelden. Size ‘Allahaısmarladık!’ demeden ayrıldığım için de üzgünüm. Sanırım tekrar görüşmemizin mümkün olmayacağını da söylemem gerek. Ben nerdeyim, siz nerde?”

Sözlerimi tamamlamama fırsat bırakmadı!

“Sizi özleyeceğim. Böyle mümtaz(2) insanlar hem sık gelmiyor otele, hem de sık bulunmuyor Türkiye’mde. Her şey insanın kaderinde yazılı olduğu şekilde oluşur. Gelseydiniz mutlu olacaktık, sevinecektik. Gene de umudumu saklı tutmak geçiyor içimden. Hani ‘Gün doğmadan neler doğar!’ denmiştir ya, belki bir umut…

Ve insanların elinde olan tek şey, yitirmediği, yitiremeyeceği, yitirmeyi aklından bile geçirmeyeceği umut. Elinizdeki bu numara evimizin telefon numarası! Ola ki bir gün canınız sıkılır, ‘Bir Müjde vardı, otelden yer ayırtsın, gideyim!’ derseniz çekinmeden arayın. Ben sizi bekliyor olacağım Müjdat…”

Bir süre durdu, belki yanlışlığını belki de söylemek istediğini tamamlamamak arzusu içindeydi gibi geldi bana. Sonrasında tamamladı sözünü; “Bey” diyerek ve kapandı telefon.

Bir süre oturdum direksiyonun başında. Görevli çocuğun hayret dolu bakışlarını ve “Abi, iyi misiniz, bir şeye ihtiyacınız mı var?” gibi sözlerini göz ardı ederek. Ne yapmam gerektiğinin kararsızlığı içindeydim.

Birden aklıma otel ücretini ödemediğim geldi. Ödemezsem o kızcağız ödemek zorunda kalacaktı. Benim ki de lâf işte! Otelin telefonu vardı, arkadaşlardan birine rica ederdim, bankadan havale ederdim, falan. Ama geri dönmek için sebep uydurmak istiyorduysam, sebep olarak bunu mu göstermem gerekti ki? Bedenim ayrılmış, ama gönlüm orada, onda kalmıştı.

Geri döndüm, akşamın karanlığında, bir yamaçta, bir su kenarında uyukladım, kim bilir belki de uzunca bir süre. Sabah için horozlar günün doğması için ötmeye başladıklarında, tekrar yola koyuldum.

Amacım kapıdan çıkmadan önce yetişmekti ona, O bana “Gideceğin yere beni de götür!(14) demezdi, diyemezdi ama ben ona “Kalacağın yerde ben de kalayım, izin ver!” diyebilirdim.

Ve sonuç “Hayır!” sözü ile bağlanırsa, yapacağımı düşündüğüm hiçbir şeyi yapmadan tekrar koyulurdum dönüş yoluma.

Bir polis arabasına, sonra bir bekçiye ve en sonunda da bir çöpçüye sordum adresi. Sanırım, ona kul-köle olduğumu anlatmak için belirli vaktin biraz öncesinde kapısındaydım.

Sabah erken kalkıyor olmalıydı. Arabamın çalışırken duran sesi dikkatini çekmişti herhalde ki perdesini aralamıştı. Ben de gayesizce kapımı açıp inmiştim arabadan.

Tek katlı evin sokak kapısı açıldı, pijamalarıyla koştu, sarıldı bana. Sokak ortası olması umurumda değildi. Gözlerini okşadım, gözlerinden öptüm.

“Sensizliğe dayanamadım, hemen özledim seni!” dedim.

“Ya ben?” dediğinde kapının eşiğinde annesi görünmüştü;

“Gel anne, sana söylediğim Müjdat bu işte!...

Müjdat! Annem Müjgân’la tanışmayı sen de istersin, değil mi?” dedi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Bir kısmı gerçekten yaşanmış öykünün, 1985 yılında, o günkü var olan teknik imkânlarla donatılmış olduğunu düşünmekte yarar olduğunu söylemem gerek. Bugünkü teknoloji, örneğin; dizüstü bilgisayar, CD, cep telefonu, internet vb. yoktu. Kısaca insanlar konuşa-konuşa (maalesef olağan değildi ki hayvanlar gibi koklaşa koklaşa olsun) ve bağıra-çağıra da olsa telefonlarla konuşabiliyorlar, anlaşabiliyorlardı.

(1) Olmaz böyle şey… Şemi DİRİKER’in sözlerini yazıp bestelediği  “Aşk  Alfabesi” olarak ve Yeşim YILMAZ’ın ünlendiği şarkı.

Bî-baht olanın bağına katresi düşmez / Baran yerine dürr ü güher yağsa semadan… (Ziya PAŞA), “Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa, bahtı kapalı olanın bahçesine yine de bir damlası düşmez!”

Benzer sözlerden bir kısmını şöyle sıralamak mümkün;

“Gökten halka yağsa, biri bile başımdan geçmez de, iki kazık inse…”

“Kişinin ters giderse işi / Muhallebi yerken kırılır dişi…”

“Talihsiz hacıyı deve üstünde yılan sokar…”

“Vermeyince mabut, ne yapsın (kel) Mahmut…”

“Kısmetinse gelir Hind’den Yemen’den / Kısmet değilse ne gelir elden…”

“Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur…”

“Şanssızsa adam kutup da deveye, çölde Eskimo’ya rastlar…”

ve devamı…

(2) Bildiri; Resmi bir makam, kuruluş ya da dernekçe herhangi bir durumu ilgililere duyurmak, bildirmek ereğiyle yazılan, yazı, sunum (Bir bakıma; tebliğ, tebligat da sayılabilir).

Tarımsal Mekanizasyon 9. Ulusal Kongresinde (20–22 Mayıs 1985) “Biçerdöverlerle Yapılan Hasatta Dane Kayıpları ve Milli Ekonomiye Etkisi” Konulu bir Tebliğ vermiştim. Bu konferansın en önemli notlarından biri de şu anda rahmetli bir hocamdan (Prof. Dr. Baha Galip TUNALIGİL) kalan şu sözlerdi: “Lisans, cehalet vergisidir!”

Kongre; Herhangi bir konuyu görüşmek üzere çeşitli ülkelerden gelen delegelerin katılmasıyla yapılan (Bir bakıma uluslararası) toplantı.

Manidar; Anlamlı, anlamı olan, manalı.

Mükellef; Bir şeyi yapma zorunluluğu olan. Yükümlü. Özenli bir biçimde yapılmış, çok özenle gerçekleştirilmiş, ortaya konmuş. Vergi vermekle yükümlü kişi ya da kuruluş.

Mümtaz; Seçkin. Ayrı bir yeri olan, üstün tutulan.

Seminer; Bir konu ile ilgili bilgi vermek, bilgi alışverişinde bulunmak ve bu bilgiler üzerinde tartışmak amacıyla birkaç yetkilinin yönetimi altında düzenlenen toplantı.

Teamül; Tepkime. Bir yerde öteden beri olagelen iş, davranış, yapılageliş. Eğilim.

Tebliğ; Duyurma, bildirme, haber verme.

(3) Uzun ince bir yoldayım!... Duygu yüklü türkü Âşık Veysel’e aittir.

(4) Sap Olarak Gelip Sap Olarak Gitmek;  Dünyandaki varlığı ile farkındalık yaratmaksızın tüketmek ve kirletmek dışında hiçbir farkındalığı olmayan insan biçimin tarifi.

Sap; Öyküdeki anlamı sap gibi işe yaramaz bir halde durmak. Otlarda toprak üstünde bulunan ve bitkinin dal, yaprak, çiçek gibi bölümlerini taşıyan, ağaçlarda odunlaşarak gövde durumunu alan bölüm. Meyveyi, çiçeği, yaprağı dala bağlayan bölüm.  (Ayrıca; Uluslararası bir terim olarak SAP; Bir şirketin herhangi bir bölümünün veya herhangi bir sürecinin bilgisayar ortamına dökülmüş halidir)

(5) Aşk-Meşk; İki kişinin karşılıklı duygularının iletişiminin anlatıldığı deyim. Meşk kelimesi asıl anlamı dışında sadece bir tamamlamadır.

Lâf Ola, Beri Gele; Konuşulan konu ile ilgisi olmayan veya bir sorun tartışılırken ilgisiz bir şey ifade edildiğinde söylenen söz.

Minnet Borcu; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.

Muhterem Zevat; Saygıdeğer zatlar, kişiler, ekâbirler.

Slayt Projektörü; Slayt resim göstericisi. Saydam resimleri görüntülüğe yansıtmada kullanılan gösterici çeşidi.

Yorgun-Argın; Çok yorgun, gücü kalmamış, bitkin bir durumda.

(6) “Dün geçti, yarın var mı? Gençliğe güvenme! Ölen hep ihtiyar mı?Necip Fazıl KISAKÜREK

“Gün geçmez bölmelerde yaşa!” Dale CARNEGIE’in “ÜZÜNTÜYÜ BIRAK, YAŞAMAYA BAK!” adlı eserinden bir başlık. Dale Carnegie’nin sözü; tam şekli ile şöyledir: “Dünya üç gündür; dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil!” Alexis CARREL’in  “İNSAN DENEN MEÇHUL” adlı eserindeki ve Richard CARLSON’un “UFAK ŞEYLERİ DERT ETMEYİN!” eserlerindeki deyişlerini de sıralamak içimden gelmedi.

“Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti; / Derede akan su, ovada esen yel gibi, / İki gün var ki dünyada, bence ha var, ha yok, / Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.” Ömer HAYYAM

(7) Konsantre Olmak; Konsantrasyon. Düşünceyi, duyguyu, gücü, dikkati bir noktada toplamak. Yoğunluk.

Hay-Huy İçinde Olmak; Boş ve sonuçsuz çaba. Herkesin aynı anda konuşmasından ya da eğlenmesinden oluşan gürültü.

(8) Hasetlenmek; Kıskançlık göstermek, çekememek, kıskanmak.

(9) Çirkin kadın diye bir şey yoktur, yalnız güzel görünmesini bilmeyen (bakımsız) kadın vardır. Jean de La BRUYERE Ruslara ait bir söylem; “Çirkin kadın diye bir şey yoktur, az votka vardır!” şeklindedir.

(10) ERKA 11; İsmimin ve soy ismimin baş harflerinin ikişeri ile memleketimin plâka numarasından uydurduğum bir plâka olup, böyle bir plâka numarası varsa sahibinden özür dilemek borcum (olsun).

(11) “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” “Bildiğim bilmediğimin içinde.” Ve “Ben bilmediğimi bildiğim için diğer insanlardan akıllıyım.” SOCRATES  

Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok; / Şu dünyanın sırrına ermişim az çok, /  Derken aklım geldi başıma, bir de baktım; / Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok!”  Ömer HAYYAM

Sokrat; Milâttan Önce 469-399 yılları arasında, asıl adı Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim’el Hayyam olan Ömer HAYYAM’ın ise, tam olarak bilinmemekle birlikte 1048-1131 tarihleri arasında yaşadığına dair bir kısım belgeler bulunmuştur.

(12) “Ömrüm gelip geçmekte… Ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor… diye başlayan Güfte ve Bestesi; Sadi HOŞSES’e ait Türk Sanat Müziği eseri Nihavent Makamındadır.

(13) Yolcudur Abbas, sağa-sola bakmaz, bağlasan durmaz; “Gitmem gerekli, izninizle! İstesem de kalamam!” demenin kabaca söylemi güzel de bir öyküsü vardır. Tabii Abbas deyince Cahit Sık TARANCI'mn “Haydi Abbas, vakit tamam, / Akşam diyordun işte oldu akşam” diye başlayan “ABBAS” şiirini pas geçmek olmazdı gibime geliyor.

Yolcu yolunda gerek; Bir yere doğru gitmeye hazırlanan kimse, kimi sebeplerden ötürü oyalanmamalı, zaman geçirmeden yoluna koyulmalıdır. Bir amacı gerçekleştirmek için çalışan, gayret sarf eden kimse kimi sebeplere takılıp kalmamalıdır. Vakit kaybetmemeli ve bir an önce hedefine varmalıdır.

(14) “Gideceğin yere beni de götür!” Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Halil SOYUER’e, Bestesi; İbrahim ÖZORAL’a ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır. (Bestede şiirin yalnız ilk iki kıtası olup son kıta, beste içinde yer almamaktadır.)