Canlarını güçbelâ kurtardıkları bir depremin felâketinin ertesinde doğmuş ablam. Büyüklerim depremden kurtulmalarının nişanı olarak “Âfet” adını koymuşlar ablama.
Ablam büyüme çabasını yaşarken, ben dokuz aylık yolu hışımla(1) yedi ayda tamamlayarak doğmuşum.
İsmimin konulması ile ilgili bir kısım tereddütler olmuş başlangıçta. Öyle ya, dokuz aylık yolu yedi ayda bitirmemin ve ablamın da isminin bir deprem ertesinde doğması nedeniyle buna uygun konulmasının ifadesi olarak bana da; Erdoğan, Erdem, Erol, Erkan, Ercan, Ergün gibi isimlerden birini koymayı düşünmüş büyüklerim başlangıçta.
Hatta ebe bile göbeğimi keserken yolculuğumun süresini dikkate alarak bana “Erol” ismini yakıştırmış(mış), vaktinden önce, ya da erken doğduğum için!
Ancak her ailede, aileye, daha doğrusu sülâleye karışan yeni doğan çocuklara isimler konarken münakaşalar, istekler, dilekler, kuralar, kurallar olur ve genelde sonuçta suratlar asılır ya, öylesine bir çaba ile neredeyse ülkelerarası(!), kişilerarası kan dökülmek üzereyken(!) anne dedem almış mikrofonu eline:
“Bebenin ismi Saffet olsun!” demiş, “Hem ablasının ismine uyumlu, hem de büyük dedemizin ismi...
Konu kapanmıştır. Damat sen de ona göre çıkar ‘Kafa Kâğıdını(2)’ torunumun” deyip ismimi belirlemiş(miş)!
İsmimden hoşlanmıştım, üstelik lise son sınıfa başladığım seneye kadar da ismimle ilgili hiçbir sıkıntım olmamıştı.
Ta ki O; sınıfımıza gelene kadar. Güzel tarifinin içine sığamayacak kadar, hatta onun da çok ötesinde çok güzel bir kızdı o, bu yaşların gereği olarak herkesi büyüleyecek gibi.
Söylemeye gerek yok, başlangıçta en çok da beni etkilemişti örneğin. Hani atalarımız demiş ya; “Kaş-göz, ötesi söz!” diye. İşte öyle bir afeti devran(3) idi o, tam tabiriyle ve tüm gerçekliğiyle.
Söylemek gerekli mi bilmem, ablamla adaş olmaları da etkilenişimin bir diğer sebebi olabilir miydi? (belki).
Bunu hisseden, genelde kafiyeli(4) ve kinayeli(4) konuşmayı seven sınıf arkadaşım; o sınıfımıza geldiğinde “Saffet! Hepimizi affet! Birini Âfet-me?” diye “Affetme!” anlamında bir koro oluşturmuştu. Güzel bir kelime oyunu idi bu?
Üstelik tüm sınıf, o son “me” olan heceyi öylesine çığırıyorlardı ki, sanki bir koyun sürüsü sınıfta ikamet ediyor sanırdı, diğer sınıflardan kafalarını uzatan öğrenciler ve koridorda dolaşan nöbetçi öğretmenler ve Öğretmenler Odasına giren ya da çıkan öğretmenler…
İşte Âfet öyle gelmişti sınıfımıza, başka bir okula atanan öğretmen olan babasının ve annesinin tayinleri nedeniyle. Muhtemelen çocuklarının öğretmenlik yaptıkları okulda okumasının uygun olmayacağını düşünerek kaydettirmişlerdi Âfet’i bizim okulumuza.
Oysa Atatürk’ümün öğretmeni gibi bilmezler miydi, “Sen öğretmen-ben öğretmen” o, kayırılmasa(5) bile ders öğretmenlerinin onun kulağının çekilmesinde yarar olduğunu fısıldamazlar mıydı birbirlerine?
Ve bu gayet doğal bir şeydi ve bana göre Âfet’in kulağının çekilmesine de hiç gerek yoktu. Çünkü IQ(6) seviyesi yüksek, hem de akıllı ve zeki bir kızdı Âfet. Üstelik daha ilk yazılı ve sözlülerde neredeyse sınıfın bir numarası olmuştu âdeta, aldığı üstün notlarla.
Bir eklenti daha, kafiye meraklısı arkadaşa nispetle öylesine güzel şiir okurdu ki edebiyat derslerinde. Ayrıca fazlası vardı, eksiği yoktu, Allah vergisi öyle bir resim çizerdi ki saniyeler içinde, o resim, karşısındaki ne olursa olsun tıpkısının aynısı(!) olurdu, sanki fotoğraf gibi.
İnsan yüzü, ağaç, bulut, ev, araba fark etmezdi. Buna “Grafik Tasarımlarını(7)” eklemiyorum. Bakardınız bir at kafası çizmiş, yan çevirince bunun bir tavşan olduğunu anlardınız. Yahut da denize yansımış bir kaya resminin, sırtüstü yatmış bir kadın, ya da bir Kızılderili başı olduğunu(8) hemen fark ederdiniz. Öylesine maharetli(9) bir sanatkârdı işte Âfet.
Ancak çalışkanlığı ve melekeleri(10) yanında çok da kötü birkaç huyu vardı Âfet’in.
Alıngandı, sinirli idi, küsme huyu vardı. Hele ki ismimle kâfiye yapılıp bir bakıma alay edilmesi çıldırtıyordu onu. Ama ben bu seslenişten hoşlanıyordum, “Erkekçe” demem gerekirse, erkekçe.
Bir gün derste, sanırım Edebiyat Dersi olsa gerek; öğretmenimiz “Başka tip” diye bir kelime sarf etmiş o da boş bulunup; “Başkâtip kim hocam?” demek gafletinde(11) bulunmuştu.
Bir beden eğitimi dersinde ise kim üfürdüyse, belki de özellikle söylediyse; “Hepsi basket atmış!” demiş, o ise; “Hepsi maske takmış!(12)” anlamıştı.
İçi temiz bir kızdı Âfet. Aklından fesatlık(13), ya da herhangi bir şey geçmiyordu, belki de beyni devamlı olarak üniversite sınavlarıyla meşgul olduğundan, hani abartılı olacak ama “kazı-koz anlamak” huyu da olsa gerekti.
Hele İngilizce dersinde öğretmen; “I run…(14)” dediğinde sıra arkadaşına “Canım ayran çekti!” demesi ve sıra arkadaşının da bunu bizlere fısıldaması bardağı taşıran son damlalardan biriydi muhtemelen.
Ama onu asıl kızdıran; bir arkadaşın, kız arkadaşına “Ich liebe dich(15)” karşısındakinin de ona; “Ben de!” demesini, arkadaşımızın “Gerçekten mi?” cevabını da anlayamamış olmasıydı.
Ve gafletle en yakınındaki sınıfın en soytarısına (Biz erkek öğrenciler arasında başka sıfatları da var, ama gizli kalsın) sormuştu; “Ne demek?” diye.
Burası filmin koptuğu, ya da her şeyin sona erebileceği nokta olmuştu, arkadaşın cevabı sınıfın ortasında çınlamıştı:
“Oh! Ho! Sen şimdi ‘I love you!(15)’ sözünden başkasını da bilmiyorsundur. Je ‘taime(15), Ti amo(15), Ene ahubbek(15) sözleri de aynı kapıya çıkar…”
Tüm bu sözlerin ertesinde kafiyeci arkadaş, bilgisindeki noksanlıkları yüzüne çarpmak, ya da onun sınıftaki başarılarını kıskandığını saklamak için;
“Gülmeli mi, gülmemeli mi?” demiş, sözünün anlaşılmasını istercesine ikinci defa tekrar edişinde, “Gülmeli mi?” sözünden sonra “gül” demiş duraklamış bir saniye sonra o heceden sonraki heceleri tamamlamıştı.
Sözünü bu kadarla bıraksaydı arkadaşımız, belki üstünde durmayabilirdik, esprisinin. Ancak; “Anne, mama!(16) Agu! Agu!” deyince sınıfta gülmeyen kalmamıştı, belki ondan ve benden maada(17).
Bu sözler ve gülüşler onun sinirlerinin doruğa ulaştığı, zıvanadan çıkıp(18), kendisine hâkim olmasını unuttuğu gün olmuştu.
“Artık dayanamıyorum sizlere, görürsünüz siz!” demişti, tehdit miydi bu, belki? Ama şehirde iki tane lise vardı ve annesinin babasının okuluna gidemeyeceğine, ya da gitmeyi düşünmeyeceğine göre okulu mu terk edecekti ki?
Böyle zeki, ola ki bir kısım belirlemelerde art düşüncesi olmadığı için eksikliği olsa da bir genç kızın okulu terk etmesine gönlüm razı olamazdı. Ona sataşmakta önderlik eden arkadaşlarımı bu ve benzeri saçma sloganlardan(19) vazgeçirecektim, aklıma koymuştum bunu.
Ancak gerek kalmadı. Âfet bir iki gün gözükmedi sınıfımızda, okula geldiğini gözlerimizle görüp şahit olmamıza rağmen.
Rica ve istek üzerine sınıfında Saffet isimli öğrenci olmayan ve kâfiye merakına yönelik kişilerin bulunmadığı bir alt koridordaki sınıfa gönderilmişti Âfet!
İlk defa onu göremememin ızdırabını yaşar gibiydim. Beni, hem de bu yaşımda, bu kadar etkileyeceğini kırk yıl düşünsem, aklıma getiremezdim.
Abarttım mı? Peki, on sekiz yıl diyeyim, çünkü on sekiz yaşındayım ve tahminen on sekiz yıl daha, yani yolun yarısını tahminen bir adım geçinceye kadar, onu aklımdan çıkarmam için hiç de yeterli değildi.
Bu yaş aşklarının kişide derin izler bıraktığını söylemişlerdi! Kim mi? Herhalde atalarımız olsa gerek! Yoksa ben bu kadar kocaman sözler edebilir miydim?
Peki, Âfet sınıf değiştirince kurtulmuş muydu bizim haylazlardan(20), nevi şahsına mahsus(21) cins öğrencilerden, artık başka ne sıfatlarla anılıyorsalar o şekilde anılan onlardan.
Teneffüslerde, bayrak merasimlerinde, geciktiğinde kim rastlarsa yanından “Me!” sesi çıkararak ya da “Gülmemeli” diyerek geçmeyi kendine vazife edinmişti sanki. Bir tek ben azat etmiştim(22) kendimden onu.
Hem bana yakışmayan bir tavırdı bu, hem de biliyorsunuz işte nedenini, uzatmayayım.
İşin cılkı çıkmıştı(23), ya da çıkmak üzereydi. Öyle ki “Me” sesleri, bazen “Mö!” şekline de dönüşür olmuştu, belki çalışkanlığının entelektüel(24) ifadesi olarak. Bazen herhangi bir dersimizin öğretmeninin mazereti olurdu, derslerine gelemez, ya da yetişemezlerdi.
O dersimiz boş geçerdi ve bu, sınıfımızdaki haylaz hainler için bulunmaz fırsat olurdu.
Cesur iki ya da üç kişi nöbetçi öğretmenleri atlatmak dâhil, her türlü riski(25) yüklenerek onun sınıfının kapısına kadar gidip koyunlar gibi “Me!” diye bağırıp süratle uzaklaşırlardı oradan.
Başlangıçlarda her çalışan öğrencide olduğu gibi öğretmenin gözüne girmek için ön sıralarda oturmayı prensip edinen Âfet bu nedenle en sona, en köşeye sinmişti, sözlerden, seslerden etkilenmemek için.
Ama nerde?
Cesur ve de tam tarifi olmasa da şımarık şamar oğlanı(26) olacak nitelikteki arkadaşlarım, aslında arkadaşlarım demek de içimden gelmiyorlardı ya, seslerini neredeyse borazan gibi yükselterek farklı nüanslarda(27) çığırıyorlardı onun sınıfının kapısında, hatta seslerinin ulaşacağına inandıkları bahçede, hem de tam penceresinin altında.
Bildiğimden, gördüğümden değil, nöbetçi öğretmeni atlatıp sınıfa girdiklerinde kahkahalara boğulurcasına anlatmalarından. Ve de…
Nöbetçi Öğretmen sınıfımıza gelirse herkes suspus olurdu(28) kapının açılması ile birlikte.
Tedbirliydi herkes, çünkü herkesin önünde kitaplar açık olurdu. Ben de arkadaşlarımdan tümünden topyekûn(29) dayak yemek korkusu ile sesimi çıkaramazdım.
Sınıftakiler ona ilgimi fark edilmiş olmalıydı ki, babayiğitler bana “Aba altından sopayı göstermişlerdi!” çünkü. Nöbetçi Öğretmen bir tur atar, bir şeyleri yakalayamamanın mahzunluğu(30) ile dönerdi Öğretmenler Odasına, ya da koridorlara.
Bazı bazen ben rastlardım Âfet’e, yalnız başıma, tek olarak yahut. Gizli bir hüzün sezerdim gözlerinde; “Nasılsın?” dediğimde.
“Hiç iyi değilim Saffet! Galiba eğitimi bırakacağım, tahammüllerimin(31) son sınırına ulaşmak üzereyim!”
“Sabret, ne olur hatırım için!” derdim ona. Ne kadar hatırım vardıysa ve ne yapmam gerektiğinin bilincinde değilken?
Başlangıçta, aynı sınıftayken Âfet ne kadar hırslı ise, ben o kadar kanaatkârdım. Sınıfta biri kendisinden fazla not alsa, ya da umut ettiğinin altında bir not alsa ağlardı Âfet, hatta kösnülünceye(32) kadar desem abartmış olmam.
Bense; “Azıcık aşım, kaygısız başım!” ya da çelebi(33) örneği on numara üzerinden beş numara almışsam; “Allah bereket versin!” derdim!
Ancak kazın ayağı, üniversite için hiç de öyle değildi. Özellikle aile bütçemiz elvermediği için kurslara gidemiyordum. Öğretmenlerimizin yardım, ya da üniversite sınavlarında okulumuzun isminin üst sıralarda yer alması için yaptığı ek dersler ve çeşitli kurum ya da kuruluşların ücretsiz deneme sınavları da yeterli değildi benim için.
Âfet ise hem dershaneye gidiyordu, hem de okuldaki ek derslere ve deneme sınavlarına katılıyordu. Artı; öğretmen olan babası ve annesi vardı onu her an destekleyecek. Bu durumda zeki ve ihtiraslı(34) birinin her zaman değilse bile çok zaman başarılı olması normal karşılanacak bir durum olsa gerekti.
Bırakalım “Başarılı olmak” sözünü eğer sıralamalarda ilk on içine girmezse “Selle-sümük(35) ağlamaklı olması” da hak getire(36) idi!
Böyle durumlarda tesadüfen, yani anlaşılacağı üzere özellikle ben yanında olurdum Âfet’in. Tükenirdi cebimdeki kâğıt mendillerim. Bir-iki defa da cep mendillerimi vermiştim, kâğıt mendiller bitince.
Ayıptır söylemesi, o mendilleri hatıra gibi saklıyordum. Kim ne derse desin, hissettirmek istemediğim kadar özel biriydi benim için Âfet! Ya da ben öyle sanıyordum kendimi, kendisine karşı, dürüstçe!
Sınavlara ben de katılırdım, eğer bedava, yani ücretsiz ise.
Ve başarı derecem katılanlara oranla yarının üstünde olursa “Allah bereket versin!” felsefem değişmiyordu, aşağıda kalırsa buruk oluyordu içim.
Bu kere ben teselli arıyordum. Ama ya da ancak, yaşamımın hiçbir döneminde böylesine durumlarımda teselli verenim olmuyordu. O bile hatta. Çünkü hep veren, hep vermesi gereken ben oluyordum.
Ve biliyordum ki, eğer takviye edilmezsem üniversite sınavlarında bir .ok yiyemezdim ve avucumu yalardım, tüm gerçekliği ile. Bu; kaderime razı olmak anlamını da taşırdı ki, sonucu ne köy olmak, ne de kasaba olmak üzerine kurgulanırdı, tahminimce.
Ayık bir yengecin yürümesini bilir misiniz? Hani insanların tersine, o sarhoşken dosdoğru yürürmüş, denilene göre! Ayıkken de yan yan, fıkra da olsa…
Ben de o tertip işte, tüm utancımı bir kenara koyup cesaretle ve saklamadan söyleyeyim, himmetini beklercesine, ayık yengeç örneği yan yan yanına yaklaştım Âfet’in.
İçimden gelmişti, kolunu tuttum, belki de heyecanla, muhtemelen de heyecanıma engel olmayı isteyerek:
“Biliyorsun Âfet! Üniversite sınavları için çok zayıfım. Korkarım üniversiteye bu kafa ve bu bilgi birikimiyle girmem zor, hatta imkânsız. Annen ve baban öğretmen, mutlaka seni destekliyorlardır…
Sen de boş zamanlarında hem bilgilerini kavileştirsen(37), hem de bana yardımcı olsan? Sevinirim, inan ki! Sevinmemi istersin, değil mi?” dedim.
Uzatmaya gerek yok o alt kattaki sınıfından, ben üst kattaki sınıfımdan, ben karınca kararınca(38) notlarla bitirdim liseyi, o “Aferin!” demelerin en üstüyle.
Sonuçta ikimiz de liseyi bitirmiş, mezun olmuştuk!
Evlerinde, onun ve anne-babasının katkılarıyla beynimi yüklemeğe çalıştım, ama yeterli değildim. Hissediyordum bunu içtenlikle, ama şansımı denemekten de uzak kalmak istemiyordum.
Üniversiteyi kazanamazsam mı? O halde çöpçülük en geçerli meslek olmuyor muydu ki, velev ki(39) işe alınırsam? Kent, lise mezunu çöpçü görmekle gurur duyardı herhalde. Başka iş mi? İş, aslanın ağzında değil, midesinde, hatta bağırsaklarında idi ki, kolunu kaptırmadan ulaşasın.
Hem kocaman büyüklerimizin hatırlı-gönüllüleri varken (dikkat edildiyse torpillileri(40), demiyorum) kim verirdi ki bana işi? Üstelik aramızda kalsın, on liralık iş için kim öderdi ki onlar gibi, ya da onlardan olamayan bir garibana(41) yüz lirayı? “
Ne demişti şair;
“Edepsizlikte tekleriz,
Kimi görsek etekleriz,
Haktan da yardım bekleriz
Ne utanmaz köpekleriz.”(42)
Bu dünya ne dünyasıydı? Bilenin (gerçekten ve tam anlamıyla) bilmeyene öğretmesine gerek kalmayan…
Sınava girdim…
Hani aklıma geldi. Noktalama işaretleri konusunda zayıf olan bir öğrenci, kompozisyonunu yazıp tamamladıktan sonra; “Noktalama işaretleri yerlerinize… Marş! Marş!” komutu vermiş ya hani? O tertip ben de kesinkes bildiğimden emin olduğum soruları cevaplamış, tereddüdüm olanları işaretlemeden vaktim kalırsa tekrar değerlendirerek cevaplarım diye sona bırakmıştım.
Diğerlerini ise; “Ölmüş eşek kurttan neden korksun ki?” diyerek layüsel(43) olarak işaretlemiştim. Bir bakıma; “Ya herrü, ya merrü!(44)” deyip kalemi çeviriyordum kâğıt üzerinde. Kalemin ucu hangi şıkkı gösterirse, ben de o şıkkı işaretliyordum.
Sınavlara girmeden önce Âfet fişeklemişti(45)(!) beni. Sınav sonrası için ilk tercihimi Dişçilik Fakültesi olarak işaretlemiştim, tıpkı onun gibi ve her nedense? Dişçiliğe merakım olduğundan değil, o istediği için belki de!
Diğerleri mi? Hiç aklımda değil, şu ya da bu!
İnanmak belki değil, mutlaka güç olabilir, göle maya çalmıştım Nasrettin Hoca gibi ve göl maya tutmuş, yoğurt olmuştu. Nasrettin Hoca hilâfına(46) ve tabiidir ki o eşsiz nüktedanın(47) hoşgörüsüne sığınarak sınavı kazanmıştım. Hem de o yoğurt öylesine sert ve kaymaklıydı ki, tuğla gibi desem her halde abarttığıma inanan olmayacaktır.
Ve de diğer bir gerçek; sıralamada artık Âfet’in gerisinde değil, sıralamaya göre ona ve diğer okul arkadaşlarıma nazaran çok ya da abartmış olmayayım, oldukça önde idim.
Öncelikle söylemem gerekir ki benim için en önemli düşünce artık kanaatkâr olmayı bırakmamdı. Ayrıca inanmak güç olabilir belki, ama insanlar psikolojik olarak etkileniyorlar mıydı, neydi, annemin dişleri ağrımaya, sızlamaya ve tedaviye ihtiyaç göstermeğe başlamıştı, ben daha sınavı kazanır kazanmaz, ne hikmetse(48)!
Mutluydum, çünkü “Me!” diyen ve o masum(49) kelimeyi, meşum(49) bir kelime gibi sunan sınıf arkadaşlarımdan hiçbiri kenarımıza, köşemize bile ulaşamamıştı.
Bu demekti ki Âfet’le yıllarca beraber olacaktık. Gerçi aramızda seviye, zekâ, hırs farkı vardı, ama ona duygularımı anlatamazsam ya da anlatmakta gecikirsem bunların ne önemi olacaktı ki?
Diyordum, ama kazın ayağının da öyle olmayacağını da hatırdan çıkartmıyordum. Çünkü gün doğmadan neler doğardı ki? İnsanın, hele ki benim umudumu yitirmememin gerektiği kanaatindeydim. Umut, Kaf Dağının ardındaki Zümrüdü Anka Kuşunun koruması altında olsa bile onu kaybetmemek düşüncesini yaşamalıydım!
Neden, ya da niye bu düşünceleri taşıyordum ki? Çünkü “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz!”dı. Ben eksiklerimi, eksikliklerimi, tamamlamak zorunda olduklarımı ve tamamlamak imkânımın olmadıklarını biliyordum; fiziksel, psikolojik, ruhsal, zekâ ve maddi bakımdan.
Oysa Âfet bir bütündü, tüm saydığım özelliklerin tamamının onda olması bakımından.
Ve bir gün benim dışımdaki varlıklılar da, gözler de, beyinler de, duygular da fark edecekti onu.
Korkum buydu! Peki, korkunun ecele faydası olur muydu? Bana göre olmazdı, olmamalıydı da. Fakat gönüldü bu, ota da konardı, başka şeylere de.
Duygularım kadar, karşımdakinin, yani Âfet’in duygularından da emin olabilseydim, başka bir şey geçmezdi değil aklımdan, hayalimden bile.
Ve yanılmadığım; bir gerçek olarak çarptı gözlerime, ummadığım bir zamanda, tahmin edileceği gibi.
Tıpkı Türk filmlerindeki gibi; “Zengin oğlan- fakir kız” daha doğrusu; “Fakir olmayan kız” ve de gariban-pasaklı(50) bir dilenci, ya da bir derviş gibi, ben…
Dişçilik Fakültesi arkadaşımız, o arabası olan, zengin doktor çocuğu Samet, fakülteye başlayışımızın hemen birinci ayının sonlarına doğru esir etmişti kendisine Âfet’i. Yahut da ne bulduysa onda Âfet esir olmuş gibiydi ona, inanmak istemediğim bu idi.
Bildiğim, daha doğrusu hepimizin bildiği, Samet’in babasının itibarlı, değerli ve tanınan bir Diş Tabibi olmasıydı ve babasının arzusu; geçmişini, geleceği olan oğluna aktarmaktı. Samet bu nedenle üniversite sınavlarına birkaç defa girmiş, gerçeği saklamamak gerek ki, zeki bir arkadaş olmasına rağmen Dişçilik Fakültesini ancak bu yıl kazanabilmişti.
Belki daha önce başka üniversite ve fakülte tercihlerini kazanmış da olabilirdi öncesinde, ancak belki kendisi uzaklaşmak istememiş olabilirdi bu şehirden, belki de ailesi uygun görmemişti, eldeki imkânlardan vazgeçmesini ve muhtemelen başarılı olması için sabırla beklemişlerdi annesi-babası ve belki de kardeşi, ya da kardeşleri, bilmediğim…
Kısaca; “Ağabey” diyeceğim bir cesamette(51) idi Samet. Olsundu. Daha mezun olmadan, dayalı-döşeli, her türlü çalışmayı yapabileceği özel bir atölyesi, bürosu ve sekreteri vardı, daha şimdiden diyebileceğimiz.
Bu normal, hatta anormal, yani babası diş tabibi olmayan bir öğrencinin yaşamında ulaşamayacağı bir nimetti. Oysa benim kendime has, çivi sökecek kerpetenim, diş maketim, tablam, doğru-dürüst sandalyem bile yoktu, diğer takımları bırakalım. Ben bu durumdaki biriyle aşkım için nasıl aşık atabilir, karşımdaki ile nasıl mücadele edebilirdim ki, zayıf olarak?
İki gladyatör savaşçısı(52) gibi arenaya(53) çıksak sevgimiz için, mutlaka ve mutlaka o kazanırdı, hem her bakımdan. Her bakımdan kelimesine, maddi varlık ve imkânlar dışında, boy-bos-en hepsi dâhildi.
Demem o ki, onun okumadığı zamanların aktiviteleri(54) içinde spor yapması da önemli bir yer işgal etmiş olsa gerekti.
Pazıları, boynunun kalınlığı, karın, ya da midesinin içe çekik durumu bunu gerçek olarak belli ediyordu. O halde arenada onunla karşılaşmam durumumda (hani meselâ) benden başarı beklemek, “İpe un sermek” gibi bir şey olacaktı.
Kaderime rıza göstermek de geçmiyordu içimden. Ama silâha karşı yumrukla nasıl başarılı olunurdu ki? Kaderime küsmek yahut da bir diğer deyişle kaderime rıza göstermek hiç mi hiç gelmiyordu içimden.
Bazı faktörleri göz ardı etmemeliydim. Ben Âfet için ne yapmıştım bugüne değin? İki tatlı söz mü söylemiştim? Elinden mi tutmuştum sevgiyle? Kucaklamış hissettirmiş miydim duygularımı şöyle, ya da böyle?
Yaptığım şey; abartılı bir şekilde mesafe korumak, aramızdaki farkı hep göz önünde tutmak idi. Kısa, kesin ve öz bir deyişle, bir bakıma ona “Ağabeylik” yapmıştım. O halde bir şeyleri ummak için gecikmemiş miydim ki?
Hem ummak için ne hakkım vardı ki, şansım, ya da tesadüflerin desteği ile üniversiteyi kazanmış olmam bir şeylere sahip olmaya hakkım olduğunun ispatı mı olsa gerekti? Üstelik cesaret ve imkânlar…
Yok, buna kısaca “İmkânsızlıklarım” demem daha doğru olacaktı.
Yaşam akışına devam ediyordu benim emin olduğum mahzunluğumda, onun mutluluğunda… Belki de ben öyle sanıyordum.
Ve eğer Âfet-Samet doğruluksa benim yanlışlara saplanmamam gerektiği inancındaydım.
Bir gün hiç ummadığım bir anda, bir ders çıkışında;
“Uzun zamandır görüşemedik Saffet! Bir çay ısmarlamaz mısın?” dedi.
Aslında o çaya hiç ihtiyacı yoktu, bence. Anlamalıydım. Sanırım anladım da…
“Bazı nesneler uzaktan göründükleri gibi değilmiş!”
“Anlıyorum!”
“Neyi?”
“Demek istediğini…”
“Sormayacağım ne demek istediğimden, neyi anladığını. Ama elimden tutmasını istediğimin çok yakınımda olduğunu anlamayacak kadar bönmüşüm(55), desem?”
“Öyle yanlış sözler ağzına yakışmıyor Âfet!”
“Yakışmasa da gerçeği saklayayım mı yani?”
Bu sırada Samet geldi yanımıza, birçok konular daha önceden konuşulmuşçasına gibi;
“Son bir defa, desem?”
Neler olduğunu, neler olacağını kestiremiyordum. Üstelik ne yapmam gerektiğini de…
“Peki, sonra. Şimdi meşgulüm!” dedi Âfet emreder gibi.
Bakışları kin dolu gibiydi Samet’in, doğrudan doğruya sanki bana yönelmiş gibi.
“Ne kadar sonra?”
“Söyleyeceğim, ama şu anda zamanını kestiremiyorum.”
Samet cıyaklamadan(56), ama kuyruğu dam üstündeki kiremitlere sıkışmış bir sokak kedisi gibi yerinde silkindi bir süre, sonra tıpkı o sokak kedisi kuyruğunu kiremitlerden kurtarmışçasına olağana yakın bir rahatlıkla çekildi başımızdan.
Çayı bitmemişti Âfet’in;
“Moralim bozuldu, hava almam gerek!” dedi.
Yerimden doğrulmam üzerine kendisine arkadaş olmayı isteyebileceğimi fark edip, beni ikaz etmek zorunluluğunu hissetti (galiba) ve emredercesine;
“Yalnız!” dedi…
Gün bitti benim için.
Onun içinse…
Bilemiyorum. Yalnızdı, kendime karşı dürüst davranıp “Hadi ordan be!” dedikten sonra “Hem bensizdi çünkü” diye ekleyebilirim.
Ertesi gün yanıma oturdu sessizce. Kitaplarımdan birini aldı, sonra geri verdi, anlamamıştım. Ertesi gün, tekrar ve daha ertesi iki gün tekrar ve tekrar daha…
Başlangıçta anlamamıştım, ama sonrasında bilmem gereken bir şeyler olduğunu hissettim. Kitabın sayfalarını karıştırmak, sayfalar arasında bir şeyler olup olmadığını kontrol etmek geçti aklımdan.
Onun koyduğuna emin olduğum kâğıtlardan biri düştü sayfaların birinden. Üstünde dört rakamı yazılıydı. Tahminen bu demekti ki öncesinde üç numara daha var, belki de devam eden başka numaralar da.
Kitabı sayfa-sayfa kontrol etmek zoruma gitti, hemen ulaşmak istedim notlara. Kitabı ek yerinden tutup salladım. Teker-teker düştü notlar ardı-ardına. Toplamı dört adet idi. Tekrar-tekrar sallamam işe yaramadı. “Kalan varsa, sonra devam ederim kontrol etmeye!” diyerek bir numaralı kâğıdı açtım:
Bu kâğıtta püskürmekte ve lâvları akmakta olan bir yanardağ resmedilmişti. Özenle çizilip boyanmıştı ve altında şu satırlar vardı;
“Anlaşılmalı bazı şeyler, yaşanırken!” ‘A’ harfinin altında belli-belirsiz bir çizgi vardı ve harf koyulaştırılmıştı, üstünden bir iki defa geçilerek.
Diğer kâğıtta yanmakta olan bir ev resmi vardı, yine özenle çizilmiş, boyanmış ve kibrit şeklinde koşan, belki de yangından kaçan insan şekilleriyle;
“Felâketler mi beklenmeli bazı şeyleri bilmek için?” Bu kere ‘F’ harfinin altında belli-belirsiz bir çizgi vardı ve harf aynı ‘A’ harfi gibi koyulaştırılmıştı.
Üçüncü resimde bir sel felâketi işaretlenmeye çalışılmıştı, ‘E’ harfinin altı aynı şekilde işaretlenmiş, koyulaştırılmıştı:
“El ele olmayı düşünmek çok mu zor?”
Dördüncü resmi tahmin ediyordum harf dizisine göre. A, F ve E…
Demek ki kelimenin, onun ismini, anlayacağım bir şekilde tamamlanması için yalnızca ‘T’ harfine ihtiyaç vardı.
Son resimdeki cümle mutlaka T harfi ile başlayacaktı. Yanılmamıştım:
Bir deprem felâketi, yıkılmış evler, resmin hemen yanı başındaki bir köşesinde ağlamakta olan bir kız çocuğu resmedilmişti. O; düpedüz kendisi idi ve tek kelime vardı resmin altında:
“Tanıdın mı?”
Kelime tamamlanmıştı: O, Âfet idi. “Hayal gücü, bilgiden daha önemliydi! (57)”
Ancak bilgilenmem için hayal etmeme gerek var mıydı? Âfet düşüncelerinde yaşamak istediğini anlatmıştı cümlelerinde ve ipucunu sergilemişti ismi için resimlerde. Ek bir nota, ek bir resme daha, yani beşinci bir resme ihtiyacım yoktu.
Ve çok gecikmiştim, zaman çok erken olmasına karşın. Gidip kapanacaktım ayaklarına; “Sev beni, çünkü ömrümü adayacak kadar seviyorum seni!” diyecektim.
Ama olmadı hemen. Sınıf arkadaşlarımın söylediklerine göre Samet rica etmiş, ardından Âfet’i sürüklercesine arabasına bindirmiş ve bir yerlere götürmüştü, belki de bir yerlere götürmeğe çalışmıştı onu…
Şehir çalkalanıyordu. Meşhur dişçinin oğlu Samet, yaptığı trafik kazası ile yaşamını yitirmişti. Yanındaki genç kız ise kurtulmuştu, ufak-tefek, yara-bere ve sıyrıklarla, emniyet kemeri sayesinde.
Samet belki de doğal olarak değil, intihar etmek maksadıyla kendi tarafından çarpmıştı, katili olan arabayla, katlini gerçekleştiren elektrik direğine. Belki de Âfet’e zarar vermemek istemiş olabilirdi.
İki ayrı insan, tek bir kızı, canlarını feda edecek kadar sevebilirler miydi? Olabilirmiş meğer biri karşılıksız kesinkes bildiğim. Ama gerçektir ki ben de sonumda Âfet’e kavuşmak yoksa yok edebilirdim canımı onun için.
Üç beyaz karanfille gittim kaza sonrasında tedavi edildiği hastaneye.
“Sana, seni sevdiğimi, seni istediğimi anlaman için illâ(58) bu kazayı geçirmem mi gerekti? Başlangıçtan, ilk karşılaşmamızdan beri, ne yapmam gerektiğinin bilinçsizliği hâkimdi düşüncelerime. Hiçbir davranışım cesaret vermedi mi sana?”
“Dur, bir tanem! Yorulma! Seni seviyorum, sana ben de yaşamımı feda ederim, eğer istersen!”
“Hâlâ; ‘Yaşamımı feda ederim!’ diyorsun. Ben yaşamımı ölünle değil, seninle devam ettirmek istiyorum…”
Sözlerinin sonuna, “kör, aptal, salak…” gibi kelimeleri sığdırmasına izin vermemek için ellerini ellerimle tutarak dudaklarına götürdüm, kapatması için dudaklarını.
“İyileşmen gerek! Şimdilik bilmen gereken tek şey; ‘Seni sevdiğim’ ve sensiz olamayacağım!”
Annesi refakatçi(9) idi, babası da benim gibi ziyarete gelmişti. Her ikisi de her nedense bizi yalnız bırakma gereğini hissetmişlerdi, konuşmaya başlamamızın başlangıcında, yoksa beni biliyorlar mıydı?
Davranışları için düşüncelerimi böyle yoğunlaştırmam doğru olsa gerekti. Çünkü inanıyordum ki bir evlât, kız olsun, oğlan olsun fark etmez en mahrem(60) sırlarını bile annesi ile paylaşırdı.
İnanç başka, bilmek başka, ben ailemle paylaşmamıştım, belki de paylaşamamıştım. Ama paylaşan biri daha varmış. O! Yani rahmetli Samet!
Âfet hastaneden henüz taburcu olmamışken bir gün kelli-felli(61), her hallerinden kardeş oldukları belli, ismi Alper olan bir bay ile ismi Emine olan bir bayan geldi Âfet’in odasına. Diyebilirim ki Âfet ertesi gün taburcu olup evine dönecekti galiba…
“Samet, rahmetli karımla benim tek ve biricik oğlumuzdu. Halasının da tek yeğeni idi. Seni seviyordu, hem de çok seviyordu. Ama gönlünün kimde olduğunu da biliyordu. Anlatmıştı bize. Belki, bencilce söylediğimizi düşünebilirsiniz ama kötü çocuk değildi, Allah rahmet etsin Samet’e, o şimdi annesiyle beraber. Ve o sadece sevmesini bilmemiş, bilememişti.”
Bir süre durdu, dinlenircesine, ya da içinden rahmet okumak için oğluna, eşine, Samet’in babası olan, kelli-felli adam. Elini Âfet’in alnı üzerine koyarak;
“Karı-koca vasiyetimizi yazmıştık önceden, gözden geçirip tekrar yazdım, halası da eklemesi gerekenleri ekledi ve notere tasdik ettirdik. Şöyle ki; annesinin ölümünden sonra tüm dünyamızı Samet üzerine yoğunlaştırmıştık halasıyla birlikte.”
Suskunlaştı az bir süre ve devam etti;
“Şimdi Samet’in arkasında bıraktığı iki evlâdımız var, bizim; Âfet ve Saffet. Oğlumuzun erişemediği benimle aynı mesleği, sizler sahipleneceksiniz! Muayenehanemi eğer kabul ederseniz, benim ve Samet’in halasının sizlere hediyesi, diğer varlıklarımızı da ‘Çocuk Esirgeme Kurumuna’ bağışlıyoruz!”
Âfet’in de, benim de, ikimizin de ağzımız açık kalmıştı!...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküye isim konulmasında diş tedavimi yapan Saffet Doktorun etkisinin olduğunu inkâr etmemem gerek. Alper Bey ve Emine Hanım da üst seviyede diş doktorları olup onların bana ilgisi de yoğun olduğundan isimlerini bu şekilde kayda almak istedim (Soyadları bende saklıdır tabii).
Saffet; Safvet şeklinde de kullanılan bu isim; “Temizlik, saflık, paklık, arılık” anlamlarını taşır. Ancak bu; Kara Harp Okulu Marşının ikinci kıtasındaki; “Yaşa, var ol Harbiye, yıkılmaz satvetinle” mısraında geçen ve “zorlu, sindirici güç” anlamındaki satvet kelimesiyle karıştırılmamalıdır.
Âfet; Güzelliği ile insanı şaşkına çeviren, aklını başından alan kadın. (Afet; Çeşitli doğa olaylarının sebep olduğu yıkım, felâket, belâ, musibet…)
Samet; Çok yüksek, ulu, kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, sonsuz, ebedi.
(1) Hışımla; Öfke, kin ve kızgınlıkla.
(2) Kafa Kâğıdı; Nüfus Kâğıdı.
(3) Âfeti Devran; Döneminin en güzel kadını.
(4) Kafiyeli; Uyaklı (Halk Müziğinde ayaklı). Şiirlerde dizelerin sonlarında tekrarlanan ve aynı sesi veren heceler veya aynı görevde olmayan, ses bakımından benzeşen ek bakımından. Mısra sonlarındaki kelime ve mana uyumluluğu.
Kinayeli; Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde iğneleyici, aşağılayıcı bir şekilde söz olarak söylenmesi. İstihzalı durumda.
(5) Kayırmak; Yardımcı ve destek olmak, elinden tutup başkasına yardım etmek, koruyarak (himaye ederek) başarısını sağlamak. Bir işte, bir durumda birine hak etmediği kolaylıkları sağlamak, işin ve başkalarının zararını dikkate almaksızın o kişiye kolaylık göstermek.
Kayırılmak; Kayırmak eylemine konu olmak.
(6) IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient) olarak belirlenen zekâ testi.
(7) Grafik Tasarımları (Grafik Design); Bir mesajı görsel yolla, belirli bir hedef kütleye ulaştırmak amacıyla logo, afiş, büyük boy sokak afişi (billboard) basın ilânı, ambalaj, kitap, dergi, tanıtım filmleri, çizgi filmlerinin sanatsal ölçüler içinde tasarlanması.
(8) Bir at kafası, yan çevirince bu bir tavşan şeklinde görünen resim ile denize yansımış bir kaya resminin, sırtüstü yatmış bir kadın, ya da bir Kızılderili başı olduğu gerçek olarak ressamlar tarafından çizilmiştir. (ressamlar maalesef aklımda kalmamış, araştırmamda da başarılı olamadım).
(9) Maharetli; İşleri yapmakta usta, eli yatkın, uz, becerikli.
(10) Meleke; Yeti. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlık.
(11) Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.
(12) Başka tip=Başkâtip, Hepsi basket atmış=Hepsi maske takmış gibi diğer bir kısım sözleri (ç)lıntı olarak şöyle sıralamak mümkün; Hocanız kim?=Kocanız kim?, Ama amacım=Ama anacım, Arda=Ağda gibi. Belki de bunlar gibi önemlilerinden biri de Sezen AKSU’nun “Ben sende tutuklu kaldım!” şarkı sözünün “Ensende tutuklu kaldım!” şeklinde anlaşılması olabilir. Her yerde kar var… Tombe La Neige; Salvatore ADAMO’nun “Her yerde kar var!” olarak Türkçemize kazandırdığı bir şarkı olup zamanında halk arasında bu şarkı “Tombul Nejla” şeklinde yorumlanmıştır.
Bu arada okuyucunun bilgilenmesi bakımından “ı” ile “i” harfi arasındaki bir noktanın bile öneminin olduğunu belirtmemde yarar görüyorum. İnkılâp (Terakki, ilerleme), “İnkilap (Bu köpekler) demektir. Ayrıca Sıla ise, bilindiği gibi bir insanın bir süre ayrı kaldığı “Memleketim” dediği yere kavuşması, ya da özlenen bir yerdir. Ticaret eşyası, sökük, ya da bir ur cinsi anlamına gelen “SİLA” ile karıştırılmamalıdır.
(13) Fesatlık; Bozukluk, karıştırıcılık, ara bozuculuk, karışıklık, kargaşalık, herhangi bir konuda iyimser olmama, kötü yorumlama, hile durumu.
(14) I run (İngilizce); Koşuyorum!
(15) Ich liebe dich (Almanca), I love you (İngilizce), Je t’aime (Fransızca), Ti amo (İtalyanca), Ene ahubbek (“ana behibek” şeklinde söyleniyormuş, ben bilmiyordum, Arapça) “Seni seviyorum” demek.
(16) Mama; Aslı çocuk yiyeceği olmakla beraber öyküdeki haylaz çocukların söylemek istediği korku anlamında (İtalyanca) Anne, belki de hakaret anlamlı; Genelev Patroniçesi olabilir. (Mama mia; İsveçli Abba gurubu şarkısı).
(17) Maada; -den başka, gayrı.
(18) Zıvanadan Çıkmak; Taşkınca davranışlarda bulunmak. Çok sinirlenmek, öfkelenmek.
(19) Slogan; Bir düşünceyi yaymak, bir eylemi desteklemek için ortaya atılan, kısa ve çarpıcı söz.
(20) Haylaz; Hayta. Hoşa gitmeyen davranışlarda bulunan, yaramaz kimse. Çalışma gücü varken çalışmayan, aylaklık eden, tembel kimse.
(21) Sözün aslı; “Nevi Şahsına Münhasır” olup taklitsiz, kişiye özel, kendine özgü, kendine has, yalansız, kendi gibi davranışları ve karakterleri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz anlamlarındadır.
(22) Azat Etmek; Serbest bırakmak, salıvermek, özgürlüğünü geri vermek.
(23) Cılkı Çıkmak; İşe yaramaz duruma gelmek, doğru ve uygun yolundan ayrılmak, bozulmak.
(24) Entelektüel; Düşünsel ve zihinsel etkinliğe yönelmiş, bilgili, değerlendirme ve eleştiri gücü yüksek, topluma öncülük etme misyonu yüklenmiş aydın, çağdaş, varoluşçu zihni kendi kendine gözleyen kişi (A. Camus deyimi).
(25) Risk; Bir zarara uğrama tehlikesi, belirtisi
(26) Şamar Oğlanı; Öyküyle uyum gösteren bir deyim değil aslında. Öyküde böyle bir vasfı hak edenler anlamında kullanılmak istenmiştir. Aslı; Osmanlı Saraylarında (belki başka ülkelerin asilzade ortamlarında da) padişahın oğluna (veliahda) ders veren öğretmen ders sırasında veliaht yanlışlık yaparsa onun yerine dayak attığı avamdan bir çocuğa verilen ad, anlamındadır.
(27) Nüans; ayrıntı, ince fark.
(28) Suspus Olmak; Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.
(29) Topyekûn; Toplu, topluca, eksiksiz olarak, tümüyle, bütünüyle.
(30) Mahzunluk; Üzgün, hüzünlü, duygulu olma durumu.
(31) Tahammül; Nesne, güçlü, zorlayıcı dış etkenlere karşı koyabilme, dayanma, direnme. İnsanın kötü güç durumlara karşı koyabilme gücü, kaldırma, katlanma.
(32) Kösnülmek; Kösülmek şeklinde de kullanılan bu söz; genel olarak; “Uzanıp yatmak, ayakları uzatarak yatar gibi oturmak, sere serpe oturmak, büzülmek, toplanmak, toparlanmak, yorulmak, gücünü kaybetmek, öfkesi geçmek, yatışmak ve yılmak, pusmak, korkmak” anlamlarında kullanılan bir kelime olmakla birlikte yöresel olarak; kendinden geçinceye kadar ağlamak anlamında kullanılmaktadır. Öyküde de yöresel anlamında kullanılmıştır.
(33) Çelebi; Okuma-yazma bilen, okumuş, nazik, asil, soylu, zarif, terbiyeli, kalender, karşısındakine gereğine uygun, incitmeksizin haksızlığı yaşatmaksızın davranışları olan kimse.
(34) İhtiraslı; İstekli, tutkulu.
(35) Selle-Sümük; Sümüğün, tükürük, gözyaşı ile karışarak akması anlamında bir deyim olup, bazen “salla-sümük”, “salya-sümük”, “sellesümük” şeklinde de kullanılmakta, mecazi anlamda; “Derdini, ya da söylediklerini, yapılmasını istediklerini duygu sömürüsü ile, özellikle sesine duygusal bir hava vererek anlatmak” olarak da söylenebilir.
(36) Hak Getire; Yoktur, bulunmaz, ne arar gibi olması gerekip de olmayan şeyler için kullanılan bir deyim.
(37) Kavileştirmek; Pekiştirmek. Sağlamlaştırmak, dayanıklı güçlü bir duruma getirmek, katılaştırmak, sertleştirmek.
(38) Karınca Kararınca (Karınca Kaderince); Az da olsa elden geldiğince.
(39) Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.
(40) Torpil; İltimas. Kurallara uymaksızın kayırmacılık, arka çıkma. Birine herhangi bir konuda öncelik, ya da ayrıcalık tanıma. Haksız yere yasa ve kurallara uymaksızın arka çıkma, kayırma.
Yaşanmış bir olayı anlatmak geçti içimden. Bir kurumda alınacak eleman için sınav açılmıştı. Tüm şartları sağlayan bir kız, yazılı yoklamalarda asılan listede belirtilmiş olarak tam puan (100) aldığı halde, mülâkatta, nasıl ölçüldüyse 71 puan alarak işe alınmamıştı, kazanmaması için gereken puan o kadar olsa gerekti herhalde! (Sırıtanları nasıl görmezden gelebilirdim ki?) O kız şimdi bir özel şirketten emekli oldu, anlayana!
Diğer biz kız ise, iki kişi girilen sınavda tüm vasıfları sağladığı, mastırı ve başarılı olduğu halde, ikinci sırada kalmış, ancak birinci sıradaki daha iyi, faideli(!), maaşlı(!) bir işe, kendisiyle ilgilenenlerin yardımıyla geçtiği (daha doğrusu kavuştuğu) için o kız ancak o işe sahip olabilmişti.
(41) Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.
(42) Edepsizlikte tekleriz, / Kimi görsek etekleriz, / Haktan da yardım bekleriz / Ne utanmaz köpekleriz. Namık KEMAL
(43) Layüsel; Lâ-yüsel şeklinde de kullanılan bu söz; mesul olmayan, yaptığı işler sorulamaz ya da yaptığı işlerden dolayı sorgulanamaz, sorguya çekilemez, istediği gibi hareket eden anlamında kullanılan bir söz olmakla birlikte öyküde yöresel olarak; “Gelişigüzel” anlamında kullanılmıştır.
(44) Ya Herrü, Ya Merrü; Genelde “Ya herro, ya merro” şeklinde kullanılan bu deyim, “Her şey olacağına varır, inceldiği yerden kopsun, ne olursa olsun, sonucuna katlanılacak bir olgu” denilebilecek bir deyimdir.
(45) Fişeklemek; Kışkırtmak.
(46) Hilâf; Aykırı, karşıt, ters, zıt, yalan.
(47) Nüktedan; İnce, güzel nükteler yapan. Nükte bilen.
Nükte; İnce, anlamlı, düşündürücü ve güldürücü, şakalı, zarif söz.
(48) Hikmet; Bilinmeyen, gizine akıl erdirilemeyen neden.
(49) Masum; Suçsuz, günahsız, temiz, saf, kabahatsiz, küçük çocuk.
Meşum; Kötü, uğursuz.
(50) Pasaklı; Giyimine, kuşamına, eşyalarının düzenine, temizliğine önem vermeyen.
(51) Cesamet; Büyüklük, irilik.
(52) Gladyatör Savaşçısı; Eski Roma’da profesyonel savaşçılara verilen ad. Yaşanan dünyamızda birbiriyle kıyasıya mücadele anlamında kullanılan, birinden birinin mutlaka kazanması ile sonuçlanan olay.
(53) Arena; Eski çağlarda gladyatörlerin (gladyatör savaşçılarının) dövüştüğü, daha sonraları, güreş, boğa güreşi, yarış, oyun gibi türlü gösterilerin yapıldığı şimdilerde ülkemde Atatürk isminin geçtiği tüm spor salonlarına Atatürk’ü unutturmak gayesiyle konulan isim. (Siyasal çekişmelerin, ayak oyunlarının döndüğü yer).
(54) Aktivite; Etkinlik. Aktif olma durumu. Bazı etkileri oluşturma yeteneği.
(55) Bön; Gabi. Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, gerzek, geri zekâlı.
(56) Cıyaklamak; İnce, acı ve yüksek sesle bağırmak.
(57) Hayal gücü güç verir: "Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin ön izlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir." Albert EINSTEIN
(58) İllâ; İlle. Ne ve hangi şartlarda olursa olsun. Her halde. Hele. Ne olursa olsun. Özellikle, mutlaka.
(59) Refakatçı; Hastanelerde, ya da herhangi bir iş ya da işlemde hastanın, yanında olması gerekenin yanında kalan, yanındakine, hastaya yardımcı olan kimse.
(60) Mahrem; Gizli, saklı, açıklanmayan. Haram olmayan, yani bir kadının evlenmesinde, dinen mahzur olmayan erkek.
(61) Kelli Felli (Kerli Ferli); Kılığı kıyafeti düzgün, olgun ve gösterişli.