Oturduğumuz, diğer bir deyişle içinde yaşadığımız dairemizin siteye ait dâhili telefonu çaldı, açtım. Kuru, soğuk, ayaz gibi bir erkek sesi yalvarırcasına, ya da yalvarır, yakarır gibi fısıldadı;
“Kapına bak!”
Yalnız iki kelime ve konuşanın acelesi varmışçasına kapandı telefon.
Anlamamıştım. Bana tanıdık birinin talimatı, ya da emri gibi gelmeyen sesin ne demek istediğini. Gene de merak edip açtım kapıyı.
Birbirinden farklı iki tane bavulumsu çanta vardı kapı önünde, fermuarları yarı yarıya açıktı. Teker teker, ikisinin de fermuarlarını önce aralayıp sonra iyice açtım.
Birinde şimbil şimbil(1) belki de hayretle bakan sessiz bir bebek yüzü, diğerinde sessiz, sakin ancak ağzını şapırdatan diğer bir bebek yüzü vardı. İki bebek… Belki bir, belki iki gün öncesinden… Ve kapımdaydılar.
Oysa bilirdim ki, ya da Türk filmlerinden aklımda kalmıştı ki bu şekildeki bebekler, ya cami hocasının himmetine(2) kalmış olarak cami kapısına, ya da avlusuna veyahut da zengin, varlıklı ve de dahi bebeği olmamış ailelerin kapılarına bırakılırdı.
Bu bebeklerin kundakları mutlaka temiz-pak olur ve kundaklarının içine konulmuş iki satırla bebeği bırakanın hazin(3) pürmelâlini(4) anlatan, acındıran mektup bulunurdu.
Ve filmler birden, bir anda 15-20-25 yıl sonrasına gider, bebekler (kız-oğlan fark etmez) büyümüş olarak esas anne ve babalarının karşılarına çıkarlardı, kahırla, sitemle, üzüntüyle, neşeyle ya da her neyse öyle…
Ya da nehre salıverilen çocuk(5) büyür, adam olur, baba dediğini öldürür, kral olurdu.
Üstelik bu öykülerdeki çocuklar, eğer aklımda yanlış kalmadıysa tek olarak bırakılırlardı işte oralara, ikisi bir arada bırakılana ilk defa şahit oluyordum, şaşkın ve de oldukça şaşkın, çaresiz hem.
Çantaları içeri aldım, karıştırmadan, her ikisinin de kenarlarına köşelerine baktım şöyle alelusul(6), ‘Yazılı bir şey var mı?’ diye. Yoktu. Üstelik bebekler çapaçul(7) diyebileceğim yırtık çarşaflara sarılmıştı ve ağızlarının şapırtılarından ve ağlama moduna girişlerinden hiçbir tecrübem olmamasına rağmen anlamıştım ki acıkmışlardı.
Çantaların birinden de heybetli bir koku geliyordu, anlamasına anlamıştım bir şeyleri amma dediğim gibi çaresizdim.
Bebeklerin ikisi de birbirine o kadar benziyorlardı ki… Ancak üstlerinde elbise olmadığı için(!) kız mı-oğlan mı bilememiştim! Zaten şu anda da bunun önemi de yoktu.
Neler düşünüyordum böyle şapşalca(8), hem dangılca(8), ya da aptalca(8). Çaresizlik hakkımı daha önce kullanmıştım.
Biraz sonra “Perişanlığımdan faydalanıp yaygaraları(9) ile tüm siteyi ayağa kaldıracaklarını adım gibi” hissediyordum, benim bilgisizliğim, bilinçsizliğim nedeniyle.
Bir şeyler yapmalıydım. Yapamazdım ki kendi başıma. Bu konuda zırnık(10) kadar bile bilgi yoktu dağarcığımda(11). Her ne kadar gerzek(12) değilsem de, gabi(12) olduğumu itiraf etmem gerek bu gibi böyle durumlarda.
Hemen iki sokak ötede dul kızıyla birlikte yaşayan annesini ziyarete giden eşimi aradım, cep telefonuyla;
“Anneni, ablanı da al, hemen ve çok acele eve gel!” dedim.
“N’oldu?” dedi karım, her zamanki gibi merak, şüphe ve endişeyle.
“Yangın çıktı, desem inanacak mısın? Bir kere de merak etmesen, acele gelsen dediğim gibi yahu!”
Bizim de, beyi yaşarken baldızımızın da bebeklerimiz olmamış, ya da Allah vermemişti. Kusur ne rahmetli enişte de, ne de bende idi ve iki kardeş de bunu biliyorlardı. Alimallah(13) kusur bizde olsaydı sırf çocuk zevkini tatmak için ikisi de bizleri enselerimizden tuttukları gibi kapı önüne koyar, damızlık(14) koca(!) ararlardı kendilerine (sanırım, herhalde!)
Her ikisi de özençleri için hazırladıkları bebek takımlarını itina ile gardıroplarında saklıyorlardı. Bir vesile ile karımdan öğrenmiştim, karım ilk bebeğinin oğlan, baldızım ilk bebeğinin kız olmasını istemişmiş (Sanki birincisi olmuştu da, ikincisine de niyetlilermiş!) Bu nedenle abla-kardeşin hazırladıkları bebek takımları da ona göre olmuştu, fol yok, yumurta yokken, mavi ve pembe olarak.
Bebekler çantaları içinde iyice huysuzlanma moduna girdiklerinde, daha doğrusu seslerini çıkarma zahmetine girmeye niyetlendiklerinde yetişmişti üç kadın da.
Bebeklerin sesini duyup da salona yöneldiklerinde eşim hışımla bana dönüp çıkışmak, bağırmak, çağırmak hatta kavga etmek gereğini hissetmişti;
“Benim üstüme bir haltlar mı karıştırdın musibet(12) adam, bunlar senin…” deyince, “gudubet”(12) demediğine şükrederek ağzını kapattım;
“Sakın o pis kelimeyi söyleyip günaha girme, gıybet etme(15), iftira etme. Bu çocukları birisi kapıya bırakmış, sadece dâhili telefondan ‘Kapıya bak!’ denildi, baktım ve aldım içeriye, üşümemeleri için, bir şey olmasın diye hem. Ne yapacağımı bilemediğim için şaşırdım, bunun için de sizleri çağırdım hemen.”
Ben bunları söylerken kaynanam bebeklerden birini, baldız da bebeklerden diğerini kucaklamıştı, benimkinin elleri tüm konuşmalarımıza rağmen belindeydi, tereddütle, inançsızca. Oysa kokan bebek “Öf!” yerine “Oh!” dedirttirmişti baldızıma.
Ebe olan kaynanam;
“Bu bebekler aç ve altları kirli, üstelik çarşaftan başka bir şeyleri de yok sırtlarında, üstlerinde!”
Tam o sırada evin telefonu çaldı, siniri geçmemiş, şüpheleri dağılmamış karım açtı telefonu ve “Alo!” deyip de dinlemeğe başlarken, bizim de duymamız için telefonun sesini dışarıya verdi. Dinledikten sonra kapattı, duymamışız gibi tekrarladı konuşulanları;
“Çocukların babası. Yurt dışında çalışıyormuş ve gitmek zorunda imiş. Anneleri ölen bebeklerden birine Atakan, birine Atacan ismini koyarsak memnun olacakmış! Birkaç yıl sonra tüm vesayeti(16) bize bırakacakmış, eğer kabul ederse imişiz. Bizi uzaktan da olsa tanıdığı için bebekleri bizlere emanet etmiş. ‘Koruyucu Aile olun!’(17) dedi. Yalvardı, yakardı ve telefonu kapattı.
Bakışları değişmişti karımın, telefonu kapattığında. Munis(18), sevecen ve neredeyse takdirkâr ve sanki günah işlememiş olmamın mutluluğunu yaşar, bunun için ödüllendirmeyi düşünür, diler gibiydi.
Kaynanam;
“Hikâyeyi bırakın da şimdi, önce çocukların altlarını temizleyip banyolarını yaptıralım, doyuralım. Sonra ne yapacağımıza karar veririz.” dedi, durdu, nefes alırcasına ve devam etti;
“Damat koş, acele bir kutu iyisinden mama, en küçük numaradan bir torba çocuk bezi, bebe şampuanı, bebe kremi, mama şişesi, iki adet de emzik al. Ama yakındaki eczaneden değil. Civardaki bir başka eczaneden al. Ortalığı ayağa kaldırmayalım hemen…”
Suskunlaştı biraz devam etmek kaygısıyla;
“Kısır(19) olduğunuzu herkes biliyor handiyse(20). ‘Bu çocuklar bizim!’ diyemezsiniz. Hamile gibi bile görünmediniz daha. Ha! Kıçlarınızın, yampiri-yumpiri(21) salladığınız küfelerinizin büyüklüğü ile ‘Hamileydik!’ diyecekseniz o başka, ona bir sözüm yok, ama sözlerinizle kimseyi inandıramayacağınıza bahse girerim!”
Biraz daha durup devam etti kaynanam;
“Kombi çalışıyor, değil mi? Okulda öğrendiklerinizle suyu kontrol edin ve gardıroplarınızda eskimeye bıraktığınız bebe takımlarını çıkarın hemen. Şimdi tam zamanı işte. Aydoğan çabuk bohçanı kap gel, sağa-sola, âleme gösterircesine değil, bir çanta içinde. Gündoğan sen de gardırobunu aç, düşüncelerinde yaşattığın bebeğin için hazırladıklarını bu bebekler için ortaya çıkar. Çocukları soyalım ablan gelinceye kadar, bebekler rahatlasınlar. Damat sen de siftinme(22), hadi çabuk koş, fırla, hemen.”
Ben ve baldız dışarıya çıktık yan yana. O evine yöneldi, ben arabama. Kısa zamanda ikimiz de döndüğümüzde kapının arkasında kocaman bir çöp torbası gördük.
Gündoğan’ın bohçasından çıkan şampuan, krem gibi bir kısım şeylerin kullanma süreleri dolduğundan atılmıştı. Bir kısım giyim-kuşamla ilgili şeyler de kullanılmayacak duruma gelmişmiş.
Karım da, baldızım da kaynanamın dediği gibi Kız Enstitüsü Çocuk Bölümünden(23) mezun idiler. Allah onlara bebeği vermemiş olsa da çok şeyi değil, her şeyi biliyorlardı bu konuda.
Bilmedikleri, ya da bu andan önce düşündüklerinin dışında meydana çıkan şey; iki bebeğin de erkek olmaları idi. Yani babalarının cinsiyetlerini bilerek adlarını Atakan ve Atacan olarak koymamızı istediği ve bundan böyle Atakan ve Atacan olarak anacağımız bebekler.
Aralarında hiç bir fark gözükmüyor gibi olan bu bebeklerin hangisi Atakan, hangisi Atacan olacaktı ki?
Kaynanam bebeklerin yıkanmasından, altlarının bağlanmasından sonra pembe takımları giydirme çabasında olan kızına bağırmıştı;
“Daha birkaç günlük bebekken kompleks(2) yapmasına neden olacaksın bebeğin. ‘Yarım elma, gönül alma’ gibi ablanın takımlarını üleştirerek giydirelim bebelere. Sen de o pembe takımları kızı olan bir arkadaşına hediye et!” dedi.
Kaynanam bilgili, taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar kuvvetli ve ilkokuldan terk, bir bakıma handiyse ümmi(25) sayılmasına rağmen, yılların ebesi olan bu insan değerli ve çok bilgiliydi, hem de çok.
Mamaları hazırlayan abla biberonlara doldurmuş ve çalkalıyordu.
İki bebek de ağızları var, dilleri yokmuşçasına sessiz, sakin ve durgundular. İkisi de hissetmişlerdi annelerinin öldüğünü ve terk edildiklerini (sanki).
Kaynanam, bebekler temizlenip, karınları doyup da uyku moduna girince;
“Kızlar bilmem dikkat ettiniz mi, ikiz olarak birbirine çok benziyorlar, ama yıkarken fark ettim bir kısım farklılıkları, bilmem sizler de fark ettiniz mi?”
Bebekler yıkanırken de, doyurulurken de ben yoktum oralarda, o anlarda, farkı fark edemezdim.
Kızlar da hayretten açılan gözleriyle fark etmediklerini anlatmak istemişlerdi herhalde.
Kayınvalidem gözlerinden kaçmayan, daha doğrusu kaçamayan farkları tane tane anlatma gayretinde oldu:
“Bir yumurta ikizi de olsalar aslında dört diyeceğim farklardan biri önemsiz gibi. Diğerlerini şöyle sıralayabilirim; Bu çocuklardan birinin göbeği içe, birinin ki dışa doğru kesilmiş. Kulak memelerine dikkatle baktınız mı? Birinin ki üçgen şeklinde yanağına bitişik, diğerinin ki meme şeklinde sarkık ve şimdiden ‘Kepçe Kulak(26)’ diyebileceğimiz bir şekilde. Bir de biri diğerine göre biraz daha topluca yahut da biri, diğerine göre daha zayıf gibi. Aslında tek yumurta ikizi de olsalar bu söylediklerim olağan farklılıklar.”
Sözleriyle yorulmuş gibi, ya da söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığının tereddüdünü yaşar gibi durakladı bir süre. Anlattıklarını duyunca ben de haddim olmayarak ona yakıştırdığım “ümmi” sözümü geri almak mecburiyetinde hissettim kendimi. Ve devam etti;
“Şimdi biz damatla çarşıya gidelim. Birer tane aldıklarımızı ikiye tamamlayalım evvel emirde. Sonra, zıbındır(27), önlüktür, termometredir, şampuandır, emziktir, patiktir, çoraptır, eldivendir, iç-dış çamaşırıdır, şapkadır, hatta atadan kalma alışkanlığımız kundak alalım. Aklımıza başka bir şeyler gelirse onları da aklımıza geldiğinde alırız peyderpey(28) ve eksiklerimizi tamamlarız.”
Düşünmek, ebe olunun kendisine verdiği avantajları sonuna kadar kullanmak arzusunda gibiydi kaynanam, devam etti;
“Dönüşümüzde ne yapacağımızı kararlaştırır, hangi ismi hangisine vereceğimizi düşünürüz. Fark ettim ki, ikiniz de çocuk özlemi nedeniyle sahiplenmek istiyorsunuz bebekleri. Bence eğri oturup, doğru konuşmamız gerekir ki, yasalar hepimizden de üstündür. Ama Tanrı’nın kul yardımıyla kapımıza bıraktığı bu bebekleri bırakmak, ya da çocuk yurtlarına, yetiştirme yurtlarına vermek gibi bir düşüncem yok, olamaz da zaten asla…”
Söylemlerinin kalanına daha sonra devam etmeyi dilercesine; “Haydi damat, gidelim!” şeklinde bir işaret yaptı.
Çarşıya çıktık. Kayınvalidemin dört deyip de üç farklılığı söylemesi dikkatimden kaçmamıştı. Saygım dördüncüyü sormama engeldi.
Alışverişimizi yapıp da döndüğümüzde, asansörde;
“Dördüncü farkı merak ediyorsun, değil mi? Ama sormaya çekiniyorsun. Peki, sen erkeksin. Sakınmadan söyleyeyim, aramızda kalacağından eminim; ‘Birinin pipisi, diğerininkine göre daha büyüktü, sünnetsiz de olsa, fark ediliyordu bu.”
Oturduk, konuştuk. Aklımıza gelen, aklımızdan geçen her şeyi yasalara uygun olarak yapmamız mümkün değildi. Ama bize emanet edilen bebekler için çok şeyi yasalara uygun olarak yapmak gayretinde olacaktık!
Öncelikle bebeklerin, güvenlik ve güvenlik kameralarının olduğu sitede, kimsenin dikkatini çekmeden nasıl bırakıldığını öğrenme gayretinde olduk.
Güvenliğe ait Giriş Defterinde dâhili telefonu aldığım saate uygun herhangi bir giriş kaydı gözükmüyordu. Oysa site haricinden gelenler, misafirler, postacılar falan kaydedilirdi.
Olası ki, saat kurmak, ya da yabancı birine yol göstermek yahut da tuvalet-yemek gibi bir ihtiyaç için birkaç dakikalığına güvenlik boş kalmış olabilirdi. Ya da biri ile konuşarak siteye girmek, giren kişi için risk olabilirdi.
Ne girişte, ne de çıkışta fark edilmemişti çantaları taşıyan, ya da getiren adam. Oysa dikkati çekebilir, güvenlikçe verilen bilgiler ipucu edinmemize imkân verebilirdi.
Sitede kendi bloğumuz için, boş gezenin boş kalfası(29) olduğum zamanlarda bir ara daha önceden yöneticilik yaptığım için gelen-giden tüm yöneticilerle samimiyetim vardı. Bu nedenle o güne ait Güvenlik Kamerası kayıtlarının bir örneğini istedim yöneticiden.
Mazeretim, ya da bilgi isteme sebebim belli idi; “Biri, ya da birileri kapımıza bir hediye paketi(!) bırakmıştı da kim olduğunu merak etmiştik, teşekkür etmek için.”
Yöneticinin vaktini boş yere almasın diye(!) evde CD’yi bilgisayara takıp izleyip, geri iade edecektim.
Eve getirip dizüstü bilgisayarıma takarak ailece izlemeye başladık, hep beraber, hatta nefesimizi tutarak, belki de içimizden bırakılan bebeklerin geri alınmamasını dileyerek.
Saat: 13.02 civarında elinde iki çanta olan kahverengi montlu, siyah gözlüklü, etrafını şüpheli bir şekilde kollayan, sakallı, 1.75-1.80 boylarında bir adam yukarıdaki Güvenlik Kapısından giriyor, en fazla beş dakika sonra da elleri boş olarak aşağıdaki Güvenlik Kapısından neredeyse Güvenlik Kulübesine sırtını dönerek çıkıyordu. Gündoğan;
“Bu silueti(30) bir yerlerden tanır gibiyim, ama nereden, bir türlü çıkartamıyorum!” dedi.
Sonra oturup İnternetten “Evlât Edinme Şartlarını(31)” okuduk, etraflıca. Sonra Medeni Kanuna göre “Koruyucu Aile Olma Şartlarını”.
Aydoğan’ın koşulları, kocası öleli henüz yedi ay kadar olduğu için daha kolaydı: “Kocam öldüğünde hamileydim!” diyebilecekti. Ve annesi, daha doğrusu annemiz ebe olduğundan, torunu olan bebeği kendi elleri ile doğurttuğunu söyleyerek Nüfus Kâğıdını Muhtarlıktan alınacak belge ile alması kolay olacaktı!
Nasıl olsa Muhtarlıkta “Kısır!” diye kayıt mı vardı ki? Çevreye ise Çocuk Yuvasından “Koruyucu Aile” olarak çağırıldıklarını ve evlât edindiklerini yayacaklardı. Baldızın bebeğinin adı Atacan’dı, rahmetli kocasından kalan tek, ilk ve son hatıra idi!
Aynı senaryoyu bizim için de gerçekleştirdi kayınvalidem. Sadece doğum tarihi farklı olarak, birkaç gün küçüktü bizim bebeğimiz Atakan. Üstelik çevremizde bebek özlemi çektiğimizi bilmeyen yoktu.
Tek sakınca, sitede, araştırmaya meraklı emniyet görevlilerinin olması idi. Baldızın ve bizim Mahalle Muhtarlıklarımızın ayrı olması avantajımızdı. Mümkün olduğu kadar birbirimize bebeklerimizle gidip gelmeyecektik. Kaynanamız gereklilikleri yapacaktı.
Ayrıca yaz gelince evimizi kapatıp yazlığımıza gitmeyi ve uzunca bir süre orada kalmayı düşündük. İşimde hizmet yılım müsait, yaşım müsait değildi. Ama erken emekliliğimi istedim Atakan için.
Yaşım gelince alırdım emekli ikramiyemi. Oğlumuz buna değerdi çünkü. Allah’a şükür geçimliğimiz vardı, olmazsa kayınvalidem destek çıkardı gerektiği kadar, gereğince.
Uzun süre yazlığımızda kalmayı düşünüyorduk, yaz-kış, hatta oğlumuz ilköğretime başlayıncaya kadar.
Evimizi kapatmayacaktık. Ara sıra baldız, ya da kayınvalide evi havalandırmaya, kontrol etmeye, aidatları yatırmaya geleceklerdi. Çünkü onlar sekiz daireli bir apartmanda oturuyorlardı ve çevrelerinde bizimkiler gibi emniyet görevlileri yoktu. Bu nedenle de bizim gibi evlerini terk etme, ya da bir başka yere taşınma gibi sorunları yoktu.
Yazın gelmesini bekliyorduk rutin(32) bir şekilde. Ne baldız, ne de kayınvalide geliyordu evimize bebekleriyle. Ellerini kollarını sallayarak ya biri, ya da öteki geliyordu ziyaret anlamında. Ya da telefonlaşıyorduk, gerektiğinde.
Biz de aynı şekilde gidip-geliyorduk, bebeği yalnız bırakmamak için ya birimiz, ya da diğerimiz evde kalarak.
Üstelik bebeklerin doğumlarından beri(!), Koruyucu Aile olduğumuz biliniyordu çevremizce! Yerin kulağı vardı çünkü. Ve belki bizim aklımıza gelmeyen bir şey bir başkalarının dikkatini çekebilirdi.
Yazlığa taşındığımızda onlar da önce bir-iki, belki de bir hafta-on günlüğüne yanımıza gelecekler, daha sonraları tüm yaz tatillerinde beraber olacaktık. Öyle plân yapmıştık.
Şehirdeki gibi dikkati çekmeyeceğimize inanıyorduk, çünkü yaz beldesinde kim-kime, dum-duma(33) idi kanımızca.
Üstelik bebeklerin benzerliği de sorun olmayacak gibimize geliyordu. İki kardeşin iki bebesinin birbirine benzemeleri kadar doğal ne olabilirdi ki? Çünkü “soy-soya bulgur suya” çekerdi. Öyle değil mi?
Günler düşünceler ve hareketlerle yoğun geçerken, bir gün öğle yemeğini yerken Gündoğan masaya elini vurdu birden ve;
“Tabii ya!” dedi ve sustu.
“Hayırdır!” dememe;
“Şimdilik hayır olsun diyorum!” dedi. Aklına bir şeyler gelmiş olsa gerekti, hemen açıklaması gerekmeyen.
Yerinden aşırıya yakın bir ivecenlikle kalktı ve telefonun geri tuşlarına basarak eski numaraları kontrol etti. Sanırım, rastlamak istediğine rastlayamamıştı. Bu arayışında bebeklerin isimlerini teklif edenin numarasını aradığını tahmin bile edemezdim.
O numara zannederim akıllı babanın jetonlu ya da kartlı bir kulübeden ettiği telefon numarası olsa gerekti.
Yemeğinin masada soğumasını göz ardı ederek Telefon Defterini eline alarak baştan itibaren sayfaları çevirmeğe başladı. Gözlerinde merak ve aradığını, ya da umduğunu bulamama endişesi var gibiydi.
Herhalde aradığı isim de telefon numarası da gördüğü anda çağrışım yapıp hatırlamak istediğini hatırlamasına neden olacaktı.
Karımı çok iyi tanıyordum ve bu nedenle onun yerine, onun gibi düşünmem de doğaldı.
Sanırım ki bulmuştu aradığını. Telefonun tuşlarına bastı usul usul, merak gözlerinde büyümüş, mimiklerinde küçülür gibiydi. Telefon bir müddet çaldıktan sonra açıldı. Karım telefonun sesini açığa verdi;
“Dürdâne? Dürdâne Hanım?”
“Bu onun telefonu, ama o yok şimdi evde, eğer temizlik filân yapılacaksa ben geleyim efendim!”
“Dürdâne nerede?”
“Yengemi kaybettik efendim!”
“Nasıl yani?”
“Hamileydi, hem onu, hem de bebekleri kaybettik efendim!”
“Başınız sağ olsun. Bebekleri dediğine göre birden fazla mıydı?”
“İkizdiler efendim!”
Kurnaz ve ağızdan lâf almasını bilen bir kadındı karım. Devam etti;
“Tekrar başımız sağ olsun!” dedi.
“O zaman onun yerine bizim eve sen gel. Onun gittiğinden beri ev şöyle usturuplu(34) bir şekilde temizlenmedi. Adresi vereyim, işin yoksa hemen gel! Ha! Bu arada ağabeyin mi, kardeşin mi neyse, yengenin kocasının adresini ve telefon numarasını da getir ki, kendisine; ‘Başın sağ olsun!’ diyebilelim.”
Karım annesini çağırarak bebeği kendisiyle birlikte komşulardan birine göndermişti.
Dürdâne’nin baldızı gelip, zamanın kısalığı nedeniyle olsa gerek hemen işe başladı, hiçbir şeyden şüphelenmeden ağabeyinin telefon numarasını vererek.
Karım Ergül’ü üstelememişti başlangıçta yengesinin ve bebeklerin nasıl öldüklerini öğrenmek için.
Ben içerideki odada gazete okuyup televizyon seyrediyordum.
Konuşmalar geçti aralarında. Ergül, Dürdâne ve Ergün’den bahsetmemekte kararlı gibiydi. Soruları anlamamışçasına geçiştirmeğe çalışıyor, yalanını diğer yalanlar takip ederken şaşırıyor, fark etmeden derin açıklar veriyordu.
Başlangıçta ikiz yeğenlerinin doğum sırasında anneleri ile birlikte öldüklerini söylemişti, nedenini belirtmeden, o kadar.
Karım ise annesinin ebe olduğunu, kendisine söylediği halde neden doğumda yardımcı olması için çağırmadığını sorgulama çabası içindeydi.
Ağabeyi yurt dışında idi ve doğumdan sonra hemen geri dönmek zorunda kalmıştı. Yalnız yaşıyordu Ergül ve ağabeyinin gönderdiği harçlıklarla geçindiğini, Dürdâne gibi temizlik işlerine gitmemesinin gerektiğini ağabeyinin tembihlediğini kaçırmıştı ağzından.
Ancak Ergül, bizim ailemiz Dürdâne’nin eskiden beri tanıdığı bir aile olduğu için, ricamız üzerine gelmek zorunda kaldığını anlatmıştı, parça parça perde indirirken, süpürge tutarken, çamaşır makinesini çalıştırırken falan…
Ergül evine döner dönmez onun verdiği telefonu aradı karım, sesi yine dışarıya verip dinlememi isteyerek. Telefon, defalarca çalmasına rağmen açılmadı. Yarım saat-bir saat ara ile “Bir” işareti yaparak tekrar tekrar aradı.
Bilmediği, ya da aklından geçirmediği, bizim telefon numaramızın da aranılanın ekranında gözükeceğini unutmuş olsa gereği idi.
Bakalım telefonun numarası aranılanın belleğinde yer etmiş miydi ki?
Nihayet gecenin sonuna doğru telefon açıldı. Karımın aklına saat farkı ancak gelebilmişti (sanırım). Bu açılışla doğrudan doğruya;
“Ergün, ikizlerin, Atakan ve Atacan’ın babası?” diye bağırdı.
“Buyur Abla!”
“Bulamayacağımı mı sandın?”
“Bu kadar erken değil ama!”
Hem suçlu, hem güçlü gibiydi, sesinin utangaçlığında.
“Söyleyeceğim şu; çocukların ikisi de emin ellerde, anaları var artık. İstediğin zaman gel-gör onları, ama sakın babaları olma. Çocuklarının iyi yetiştirileceklerinden emin ol! Ayrıca geldiğinde karşılıklı konuşalım, imzanı alayım. Güvenemiyorum çünkü sana.”
“Bana güven abla! İzin alıyorum ve yarın hemen dizlerinin dibine diz çöküyorum!”
“Bekliyoruz, hem hepimiz!”
Ve telefonlar kapandı…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Dürdâne; İnci tanesi. Aynı zamanda değerli, sevgili, kıymetli anlamında da kullanılan bir kelimedir.
(1) Şimbil-Şimbil Bakmak; Tek başına iken genel anlamı küçük ve kurnaz demektir. Ancak ardı ardına iki kez söylendiğinde yöresel olarak gözlerini açarak ve merak ederek dört bir yanına bakmak anlamında, daha ziyade bebekler ve çocuklar için kullanılan bir deyimdir.
(2) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.
(3) Hazin; İçe dokunan, üzüntü verici, acıklı, dokunaklı, üzücü.
(4) Pürmelâl; Hüzünlü, üzüntülü, sıkıntılı, acıklı.
(5) Hazreti Musa doğduğunda Nil Nehrine bırakılmasının öyküsünü söylemek istedim. Daha sonra Mısır Firavununun başına dert olduğunu söylememe gerek yok, sanıyorum.
(6) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.
(7) Çapaçul; Kılığın veya eşyasının düzgün ve temiz olmasına özenmeyip düzensizlik içinde yaşayan, bir bakıma pasaklı kişi.
(8) Şapşalca; Şapşal gibi. Aptalca, alıkça davranış. Üstüne, başına, giyimine, kuşamına özen göstermeme durumu.
Dangılca; Dangıllık; Argoda; kısaca “Dangalaklık” şeklinde bir deyiş, kabaca davranış, konuşma biçimi.
Aptalca; Miskince. Uyuşukça, mıymıntı gibi, sünepece, pısırıkça. Sağduyusu anlama ve sezme gücü aptala yakın.
(9) Yaygara; Bir şeyi bahane ederek yüksek sesle bağırıp çağırma.
(10) Zırnık; Doğal olarak kimyasal bir madde olmakla birlikte herhangi bir şeyin en küçük, en önemsiz ve işe yaramaz parçası.
(11) Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.
(12) Gerzek; Geri zekâlının kısaltılmışı, zekâsı yaşından geride olan.
Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.
Musibet; Ansızın gelen felâket, sıkıntı veren şey, uğursuz.
Gudubet: Yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, huysuz ve nursuz insan. Böylesine menfilik dolu aklımda kalan sözlerden birkaçı da şöyle; mendebur, ucube, çaçaron…)
(13) Alimallah; Bir konuda söylenen bir sözün doğruluğuna karşıdaki kişiyi inandırmak için kullanılan Arapça; “Bilici olan Tanrıdır” anlamına gelen, “Doğru söylüyorum, inan ki doğru!” anlamında söz.
(14) Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadının sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).
(15) Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır.
(16) Vesayet; Vasilik. Vasi olma durumu. Vasinin yaptığı iş.
Vasi; Bir yetimin ya da akılca zayıf birinin malını, mülkünü yöneten kimse. Ölen birinin vasiyetini yerine getirmekle yükümlü kimse.
(17) Koruyucu Aile; Ailesi tarafından terk edilen, ya da herhangi bir sebeple annesi, ya da babası ölen çocuğa bakan aile. 2828 Sayılı SHÇEK Kanunun 28. Maddesine göre çocuğun verildiği aile. (Son zamanlarda bu konuda çocuk yuvalarında “GÖNÜLLÜ ANNE” ve “GÖNÜLLÜ BABA” uygulamalarına başlatıldığını fısıldayıvereyim.)
(18) Munis; Cana yakın, uysal, sevimli, uygun. Alışılmış, alışılan, yabancı olmayan.
(19) Kısır; Verimsiz. Yaratıcı özelliği olmayan. Boş, yararsız. Ürün vermeyen toprak. Meyve vermeyen bitki. Döl vermeyen üreme yeteneği olmayan canlı varlık.
(20) Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
(21) Yampiri-Yampiri Yampiri-Yumpiri); Eğri-büğrü, çarpık giden, yan-yan.
(22) Siftinmek: Yerel tabirlerden olup, genel anlamıyla -ki bu öyküde de o anlamda kullanılmıştır- “Vakit geçirmek, oyalanmak” tır. Diğer bir anlamı da; bir yere sürtünerek kaşınmaktır.
(23) Kız Enstitüleri; Kız öğrencileri hem mesleğe, hem öğretime, hem de (bence) anneliğe hazırlamak için kurulan orta öğretim kurumu idi. Bu okullar Kız Teknik Öğretmen Okullarının ve Olgunlaşma Enstitülerinin nüvesi idi. O zamanlar bu okullara Kız Enstitüsü deniyordu. Bu okulların bugünkü adı; Kız Teknik ve Kız Meslek Lisesi’dir. Öykü kahramanı olan Gündoğan ve Aydoğan bu okuldan mezun olmuşlardır.
(24) Kompleks; Hemen kavranamayan, çözümü, kavraması güç olan, ruhsal karmaşa, karmaşıklık.
(25) Ümmi; Genelde okuma-yazma bilmeyen, okur-yazar olmayan, bilgisiz kulaktan dolma bilgilerle yetinen gibi düşünülürse de, daha çok kendini geliştirmemiş kişiler için kullanılan söz. Ancak ümmi ile cahilin karıştırılmaması gerekir. Ümmi; bilmeyendir. Cahil ise; bilse de bilmese de bilmediğini bilmeyendir. Ümmi cahil değildir, cahil demek de mümkün değildir.
(26) Kepçe Kulak (Yelken Kulak); Kocaman ve öne doğru kulakları olan kimse.
(27) Zıbın; Bebelere iç çamaşırı olarak giydirilen, ince pamukludan yapılmış, kısa kollu giysi.
(28) Peyderpey; Bölüm-bölüm olarak, azar-azar, yavaş-yavaş, parça-parça.
(29) Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.
(30) Siluet; Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle ve tek renk olarak beliren görüntüsü, gölge.
(31) Evlât Edinmenin Şartları; Yeni Medeni Kanunun 305-320. nci maddelerinde belirtilmiş. Evlât Edinmek için Medeni Kanunun 315. Maddesine göre öncelikle Asliye Hukuk Mahkemesine başvurmak gerekiyor. Bunun için maddi ve şekli şartlar bulunmakta (İstenildiği takdirde tüm detaylar yasadan, ya da internetten öğrenilebilir).
(32) Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.
(33) Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.
(34) Usturuplu; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, ustalıklı ve uygun” anlamlarında kullanılan bir terim.