Derdini, belki de dertlerini, hevesini, düşüncelerini dilek ve arzularını dalgalara anlatma çabasındaydı orta yaşlarda, en fazla 45–50 civarlarında gösteren, belki de genç yaşını tüketemeden orta yaşlara dönüşmüş adam.

Temiz giyimliydi, hatta takım elbiseli bile sayılabilirdi, gevşemiş kravatıyla üstüne oturduğu kalın, kütleli taşlar kendisine hiç yakışmamış gibiydi. Genelde bu kayalar üzerine onun gibi yakışmayanlar değil, başkaları gelir otururdu oysaki.

Meselâ yer-yurt sahibi olamayanlar, parası olmayıp da sevgilisiyle ucuzca dalgaları, mehtabı üleşmeye çalışanlar…

Oturduğu kayaların üzerine özenle yerleştirdiği siyah poşet içinden siyah bir şişe çıkartıp, kapağını eliyle açtıktan sonra bir miktar içti, belki de buna büyük bir yudum demek daha doğru olsa gerekti.

Sonra poşetten çıkardığı beyaz şişeden siyah şişe içine bir miktar su gibi bir şey döktükten sonra tekrar bir yudum içti, bir öncekine göre daha küçük sayılabilecek bir şekilde ve yüzünü ekşitti bir miktar.

Gevşemeye başlamıştı galiba. Cebinden bir sigara paketi çıkardı, paketi açtı, belki de ilk defa, çaktığı kibrit esen meltemden sönmüş olmalıydı, sırtını dönerek kibriti tekrar çaktı ve sigarasını yaktı.

Hiç de alışkın gibi görünmüyordu, öksürdü, ama tekrar sigarasından bir nefes daha çekti.

Takip ediliyordu galiba. Hissediyordu, ama umurunda değil gibiydi. Biri kız, diğeri oğlan iki genç yakınındaki kayalıklara oturmuş, ellerindeki bir şişe kola ya da gazozu üleşerek içiyorlar, bir taraftan da; “Sanki sahilde başka yer yokmuş gibi, neden gelip bu amcanın yanına oturduk?” der gibi serzeniş içinde olsalar gerekti.

Genç adam; hani başlangıçta genç oğlan dediğim, zorunluluk hissetti galiba;

“İyi akşamlar amca. Umarız varlığımız sizi rahatsız etmiyordur!”

Orta yaşlı adam;

“Ne demek rahatsızlık oğlum? Adım Abdi(1), ama Allah’ın sevdiği bir kul değilim. “Dertleri zevk edinmişim!’(2)  Dertlerimi paylaşmak isterseniz, gelin oturun yanıma. Yoksa yaşam sizin için güzel, ne yaparsanız yapın. Hatta ben sizleri rahatsız etmemek, hatta sizlere kötü örnek olmamak için daha kenarlara bir yerlere gideyim.”

“Yok amca, bize rahatsızlığın olmaz, ailelerimizin haberi var, nişan da yapacağız, hele bir ekonomik düzenimizi yoluna koyalım da…”

Uzaklarda bir yerlere yokuş yukarı gibi tırmanırken yaşama gayesi yok gibiydi, umursamıyordu hiçbir şeyi orta yaşlı adam. Poşetindeki üç-beş şişe, cebindeki üç-beş kuruş için canına kastedilmesi bile geçmiyordu aklından, bu koca, koskocaman, kim-kime, dumduma(3) olan şehirde.

Ne olmuştu bu adama? Olan neydi, böylesine mehtabı, dalgaları, yakamozu, taşlar-kayalar üzerinde tünercesine üleşmek, hele ki böyle çok çabuk sarhoş olmak istemesinin nedeni?

Ve üstelik iki âşık gence çekinerek sırtını dönmesinin sebebi?

Gençlerin yanından uzaklaştığının farkında değilmişçesine siyah şişeden bir yudum daha içti, fitiline kadar tükenmiş sigarasını, cebinden çıkardığı paketten aldığı diğer bir sigara ile sigaradan-sigaraya yeniledi ve ciğerlerine kahredercesine derin ötesi derin bir nefes çekti.

Dumanı ciğerlerinde hapseder gibi bir müddet tuttuktan sonra aya, yıldızlara ulaşmasını dilercesine gökyüzüne doğru savururcasına soludu. Ay ve yıldızların yaşamında önemi olsa gerekti.

Sesi güzeldi orta yaşlı adamın, içki ve sigara henüz dilini ve gırtlağını kör etmemiş, etkilememişti zahir(4).

“Bir rüzgârdır, gelir geçer sanmıştım, meğer başımda esen kasırgaymış…(5)

Bu kadarla bıraktı şarkıyı, bir yudum daha içmek için.

Oysa bir rüzgâr olmadığını kesinkes biliyordu kendisi de. Belki de söylemek istediğini böyle şekillendirmek istemiş olabilirdi.

Beyaz şişeden, siyah şişeye birkaç yudum daha yardım etti, ölçülü gibi!

“Uzun yıllar ötesinden, hatırını sorayım mı?(6)” dedi, tekrar durakladı.

Sigarasından bir nefes daha çekti, şişesinden bitip-tükenmeyen kim bilir kaçıncı yudumu avurtlarına yerleştirdi, aynı bir önceki, ondan bir önceki gibi;

Elbet bir gün buluşacağız!(7)” dedikten sonra ağlarcasına başını salladı, şarkılarını tükettiğinden değil, kendini tüketmekte geciktiğinden olsa gerek. Ayakkabılarını çıkarttı, cüzdanını ve Nüfus Kâğıdının fotokopisini özenle yerleştirdi bir kayanın üstüne.

Yanındaki kayalardan birine yumruğuyla vurdu. Eli kanamıştı, belki parmaklarından kırılan bile olmuştu, farkında değildi…

Hıçkırıklarını geceden, kendine kadar ulaşan vitrin ve deniz araçlarından, uzaktan yanıp-sönen deniz fenerinden saklama gayretindeyken, o iki genç yanına çömeldiler. Belki derdine ortak olmak, belki de yoksulluktan birikmiş dertlerini paylaşmak arzusunda gibiydiler.

Onlarla konuşmasından sonra aradan geçen zamanın ne kadar olduğunu kestiremiyordu. Sadece takviye ettiği(8), birinci şişeden sonraki ikinci siyah şişenin de sonuna geldiğinin farkındaydı.

Denizi kirletmemek, belki de bir gariban(9) depozitosundan faydalansın diye şişeleri kayalardan birinin üstüne yerleştirmiş, üçüncü ve son şişeyi de bir öncekiler gibi beyaz şişeden son damlasına kadar desteklemişti.

“Anlatmak isterseniz sizi dinleriz amca! ‘Gidin, yalnız kalayım!’ dersen de gideriz, ama ne olur amca bir delilik yapmayın! Bu dünyanın, bu ülkenin, bu şehrin derdiniz ne olursa olsun, sizin gibilerine ihtiyacı var!”

“Peki, sizi dinlemeğe gayret edeceğim, eğer şu son anlardaki gibi düzgün, mutlu yaşayacağınıza ve yarın yine böylesine uygun bir saatte beni burada karşılayacağınıza söz verirseniz!”

“Tamam amca, gidiyoruz hemen ve yarın bu saatlerde gene burada olacağız!”

“Hemen gitmeyin! Son kolanızı ya da gazozunuzu yanımda tüketin ve sonrasında sarhoş bir amca nasıl taşınırmış, öğrenin isterim!”

“Sarhoş değilsin ki amca.”

“Size öyle geliyor, bu zıkkım(10) şişede durduğu gibi durmuyor ki, hele ki benim gibi ne olduğunu, içmesini bilmeyenler için. Sanırım zom olmama(11) çeyrek kaldı. Beni bir taksiye bindirin ve bir otele götürmesini söyleyin şoföre. Ondan sonrası Allah Kerim, sizler de evlerinize gidin.”

Gençler kollarına girip de taksiye bindirdiğinde yeni bir şarkıyı, belki de şoförün tavrından ürkerek sessizce dillendirmeğe çalıştı orta yaşlı adam;

“Söyleyemem derdimi, kimseye derman olmasın diye!(12)

Sabah, başında bir ton olmasa da, ağırlığını hesap edemediği bir ağırlık vardı. Gene de bu ağırlığı başından def etmeli(13), dükkânını her zamanki gibi vaktinde açmalıydı, hem de hiç kimseye hissettirmeden, vaktinde. Hizmet etmesi gereken yerlere, hizmetlerini vaktinde ulaştırmalıydı. Çünkü dükkânı onun aynı zamanda eviydi de. İlk defa evinden, ayrı pis ucuz bir otelde sabahlamıştı.

Dükkânının arkasındaki ardiye(14) gibi yerde bir somya, elektrikli bir soba, lavabo ve portatif bir duş tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu. Gerekenleri dükkânından bedava(!) temin ettiği gibi, buzdolabı ihtiyacı da duymuyordu.

Sağ taraftaki börekçi, sol taraftaki lokanta, karşısındaki esnafın ihtiyacını gören kahve, ya da ufak çay ocağı derdine dermandı.

Bazı-bazen mahallenin çocuklarını gofret, sakız gibi şeylerle gönüllendirirdi Abdi. Telefon siparişleri ile evlerine bir koşu eksiklerini götürdüğü, sallandırdıkları sepet ve torbalara ihtiyaçlarını koyup gönderdiği ailelerin çörek-börek-kekleri nefsini körletmesine(15) yetiyordu, en basitinden doyumuna destek oluyordu.

Sermayenin kediye yüklenmesi söz konusu değildi, dükkân demekle birlikte, mahallenin bakkalıydı ve her bakkalda olduğu gibi onun da bir Veresiye Defteri vardı tabii.

Ve komşular sağ olsun, bugüne değin ne sırtı yere gelmiş, ne de ele-güne el-avuç açmıştı. Zaten yalnız yaşamında el-gün yok, komşular, kardeşler, ablalar, ağabeyler vardı, hatta amcalar, teyzeler bile, emekliliğini yaşayan…

Yaşadığı o ana kadar sessiz, durgun, monoton(16) bir yaşamı vardı Abdi’nin. Alışkanlığı olmadığı, kendi bakkalında satmadığı halde, aldığı içki şişeleri ile kendisini neden sahile yönlendirmiş, üstelik konu-komşu kimse fark etmesin diye gecenin ilerleyen bir vaktinde neden sahil kayalıklarına vurmuştu ki kendini? Biliyordu. Bir muamma(17) değil, bir gerçek vardı yaşamında. Kimsenin bilmediği, kendini köyden şehre attıran bir sevda…

Dört kardeştiler, evlenmeyip de evi bekleyen, anne-babasıyla yaşayan bir ablası, çoluk-çocuğa karışıp gurbet illeri paylaşan iki ağabeyi ve tekne kazıntısı, yuvadan atılamayan kendisi.

Zaten bunun için gönüllü gibi olmuştu ya evden ayrılmasına annesi-babası. Ama ablası kıyamamıştı ona, zaten hissettiği kadarıyla onu seven yalnızca ablası idi.

Ablası tüm birikimini cebine koymuştu. “Ödersen, ödersin, ödeyemezsen boş ver!” demişti. O da sanki miras kalacakmış gibi; “Mirasta hakkım varsa, hepsi senin abla!” demişti elini öperek, atalardan kalan tahta bavulla evden ayrılırken. Yol-iz bilmiyordu, bir plânı-programı yoktu, yollara düştüğünde.

Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra, bu bakkalda çıraklık, kasiyerlik elinden ne geldiyse yaptıktan sonra elindeki birikmiş tüm parayı vererek rahmetli Fevzi Ağabeyin himmeti(18), şefkati ve vasiyeti ile bu dükkânın sahibi olmuştu.

Şimdi, yaşadıkları yaşamdan kurtarmak, adam edip, cemiyete kazandırmak istediği iki genç vardı, isimlerini bile bilmediği. Belki kendisi de onlar için bir Fevzi Ağabey olabilirdi ileride. Bu nedenle hazırlanmalı, hazırlıklı olmalıydı onlar için. Komşu börekçiye, lokantaya, çaycıya gitti ayrı-ayrı.

Hatırında kalabildiği kadar evlenmek üzere olan nişanlı delikanlının durumunu anlattı, içki kısmını es geçerek. Bulaşıkçı, komi(19), garson, ayakçı(19) ihtiyaçlarının olup olmadığını öğrenme gayretinde oldu.

Lokanta bir komi ve bulaşıkçıya, çaycı bir ayakçıya ihtiyacı olduğunu söyledi; Abdi; “Ben her şey için kefilim!” deyince.

Hemen yakındaki evden bozma otel sahibi ile konuştu, gene “Ben kefilim!” diyerek ve pazarlık ederek, bir kişilik oda için. Otel sahibi peşin ödeme yapılırsa tenzilâttan da, tenzilât yapacağını vaat etmişti genç için.

Gerekirse getir-götür işleri için, mal almağa gittiği zamanlar bakkalı kilitlemek yerine bakması için gençlerden kız olanı kendisi bile himayesine(20) alabilirdi. Allah sağlık verirse bu plânını uygulamaya koyacağını tembihledi kendine.

 Sevda meselesine gelince...

Buna sarhoş olmayı istemesinden, zom olmayı düşünmesinden çok daha öncelerinden başlamak gerek.

Daha doğduğunda, daha o yaşta âşık olmuştu Abdi, Güllü’ye.

Abdi gerçek adı değildi, Abdi’nin. Abdullah ismi kimilerine uzun gelmiş, Apo ismi de itici geldiğinden, Abdi ismini komşuları yakıştırmıştı bakkala geldiği gençlik yıllarında ona…

Köyünde o sıralarda Abdullah beş-altı yaşlarındaydı. Yani Güllü dünyaya geldiğinde. Güllü kundaklandığında, daha ismi konulmadan nedense kundağına kırmızı bir gül koymak geçmişti içinden ve eylemini gerçekleştirmişti. Güllü gözlerini açıp gülümsemişti sanki kendisine, onu öperken.

Ve Güllü’nün anne-babası, yanında gül olunca bebeklerinin ismini “Güllü” koymuşlardı. Abdullah, bir bakıma Güllü’nün “İsim Ağabeyi” olmuştu!

Abdullah’ın başlangıçta da, ilerleyen zamanda da tüm vakti Güllü’nün yanında, yanı başında geçiyordu, aralarındaki yaş, sınıf ve varlık farkına rağmen. Kimse bir şey söylemiyordu, onların kardeş gibi, el ele beraberliklerine, evde, okulda, sokakta. Diğer arkadaşlarının oyunlarına pek karışmıyorlardı, kendi oyunları yetiyordu kendilerine.

Güllü’nün ağabeyi kızardı bazen Abdullah’a;

“Ne bu yahu? Yok mu be bu çocuğun anası-babası? Oldu-olacak nüfusumuza alalım da, tam olsun!” dediği bile olurdu bazen.

Gerçekten nüfusa kaydedilecek kadar kopamıyordu Abdullah Güllü’den. Güllü farklı mıydı ki sanki ondan? O da en ufak bir zaman boşluğunda bile yokluğunu hissediyor, onu arıyordu. Buluyordu da…

Abdullah İlkokulu bitirmişti. Güllü’nün anne-babası Kur’an öğrensin diye yaz tatilinde Hocaya gönderdiklerinde, Abdullah da eksiğini tamamlamak, belki de daha iyi öğrenmek, haydi saklamadan itiraf edilmeli ki, Güllü ile beraber olabilmek için hocaya gitmeğe başlamış, yani Güllü’ye katılmıştı. Ama ne katılma?

Hoca; “Elif-be-te-se” dediğinde, Abdullah; “Hoca girdi kümese!” diye fısıldıyordu Güllü’nün kulağına. Hocadan ürken Güllü, gülmemek için zor zapt ediyordu kendini. Ayın’ları çatlatarak, gayın’ları patlatarak(21) cami okulundan da mezun olmuşlardı, yine el ele.

O sırada Güllü’nün ağabeyi askerden dönmüştü. Gönüldü bu, nereye konacağı belli olmayan. Askere gitmeden evvel de kanlılarının kızındaydı gönlü ağabeyinin, tüm köy, hatta dünya-âlem biliyordu bunu. Askere gidince gönül yarası iyice depreşmiş, yaşamı iyice alt-üst olmuştu.

“Olmaz! Olamaz!” telkin(22) ve sözleri hiçbir işe yaramıyordu. Güllü’nün ağabeyi; “Ölürüm!” diyordu da başka ses çıkmıyordu ağzından. İyi miydi, kötü müydü bilinmez, ama o kızın gönlü de Güllü’nün ağabeyinde idi.

Her türlü riski(23) göze alarak, haberli olarak gittiler, ailece kanlılarının, bir bakıma düşmanlarının evine.

Gelenler Tanrı misafiriydi, düşman olsalar bile. Ev sahipleri “Buyur!” ettiler, istekleri olmasa bile. Ama bilmesi gerekenleri “Buyur!” edenler de biliyorlardı ve ellerindeki kozları yerinde ve yeterince kullanma hevesindeydiler.

Güllü’nün babası konuyu çabuk bitirmek, “Evet” ya da “Hayır” cevabını alıp dönmek kararındaydı. Selâmlaştıktan sonra;

“Allah’ın emri…” diye başlayıp bitirdi cümlesini.

Karşısı;

“Kolay! Peki! Olur bu iş! Lâkin Güllü de bizimkilerden birinin hanımı olmayı kabul ederse, berdel yani!” dedi.

Güllü’nün ağabeyi, kardeşini yaralayacağının, kardeşinin yaşamını bir çırpıda yok edeceğinin farkında olmadan, onun hakkında bu çocuk yaşta karar vermeğe hakkının olmadığını bile bile ve anne-babasına söz hakkı da vermeden;

“Tamam, kabul!” dedi.

Güllü’nün anne-babası itiraz edercesine;

“Ama Güllü daha çocuk!” dediler bir ağızdan.

Evin ikinci oğlu, iki karılı olduğu bilinen adam; bıyıklarını iki parmağı ile burarak;

“Kolay! Biz de biraz bekleriz, canım!” dedi.

Olay bitmiş, köy haberle çalkalanmıştı. Düğün-dernek ve Güllü’nün ağabeyi ermişti muradına, hatta içgüveyi(24) olmak bile umurunda olmamıştı.

Abdullah’ı artık bağlasalar duramazdı köyünde. Bir çıkınla(25) çıktı köyünden şehre.

Ne yattığı yer belliydi, ne de yediği içtiği. Olmadık işlerde çalıştı, yarı aç, yarı tok, umurunda değildi. Askere gidip-dönmek üzerineydi tüm plânı ve sonrasında unutması gerekeni unutmak üzerine. Hele ki askerde şehit olursa öylesine mutlu ölmüş olacaktı ki!

Ama olmadı. Zaman şarkıda dendiği gibi bir su gibi akıp geçti(26), acısı dinmedi, katmerleşti(27). Hele ki Güllü’nün o adamın imam nikâhlı üçüncü eşi olduğunu duyduğunda.

Askerden teskeresini alıp bir gece ansızın evine gelip sevdiklerini kucaklayıp tahta bavuluyla kendisini bu şehre attığında acısını nasıl dindirebileceğinin düşüncesinin yorgunluğu içindeydi.

Abdi’nin dediği gibi zaman hiç kimseyi umursamadan, kimseye pas vermeden geçiyordu…

Bir gün…

Yani kendini şişelerle ve sigara ile kayalıklara attığı gündü o gün.

Kapısının hemen berisinde, ani bir fren sesi ve telaşlı adımlar, koşuşmalar hissetti Abdi. Merakla dışarı çıktı. Süratinin ayarını bilmeyen bir şoförün kullandığı araba, geri dönüşüm için takdir ettiği, çöp kutularından bir şeyler toplayan çocuklardan birine çarpmıştı.

Gerçekten onları takdir eder, alkışlar, bakkalındaki depozitosuz ve pet şişeler ile kartonları onlar için biriktirir ve ikramdan vazgeçmezdi asla. Bazen bakkalından ufak-tefek bir şeyler, bazen börekçiden, lokantadan, çay ocağından ikramlarda bulunurdu.

Arabanın çarptığı çocuk Abdi’nin gediklilerinden Abdürrahim idi. Koştu. Onu düştüğü yerden kaldırmağa çalışan, kendinden oldukça yaşlı adamı tanıyor gibiydi, sanki yıllar öncesinden. Ama çıkaramamıştı kim olduğunu. Abdürrahim;

“Benim hatam, sağımı-solumu kontrol etmeden çıktım orta yere. Bir şeyim yok benim!” diye söyleniyor ve sözüm ona üstünü-başını silkelemeğe çalışıyordu.

“Gel hele! Benim dükkânda biraz dinlen. Sonra Sağlık Ocağına gideriz, olmazsa hastaneye de götürürüm seni!” diyen Abdi, çocuğun arabasını bir kenara çekip kolundan tutup dükkânına yönlendirmeğe çalıştı.

Arabanın sağ arka kanepesindeki genç bir kadın gözlerini ayıramaz olmuştu Abdi’den. Birden gözleri çakıştı Abdi’yle. O; o idi, Güllü yani. Yıllar öncesinden yemyeşil, çağla gibi gözleri, gamzeleri, bakışları değişmemişti.

Bebekliğinde, çocukluğunda, onu terk ettiğinde ne ise, tıpkı o idi. Aklı ermeğe başlamıştı, arabanın sahibi, Güllü’nün de, berdelin de sahibiydi.

Abdürrahim dinlenip de kendine geldiğinde, Abdi bu kere kendini kaybetmek üzere, hatta kendini yitirmek arzusundaydı.

İşte, o sahili yalnız kendiyle ve alkolle paylaşmayı istemek düşüncesinin oluştuğu an bu an idi, sabırsızlıkla ulaşmak istediği. Kendi halinde, mazbut(28) yaşamında kimse onu kendince şekillendirdiği bu şekilde görmemişti. Görmemeliydiler, bilmemeliydiler de.

Akşamı bu nedenle zor getirmişti. Bilmediği bir marketten, avuç dolusu para sayarak almıştı siyah torbadaki şişeleri, kibriti ve sigarayı. Kendini zehirlemek, tüketmekte zorlandığı yaşamına kahretmekti dileği.

Belki o iki genç yanına gelmeseler, başarılı bile olabilirdi bu konuda. “Bir garip ölmüş diyeler(29)” idi, cesedi sahile vurduğunda.

Alacağı vardı da, vereceği yoktu, alışlarını hep peşin parayla yapardı çünkü. Yıllar öncesinden kendi el yazısı ile hazırladığı vasiyeti ve hemen yanındaki Nüfus Kâğıdı para çekmecesinin alt gözündeydi. “Aklım başımdayken yazıyorum, beni ortada bırakmayın, çırağım olursa dükkân onun, yoksa hemen alt sokağın başındaki Huzurevinin.” diye yazıp imzalamıştı, o kadar işte.

O günkü kazayı, akşamı ve geceyi unutturmak arzusuyla lokantacı ve börekçiye çene yetiştirmeğe çalışıyordu. Bu arada su taşıyanları, tüp getirip-götürenleri de selâmlıyor, pas geçmiyordu onları da.

Bundan böyle ya kendisi olmalıydı efendice, ya da dün akşamki, geceki gibi olmalıydı, bir kere daha, belki de bir süre daha.

Akşamüzerine doğru bir önceki gün kazayı yapan araba durdu kapısının önünde. Şoför genç bir delikanlıydı ve arabadan inen kadın acelesi varmış gibi kapıdan içeri girmiş, etrafı kolaçan edercesine(30) bakındıktan sonra tüm sevecenliğiyle dünyayı umursamazcasına sarılmıştı Abdi’ye.

“Abdullah, al beni götür istediğin yere! Kimsenin karısı olmadım, senden başkasının da olamam, kimsenin el sürmesi de mümkün değil bana!”

“Aklın başında mı senin? Berdel kurallarını biliyorsun, ne yapıp edip bulurlar bizi, yaşatmazlar. Ama sen yaşarsan, bahtsız olarak da olsa, şanssız olarak da olsa ben de yaşamaya devam ederim…

Yeter ki ayda yılda bir kere geç buralardan ve arabanın arka camından bak bana yeşil-yeşil(31)

Daha fazlasını istemeğe gönlüm razı değil, başkasınınsın, namahremimsin(32). Bu bana hak değil Güllü!”

“Allah kahretsin, Allah belâsını versin, bu berdel denilen menhusun(33) ve beni buna mecbur edeni da Rabbim nasıl biliyorsa öyle yapsın!”

Galiba o nefretle, o kinle ağabeyi için ilendiğinin(34) farkında değil gibiydi.

“Allah herkese bir kader çizmiştir. Doğma-büyüme biz bu kaderin içindeyiz ve sonumuz da o kaderde çizilidir!”

“Ama o kadere de yardımcı olmak gerek!”

Yaklaştı Güllü, dükkâna giren kız çocuğuna aldırmadan yanağından öptü Abdullah’ı. Son defaymış gibi, arkasına bakıp “Elveda!” dedikten sonra bekleyen arabaya bindi.

Arabanın sesi yükseldi ve bir tabanca sesiyle durdu sanki.

Telâşla çıktı dükkânından Abdi. Araba durmuştu, şoför arka sağ kapıyı açmış; “Hanımım! Hanımım! Ben beye ne diycem şimdi!” diyerek yerinde duramıyordu.

Güllü arka kanepede uzanmıştı, elinde hâlâ dumanı tüten bir tabanca vardı. Sağ şakağından bir ince kan dizisi koltuğa doğru sızmakta devam ediyordu.

Gözleri açıktı, bebekliğinin ilk gününde olduğu gibi gülümsüyordu kendisine sanki.

Genç şoför bir-iki yere telefon etti cebinden. Komşulardan olaya şahit olanlar polise, ambulansa haber vermiş, sokak bir anda kalabalıklaşmıştı.

Abdi yavaşça ayrıldı kalabalıktan. Çekmecesindeki kâğıdı açıp okunacak şekilde, Nüfus Kâğıdı ile birlikte dijital terazinin kefesi üstüne koydu.

Ne kadar erken başlaması gerekiyorsa, o kadar erken niyetini gerçekleştirmek için, dükkânının kapı anahtarlarının birini börekçiye, birini çaycıya verdi birbirinden habersiz; “Bir işim çıktı da!” dedi yalanla. Belki doğruydu söyledikleri, bir işi vardı çünkü.

Cebine Nüfus Kâğıdının fotokopisini koydu, ciddi bir şekilde düşünceyle. Elindeki son anahtarla kapıyı kapattıktan sonra, kepenkleri indirmeden iki adım atıp arkasına baktı, son kez gibi.

Yaşam artık iyice anlamsızlaşmıştı kendisi için. Cehennemde bile olsa sevdiğine kavuşma arzusu içindeydi.

Aynı marketten girdi içeri, aynı şeyleri aldı, aynı sahile, aynı kayalıklara oturdu, gündüzü, dünyayı umursamadan, hem artık çekincesi de yoktu, kimseden.

Kendisine daha öncesinde yaklaşan gençler de gözükmüyorlardı bu kez, ortalıklarda…

Şişelerindeki son yudumu tükettiğinde göğsüne biri oturdu, sanki kalkamadı bir daha. Kendisini denize atmasına, cesedinin sahile vurmasına gerek kalmamıştı.

Ondan sonrası karanlıktı Abdi için, onunla buluşmak üzere söz veren gençler onu bulduklarında…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Berdel; Bir evlilik töresi. Gelin değiş tokuşu. İkiz evlilik. Bir aile, genellikle yoksulluk sebebiyle, bir aileden gelin almak için kendi kızını gelin olarak o aileye verir. Gerektiğinde aradaki kan davasını bitirmek için de kullanılan bir yöntemdir. Berdel yapan aileler, akraba olurlar ve akrabalarını öldürmeyecekleri için kan davası da bitmiş olur.

(1) Abdi; Arapça manası itaat eden anlamında olup çok zaman (özellikle yöremde) Abdullah isminin kısaltılmışı olarak kullanılmaktadır. Ancak “apti = istidat, yetenek, kabiliyet” ve “abde = elverişli, uygun, ehil, yatkın” kelimeleriyle karıştırılmamalıdır.

(2) Dertleri zevk edindim bende neşe ne arar… diye başlayan Güftesi; Sırrı UZUNHASANOĞLU’na, Bestesi; Selahattin İNAL’a ait olup bu Türk Sanat Müziği eseri Kürdîlihicazkâr Makamındadır.

(3) Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.

(4) Zahir; Kuşkusuz, elbette, şüphesiz. Açık, belli, parlak. Görünüşe göre, anlaşıldığına göre. Dış görünüş, dış yüz. Yardım eden, destekleyen, arka çıkan.

(5)  Bir rüzgârdır, gelir geçer sanmıştım, meğer başımda esen kasırgaymış… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser Mahur Makamındadır. Eserin Güfte yazarının bazı kaynaklara göre Ercüment ER olduğu belirtilmekte ise de, kesin olarak bilinmemektedir. “Gönül oyunudur, bunun izi kalmaz demiştim” belirli bir bölümüdür.

 (6) Uzun yıllar ötesinden, hatırını sorayım mı… Güftesi; Fuat Edip BAKSI’ya, Bestesi; Rüştü ŞARDAĞ’a ait Hüzzam Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

 (7) Elbet bir gün buluşacağız… Güfte ve Bestesi; Mustafa SEYHAN’a ait Muhayyerkürdî Makamında Türk Sanat Müziği Eseri.

(8) Takviye Etmek; Desteklemek, güçlendirmek, pekiştirmek, sağlamlaştırmak.

(9) Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.

(10) Zıkkım; Zehir, ağı, sıkıntı veren şey. İçki, sigara gibi alışkanlıklar için söylenen söz.

(11) Zom Olmak; Çok sarhoş olmak.

(12)  Söyleyemem derdimi kimseye… diye başlayan şarkının Güfte Sahibi bilinmemektedir. Eser; Şükrü TUNAR tarafından bestelenmiş olup, Hicaz Makamındadır.

Gizli aşk bu, söyleyemem derdimi hiç kimseye… Güfte ve Bestesi; Zeynettin MARAŞ’a ait Nihavent Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

(13) Defetmek; Kovmak.

(14) Ardiye; Ticaret eşyasını saklamaya yarayan yere denir(depo). ayrıca; böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücrete de “Ardiye” denilmektedir.

(15) Köreltmek (Körletmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak.

(16) Monoton; Tekdüze, hep aynı tonda, yeknesak, çeşitliliği olmayan, donuk, sıkıcı.

(17) Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.

(18) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.

(19) Komi; Otellerde ve lokantalarda ayak işlerine bakan, garson yardımcısı, yamak.

Ayakçı; Belirli bir iş süresince tutulan ve belirli ayak işlerine bakan işçi, hizmetli kişi.

(20) Himaye; Koruma, gözetme, esirgeme, elinden tutma, gözetme, kayırma.

(21) Ayınları Çatlatmak-Gayınları Patlatmak; Böyle bir söz dizisi Türkçemizde yok. Üstüne basa-basa bir şeyleri söylemek anlamındadır. (Bilindiği üzere ayn, gayn, kaf, kef Arap alfabesi harfleridir.) Ancak genelde yöresel, yahut da ülke genelinde olarak Kur’an’ı tecvidi ve makamıyla okuyamamak, bazen yanlış okumak anlamında kullanılan bir söz olup, “Aynaları çatlatmak, yayınları patlatmak, veyahut “afyonu, zulayı patlatmak” gibi sözlerle hiçbir ilgisi ve ilintisi yoktur.

(22) Telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.

(23) Risk; Bir zarara uğrama tehlikesi, zarar görme olasılığı. Bir tehlikenin gerçekleşme olasılığı ile gerçekleşmesi halinde sonucun şiddetinin ele alınması.

(24) İçgüveyi; Daha çok “İçgüveysi” anlamında kullanılır. Damadın, gelinin ailesinin yanına, evine yerleşmesi durumu olarak özetlenebilir.

(25) Çıkın, ya da Çikin, ya da Çıkı; Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r”  harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).

(26)  Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar… diye başlayan HATIRA isimli Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser; Rast Makamındadır. (Zaman bir su gibi aksın, bu eserin ufak bir parçasıdır.)

(27) Katmerleşmek; Kat kat olmak, katmerli duruma gelmek, katmerlenmek. Sorunların üst üste gelmesi.

(28) Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, beğenilen, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş, bir deftere kaydedilmiş, korunmuş, muhafaza edilmiş, unutulmamış, hatırda kalmış.

(29) Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin… (Bir not; Çok kişi son satırdaki ilk kelimeyi maalesef  “Söyle” olarak söyler ki yanlıştır.) Yunus EMRE

(30) Kolaçan Etmek; Çevrede olan biteni anlamak amacıyla dolaşmak, gözlemek.

(31) Kapat gözlerini, kimse görmesin, yalnız benim için bak yeşil yeşil… diye başlayan şarkının Sözleri; Mustafa ERBULAN’a, Bestesi; Mustafa SEYRAN’a ait olup eser Segâh Makamındadır.

(32) Namahrem; Yabancı, el. İslâm hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan anlamında olmakla beraber kendisinden kaçınılması gerekenler, mekruh hatta günah sayılma durumu.

(33) Menhus; Kötü, uğursuz.

(34) İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.