“Kaş-göz, gerisi söz!” demiş atalarımız. Otobüsün gidiş yönüne doğru olan koltukta oturan Arzu ismindeki daha önce buralarda hiç görmediği genç kız için söylenmişti sanki bu söz.
Boy-pos, endam(1), kaşlar, siyah zulmet(21) geceleri gibi gözler, ufacık kalkık burnu, ipince dudakları, hokka(3) gibi çene…
Tanrı onu yaratırken çok özenmiş, çok da uğraşmış olmalıydı. Ya da esirgememişti kendini, onda. Ne varsa tüm güzellikleri üstünde toplaması için, Tanrı hepsini eksiksiz yerleştirmişti Arzu’nun cismine.
Bacakları oldukça uzundu. Ancak belki kitapları düşmesin diye topuksuz ayakkabılarının topuklarını kaldırmış, ayak parmaklarının uçlarında duruyor, oturuyor gibiydi.
Elleri ince, zarif… İşte bu olmamıştı! Sağ elinin yüzük parmağında bir alyans parıldıyordu. Zaten kendisi de öyle düşünmüştü. Bu güzellik, asla sahipsiz kalamazdı o güne kadar; “Allah, sahibine bağışlasın!” demeyi düşünürken genç kız yerinden kalktı. Arka tarafa orta kapıya doğru yöneldi.
Genç kız otobüsün o koltuğuna kendinden, yani genç adamdan önce gelip oturmuştu. Ters gidemezdi ama sanki otobüste hiç yer kalmamış gibi yanına oturmaktansa, karşısına geçip ters oturmayı yeğlemişti(4). Belki onu görür-görmez içindeki kıpırtıları cevaplamak istemişti kim bilir, ta ki elindeki alyansı fark edene kadar?
Otobüsün gidiş yönüne göre ters olarak oturmaktan hiç mi hiç hoşlanmazdı. Başı falan dönmezdi ama kısaca sevmezdi desek daha doğru olacaktı. Bu nedenle genç kız kalkar kalkmaz onun yerine geçmiş, kalçasında hissettiği farklılıkla irkilmişti.
Genç kız cep telefonunu ya unutmuş, ya da düşürmüştü.
Hemen karar verdi. Vakti çok kısıtlıydı ve her şeye rağmen şansını denemek isteğini kurguladı.
Telefonu açtı, acele mesaj bölümüne geçti; “MRB(1). ARZU” yazıp kendi cep telefonuna mesaj olarak gönderdi, acele kapattı hemen.
Otobüs durmuş, yolcular inmiş, kalkmak üzere şoför kapıyı kapatmak üzereydi;
“Bir saniye lütfen Şoför Bey! Genç bayan cep telefonunu düşürmüş, izninizle sesleneyim!”
Telefonun o genç kıza ait olduğunu merak etmemişti şoför. Durdu genç adam da, yani Hayrettin de açık kapıya yönelip, uzaklaşmakta olan genç kıza seslendi;
“Genç bayan! Hanımefendi! Hanım kız!”
Oralı olmadı genç kız. Şansını bir kere daha denemek istedi;
“Arzu Hanım, telefonunuz!”
Döndü genç kız, isminin bilinmesine hayret ederek. Cep telefonunu salladı Hayrettin, görünecek şekilde.
Genç kız sağ cebini yokladı istemsiz ve hemen yöneldi otobüsün açık kapısına doğru;
“Teşekkür ederim!” dedi, gözleri kocaman kocaman açık, masmavi denizlerin diplerinin derin siyahlığı gibi. İsminin bilinmesini merak ediyordu mutlaka. Oysa bunu bilmek gayet basitti; düşmesin diye dizlerinin üstünde tuttuğu kitaplarının üstünde ismi, gözlerinde arıza olmayan biri tarafından gayet rahatlıkla okunuyordu, hem açık-seçik.
Hatta okulunu bile biliyordu, belki şimdi, şu an için önemi bile olmayan…
Ama genç kız kendi ismini bilmiyordu. Mademki şansını denemeye karar vermişti, ulaştırmalıydı ismini kendisi de. Telefonu verirken; “Hayrettin!” diye fısıldadı.
İsmini, kapı yanındaki koltukta oturan kulaklarının oldukça iyi çalıştığına inandığı yaşlı teyze de duymuştu, belki de yaşlı bileti kullanan;
“Muhabbetiniz(6) bittiyse yerinize otursanız da hareket etsek, Hayrettin Oğlum!” dedi.
İnsanlar bazen aceleci, hem çok aceleci oluyorlardı.
Yerine otururken genç kızın son hareketlerini izleyememiş olmaktan dolayı mutsuzdu. Oysa otobüs hareket etmeden önce dönsün, elleriyle tekrar işaret ederek teşekkür etsin isterdi.
Kızamıyordu yaşlı teyzeye de, gerçek ki onun yaşam biçimi de öyle idi, zamanını gereksiz tüketmektense, zamanında ulaşmayı düşünüyordu ulaşacağı yere, kim bilir?
Zaten hiçbir yaşlıya kızmaz, kızamazdı. Sadece yaşlılar mı, düşkünler, askerler, hamileler, özürlüler ve özellikle sıkıntıda olduğunu hissettiği genç kızlar, bayanlar, ister şu düşüncede, ister bu düşüncede, ister tesettürlü(7), ister açık-saçık olsun. Yeter ki hissetsindi rahatsız olduklarını, hem her bakımdan.
Herkesin boynunda etiket, ya da yafta yoktu; “Şu anda hastayım!” “Şu anda sorunum var!” “Şu anda yanımdakinden rahatsızım!” der gibi. Onlar her zaman başının tacı idiler. Ailesi öyle öğretmişti çünkü.
Yaşlılar Haftası(8), Anneler Günü(8), Babalar Günü(8) ve doğal olarak sevdiklerinin doğum günleri, evlenme yılları, kaybettiklerinin ölüm yıldönümleri de en çok dikkat ettiği günlerdi.
Bunları düşünürken cep telefonu çağrı sesi verdi. Kendi yolladığı mesaj kendine gelmişti. Bilmiyormuşçasına açtı, okudu. Mu sanıyorsunuz? Hayır! Onun merak ettiği, sonraları tekrar ulaşmayı arzuladığı Arzu’nun telefon numarası idi, her ne kadar; “Allah sahibine bağışlasın!” demesine rağmen.
İhtiras(9), ya da öz Türkçesi her ne ise, insanların ille de var olsun istedikleri bir huydu, kendininki de. “Sana ne be genç adam, elin nişanlı genç kızından?” deyip kenara çekilemiyordu Hayrettin, öylesine etkilenmişti çünkü.
Bir şarkı geçiyordu zihninden; “Bana ne, bana ne, beni al, onu alma! (10)” der gibi.
Olur muydu? Vallahi olmazdı! Ona öğretilenler böyle değildi. Biri sahiplenmişse birini, O; artık anaydı, bacıydı, kardeşti, namahremdi(11). Ama engelleyemiyordu düşüncelerini. Otobüsten inerken bile. Ne demişti mesajda; MRB. Merhaba sözünün kısaltılmışı olarak... Üstelik bunu kendisi değil, kendi ağzından o söylemişti kendine.
“Bak! Bak! Bak! Hayrettin neler de bilirmiş (miş)!”
Anadolu’da buna; “Alıp da götüreydin (ya da kaçan mı) bari!” denirdi, değil mi? Düşünmekten yorulmuştu.
Evi tam anlamıyla şehrin kendince en güzel bölümlerinden birinde idi. Hemen yakınlarında, üç-beş sokak ötede de teyzesigiller oturuyorlardı. Doğu-Batı, kısaca dört yönden gelen otobüslerden hangisine rastlarsa rastlasın bindiğinde, evine ulaşması kolay oluyordu.
Sokağındaki, hatta mahallesindeki neredeyse tüm insanları tanıyor gibiydi, özellikle vakit buldukça katılabildiği Cuma Namazları ve Cenaze Namazları dolaysıyla. İnsanlarla arasında hiçbir şey yoksa bile mutlaka bir “Merhaba” ları vardı. Çünkü “Gülerek selâm ver!” diye öğretmişlerdi büyükleri ona.
Ve “Güzel söz sadaka” idi. O da şoförler dâhil herkese “Günün mana ve ehemmiyetine uygun olarak” selâm verirdi. Örneğin; 23 Nisan mı; çocuklara, 19 Mayıs mı; gençlere; “Bayramınız kutlu olsun!” derdi.
Cuma günleri yaşlılar alırlardı nasiplerini(12), Cumalarını kutsardı(12). Ağlayan, mızmızlık eden, anne-babalarını üzen çocuklar için cebinde kâğıtlı bonbon şekerleri, ayılan-bayılanlar için kolonyalı mendili, mentollü peçetesi, şekeri, mentollü bir şeyleri bulunurdu mutlaka çantasında.
Hatta belki “Hadi canım sen de!” deseniz de, yara bandı bile…
Kendi muhitindeki gençlerin, komşuların hangi futbol takımına, yaşlıların hangi partiye sempati duyduklarını bile bilirdi.
Diğer otobüsler, metro; yeraltı treniyle gidenlerde de yüz aşinalığı(14) olanlar çoktu ama bu kızcağızı hiç görmemişti daha önce, hiç rastlamamıştı ona hiçbir yerde daha önce.
“Dikkatini çekmemişti daha önceden” demekten öylesine çekinir gibi idi. Mümkün değildi bu, bugüne kadar. Mesleği ona, neyin ne olduğunu, neredeyse bir kilometre öteden anlatırdı.
Stuart MILL(15)’in, Cesare LOMBROSSO’nun (kendince) yanlışlıklarına ortak olamazdı, ama “Şıp!” diye anladığı öylesine çok konu vardı ki? Komşuları bilmezdi onun ne olduğunu, bazen günlerce evden çıkmaz; “İzinliyim!” derdi, bazen günlerce yok olurdu, “Şehir dışındaydım” derdi, ailesine bile.
Annesi hissederdi, babası bilirdi belki, ama kendisi ve yukarıdakiler dışında bilen olmazdı yaptığını, ya da yaptıklarını, yapacaklarını. Keza kendinin ne olduğunu da bilemezdi çok zaman, tehlikelerini de. Bu nedenle, bir yuva kurmak tabu(16) idi kendisi için.
Evlenmek aklının ucundan bile geçmemişti. Hiç mi? Belki de bugüne kadar, “Parmağı Alyanslı” Arzu ile birkaç dakika içine sığan bakışması hariç.
“Kuzguna yavrusu Anka görünürmüş!” Annesinin dediğine göre çocukluğundan beri; “Yakışıklı, esmer güzeli imiş!” “Eline su döken çıkmazmış!” Boyu Arzu’dan kısa değildi, şöyle kendince ölçüp biçtiğine göre. Ağırlığı da gene göz kararıyla(17) onun ağırlığının bir tam bir bölü dördü kadar fazla idi. Beyninde hazır terazi vardı, orada tartmıştı!
İşi, bir görevi vardı, bilinen, bir miktarı kenardan-köşeden anlatılmıştı zaten, ama kim olduğunu anlayan, anlamıştır herhalde. Değil mi?
Öyle “Dokuzda mesai başı yap, on sekizde paydos” cinsinden değildi görevi, her bakımdan ve tam anlamıyla başına buyruktu, ama maaşını hak eden, her bakımdan ailesine destek çıkan, kol-kanat geren olarak.
Şimdilik ona; “Türker” diyorlar, soy ismine de “Berker”. Yarınlarda başka bir görevde hangi isimle çağırılırdı o patronların bileceği bir şeydi.
“Patron” demek; âdetten, alışkanlık olmuş, bazen; “Üstat” , bazen “Şef” bazen de “Komutan” derlerdi amirlerine, hangisi yakışık, ya da zorunluluk ise!
Bir Arzu, ne kadar çok söz kalabalığı yarattırdı ona, yahu? Ama insan duramıyordu yaşamını böylesine kilitleyince. Bazıları buna “Aşk” diyor. İnsanın bu kadar çabuk “Âşık” olacağını sanmıyordu. Olsa olsa “Gönül Hoşluğu” dese içinden daha çabuk çıkılacak bir lâbirent(18) olarak düşünülebilirdi belki.
Neden böyle demek istemişti ki? Bir fare, lâbirentteki peynir parçasına, akıl, zekâ ve mantığını kullanarak ulaşabilirdi. Buna içgüdüsünü(19) de ekleyebiliriz. Ama kendisini koysalar o lâbirente, her köşesinde alyansın parıltısı nedeniyle arzulamasına rağmen arzusuna kavuşması mümkün olamazdı.
İsteği son düşüncesindeki “arzum” kelimesini büyük harfle başlatarak “Arzum” gibi de yorumlayabilmekti. Neler saçmalıyordu böyle bir gün aydınlığında? Oysa akşamın sesleri çığırtkanlaşmıştı bile sokak lâmbalarında.
Bir gün, üç gün, beş gün… İşi, ya da görevi duraksamış, gönlünün heyecanında en ufak bir durulma olmamıştı. Yoktu o. Bir kere daha görememişti onu, hiçbir yerde, hiçbir yerlerde.
O; muhtemelen kendi köyünün, yani ki mahallesinin vatandaşı olmasa gerekti. Geçerken mi uğramıştı, yoksa bir zorunluluk mu onu, o gün rastlamıştı Hayrettin’e?
Kendini zapt etmemin son noktalarına ulaşmıştı. Otobüslerde, yollarda, sokaklarda sağa-sola dikkatli bir şekilde bakınmaktan şaşı olmuştu handiyse(20)!
Son bir çaresi kalmıştı, korktuğun. Okuluna gidecekti. Ama ya Teyze Kızım Münire ile karşılaşırsa, cevabı ne olacaktı? “Geçiyordum, uğradım!” mı deseydi? Buna Münire’nin inanacağını varsayacak kadar saf mıydı?
Üniversiteye başladığı neredeyse iki yıl olmuştu. Babası tarafından yakaladığı bir lehçeyle bugüne kadar; “N’örüyon?” dememişti de, şimdi banka reklamlı kanepelerde oturup birini ararken, ya da araştırırken mi “Merhaba! Geçiyordum, uğradım!” diyecekti, o da bunu aspirin gibi yutacaktı? Öyle mi ha? Hadi canım sen de!
Hayrettin’in böyle bir durumda uydurabileceği tek yalan; “Görev icabı” olacaktı ki, o da ya tutarsa. Çünkü Münire’nin olağanüstü bir hafızası, kendisini bile yönlendireceği önsezileri(21) vardı.
Gerçi bugüne değin onu okulunda hiç ziyaret etmemişti, ama çok zaman ailece beraber olduklarında, Hayrettin onu polisiye olaylara yönlendirmeye çalıştıkça konuşmalarının mecrasını(22) o politikaya yöneltme çabasında olurdu. Münire’nin okuduğu bölüm her ne kadar politikaya uygun görünmüyorduysa da zamane genci işte, yarının siyasetçilerinden biri olacağını düşünüyordu Hayrettin.
“Hatta adım gibi biliyordum bunu, bana yakıştırılan adım da olsa, öz adım da olsa. O takdirde görev verilirse ve de emekli olup ayrılmaz, ölmez, öldürülmezsem izleyeceklerimden biri de olabilirdi Münire, ister o taraftan, ister bu taraftan…” diye söylendi kendi kendine.
Kendini sınadığında(23) gerçekten, o banka reklamlı kanepelerden birinin ortasında, sanki iki yanına da birilerinin oturmasını istemiyormuş gibi, iki kolunu da kulaç gibi açarak otururken bulmuştu.
Geçen bir çocuğa pazarlık ederek ayakkabılarımı boyatmış, çocuk; “Okul harçlığı çıkartıyorum amca!” deyince bir yerine beş vermişti. “Aferin delikanlı!” deyip serbest bıraktığı sağ eliyle çocuğun başını okşarken!
“Hayrettin Ağabey!” sözü ile kendine geldi, toparlanırken.
“Dakka bir, gol bir!” derler ya hani, aynen, daha ilk nefeste; “Selâmünaleyküm! Sen sağ-ben selâmet!” yakalanmıştı Hayrettin Teyze Kızı Münire’ye, oldukça kaba olarak enselenmek(24) anlamında.
Makineli tüfek atışı gibi peş peşe sıralamıştı sorularını yanına otururken. Soruların hepsi aynı makineli tüfek atışı gibi bir kulağından girmiş, öteki kulağından hiçbir engele rastlamadan çıkmıştı Hayrettin’in.
“Geçiyorken uğradım!” dedim. Başını işaret etti;
“Külâhıma anlat sen onu. Sebep?” dedi, tehdit edercesine ve gözlerine diktiği bakışları ile mutlaka bir şeyler çıkartmak ister gibiydi ağabeyinin bakışlarından.
“Zorlama be güzel kızım. Mutlaka bilmek zorunda mısın?”
“v” harfini çift vurgulu ve “e” harfini uzatarak cevapladı;
“Evveeet!”
“Peki, sır saklarsın, biliyorum. Akşama kadar başarılı olamazsam ve üstüne üstlük politikadan tek kelime bile bahsetmeyeceksen, daha da önemlisi ek görevim çıkmazsa akşama bize uğra, bizde kalırsın, sohbet ederiz biraz. Hatta, şu senin delikanlı arkadaşından da bahsederiz. Ne dersin ıcığını-cıcığını(25) araştırayım mı biraz?”
Kızardı-bozardı. En can alıcı noktasını bulmuştu Hayrettin. Artık onun da elinde bir koz vardı, kimsenin, hatta bir başkasının bilmediğini sandığı, Münire’nin. Oysa kaçın kurasıydı(26) kendisi?
Kaçar mıydı hiç gözünden; bir pembelik, farklı bir iç çekiş, duygusallık? “Saman altından su yürütmek” herkese yakışırdı da, Münire’ye yakışmazdı. Ama sonuç hayırlı olacaktı ise, neden yakışmasındı?
Belki akşam biz-bize gibi olduklarında “Saman altındaki suyu” yüze çıkarmak gayretinde olacaktı. İnsanın bir gönül dostunun olması, kendinden yaşlarca küçük olmasına rağmen bazı şeyleri onunla paylaşabilmesi, güzel olsa gerekti.
Münire, kızarmış olarak döndü okuluna; “Allahaısmarladık!” diyerek.
Boş, bomboş bir gün tükendi, kanepe, okul kapısı, simitçi, kaldırımlar üzerinde. Lâvaboya bile gitmemişti. Bir-iki meslektaşı ile karşılaşmıştı uzaktan, yakından, kenarlardan, belli-belirsiz selâmlar sadece gözlerinde şekillenmişti, melânkoli(27) gibi.
Hayrettin’in merak ettiği hususlardan biri de; Bu kız, yani Arzu hiç mi bakmazdı cep telefonunun mesajlar bölümüne? Bilmem ne marketten, bilmem ne kurumundan, ziynetçilerden, “Bedava kontör(28) kazandın!” formatından(29) hiç mi mesaj gelmezdi ki kendine, merak edip okusun? Ve de merak edip okusun Hayrettin’in onun adına kendine yazdığı mesajı;
“Arkadaş, ben bu mesajı, neden bu numaraya çektim ki? Sarhoş muydum, uykusuz muydum, yorgun muydum, dalgın mıydım? Yoksa bir arkadaşıma göndereyim derken bu numaraya mı göndermiştim? Hem de kısacık bir ‘Merhaba’ ile” diye düşünsün. Hâlbuki ne içki, ne de sigara gibi bir alışkanlığının olmadığını bilemezdi onun, Hayrettin.
Akşam evine döndü. Münire kendinden önce gelmişti. Suratının şeklinden anlamıştı Münire, başarı notunun sıfır olduğunu ama hangi bakımdan sıfır idi, onu bilmiyordu.
Daha kapıdan girdiğinde çözülmüştü Münire’nin dili; “Hoş geldin!” bile demeden, “Hoş bulduk!” diyemeden.
“Eeee! Anlat bakalım, nedir mesele?”
Bu istihza(30) dolu soru biçimi annesinin de dikkatini çekmiş, merak etmişti, o da soran bakışlarla süzüyordu, ikisini de.
Durum ya da vaziyet çözümsüz gibiydi, inkâr etmeğe kalkıştım Hayrettin;
“Ne? Ne meselesi? Gene beni kızdırmak için mi geldin?” derken bir taraftan da annesine sırtını dönerek kaş-göz işareti yapmıştı. Anlamıştı Münire Allah’tan ve hemen geriye dönmüştü sözlerinden…
“Rastladığımda gene birini takipteydin, değil mi?”
Yemin etse de başı ağrımazdı artık;
“Vallahi doğru, ama işimi biliyorsunuz, biraz çekimser olmakta haklıyım değil mi?”
“Doğal tabii!” dedi Münire eliyle soru işareti yaparak, tebessüm ve istihza ile.
Odasına geçti Hayrettin. Üstünü değiştirmek, ağırlıklarını eksiltmek için. Ve belirli bir süre sonra Münire, eylemini gerçekleştirme çabasıyla odasına girdi ve tehdit eder gibi;
“Madem beni biliyorsun, ben de seni bilmek istiyorum, ver hadi sırrını elime de, perişan edeyim seni, ayaklarımın dibinde süründüre süründüre yalvarttırayım, ‘Ne olur, başkasına söyleme!’ dedirttirerek…”
“Başka sırdaşım, başka dertleşeceğim biri mi var ki, güzel kardeşim? Tabii seninle paylaşacağım, varsa sırrım” dedi Hayrettin, sarılıp kucaklarken yeğenini.
“Otobüste bir kız gördüm, yaklaşık on gün kadar önce. Esmer güzeli, uzun boylu, sizin okulda öğrenim görüyor o da. Beni çok etkiledi. Ama sağ elindeki alyans nedeniyle gerilemek zorunda kaldım. Telefonunu düşürmüştü otobüste, otobüsü durdurup kendisine verdim. İşte görüşmemiz o kadar. Bu; ayıbım, ama bir türlü çıkartamıyorum zihnimden. Kitaplarından okuduğuma göre adı…”
“Arzu mu yoksa?”
“Ne? Efendim? Ne dedin? Ne dedin? Nereden biliyorsun, daha doğru dürüst tarif etmeden, anlatmadan…”
“Uzun boylu, esmer güzeli, sağ elinde alyans var dedin, bir de telefon sözü geçti konuşmanda. Eh, ben de bir görevlinin yeğeni olduğuma göre, olsun benim de kanıtlardan faydalanıp, şüpheli vatandaşı bulmam, değil mi? Çünkü bu tariflere uyan bir tek kişi var okulda. O da sıra arkadaşım benim. Gerçekten adı; Arzu.”
Dinlenircesine, ya da zihninde cümleleri toparlamak istercesine, gözlerini Hayrettin’in gözlerine dikerek devam etti;
“Ah benim âşık ağabeyim! Madem kitaplarına baktın, sınıfına, numarasına niye dikkat etmedin ki? Ama doğru. Benim yükseköğrenim yaptığımı biliyorsun, ama ne öğrendiğimden habersizsin. Çünkü öylesine gömülmüşsün ki işlerine, dünyadan, yaşamdan soyutlamışsın kendini.”
Tekrar durdu, nefes alırcasına. Hayrettin’in ondan korkması gereksizdi bu durumda, “Yine politik sözler dizisinde oyalanmaz, benle, benimle olur!” diye düşündü, devam etti genç kız;
“Neyse ki Arzu almış aklını başından! Oh olsun! Ayaküstü benimle kafa bulmağa çalışır mısın? Elkızı bu hale getirir işte adamı, yani benim sevgili ağabeyimi. Asıl haberimi sana dinlene dinlene ızdırap çektirdikten sonra vereceğim, daha sonra…”
Durakladı bir süre, yerinde sayar gibi sanki, ya da acıdı genç kız ağabeyine, devam etti, ancak eziyet edercesine (gibi);
“Şimdi hatırlamaya çalış bakalım. Arzu’ya rastladığın tarih ayın on dördü ve keza Arzu’nun otobüsten indiği durak sekizinci durak olabilir mi? Yani bizim eve yakın olan durak. Ve bir başka haber; Arzu, cep telefonunu otobüste düşürdüğünü, kendisini ismi ile çağıran Hayrettin isimli yakışıklı bir gencin telefonunu kendisine verdiğini, Proje Çalışması için evine gittiği arkadaşı Münire’ye söylemiş olabilir mi? Anlatabildim mi sevgili ağabeyim?”
“Vallahi, müneccim(31) misin kız sen? Demek senin arkadaşın, Arzu. Keşke ketum olmayıp(32) okul kanepesinde anlatsaydım sana, içimi.”
“Eh! Bu zaman da cezayı hak ediyorsun. Bildiğimi, bir haftalık cezadan sonra söyleyeceğim sana. Hiç peşimde, ya da peşimizde dolaşma. Şimdi evime gidiyorum. Bir hafta görüşmeyeceğiz hiç. Eğer bir yanlışlığını görürsem, hiç çekinmem, dünya-âleme anlatırım bildiklerimi, morarırsın o zaman.”
Tam kapıdan çıkmak üzereyken hatırına gelmiş gibi geri döndü, kapıyı kapattı, usulcaya yakın bağırdı, nasıldıysa;
“Bak! Bak! Bak ağabeyime! Günlerdir Arzu da, ben de telefon mesaj kutusundaki gönderilen mesaja akıl erdiremiyorduk. Gönderilen senin telefon numarandı, anlamamış, anlayamamıştım günlerdir. Şimdi anlıyorum. Arzu otobüsten inerken iki arada-bir derede(33) sen yazıp gönderdin kendine değil mi, çabucacık? Haydi, itiraf et!”
“Ettim!”
“Neydi maksadın?”
“Ne olabilir Zehir Hafiye Teyze? Bulamadın mı?”
Düşünür gibi yaptı, işaret parmağını şakağına dayayarak. Sonra parmağını şaklattı genç kız;
“Buldum. Onun hiç olmazsa telefonunu ele geçirmek için, değil mi? Merakta kaldı kızcağız, neden bu güne kadar aramadın hiç?”
“Ayıp, terbiyesizce olmaz mıydı?”
“O mu arayacaktı seni, hani?”
“Yoo! Böyle bir şey bekleyemezdim, nişanı olan birinden, asla. Acele karar vererek yaptığım bir edepsizlikti, saklamamam gerek.”
“Neyse olmuş bir kere, karşılıklı karşılık vermemeniz centilmenlik(34) olsa gerek! Neyse devam ederiz bir hafta sonra. Şimdilik bay!...”
“Allahaısmarladık!” anlamında söylemişti klişeleşmiş(35) “Bay” kelimesini. İngilizcesi iyiydi ya; “Bye! Bye!” yerine tek “Bay!” ile idare etmişti. Onunla konuşunca, dertlerini paylaşınca rahatlamış hissetti kendini Hayrettin.
Aslında Münire’nin davranışında tehdit yoktu. Hayrettin ağabeyine söylemediği; annesinin ölümü dolaysıyla Arzu’nun annesinin alyansını taktığını, aslında nişanlı olmadığını, taşradan(36) gelip yatılı yurtta kaldığı için, yüzüğünün kendini fiziksel ve ruhsal belâlardan koruduğuna inanıyor olmasıydı.
Bu sırrı bir hafta sonra söyleyecekti, ama amacı başkaydı. Ağabey dediği sevdiğinin, sevdasını öğrenmişti ya, acaba Arzu ne düşünürdü, meyli var olmuş muydu Hayrettin ağabeyine karşı, o birkaç dakikalık serüvende(37), onun hislerini yönlendirebilir miydi, kendine tanıdığı bu bir haftalık süre içinde?
İrdeleyecekti. Bunun yolu da, yani teyze oğluna yardımı da, Arzu’yu bilmek ve daha sonra onları karşı karşıya değil, yan yana getirmek olabilirdi.
O bir haftalık süre şaşkınca, dalgınca geçmişti. Münire doğruları da-yanlışları da anlatmıştı Arzu’ya. Anlatışında Arzu’nun ürperişini hissetmişti, göğsünün kalkıp-inişinde, nefesinin sıklaşmasında. Ve demişti ki;
“Mesaj kutusunda Hayrettin ağabeyimin numarası var. İstersen sen gönülden; ‘Merhaba!’ de, böylece onun yanlışlığını da vurmuş olursun yüzüne. Tabiidir ki, sözlerim ilgi alanının içinde ise…”
“Merhaba!” mesajı, bir telefon olarak döndü kendisine Arzu’nun, Münire’nin istediği bir hafta mühletin hemen sonunda. Hayrettin, Arzu’nun nişanlı olmadığını öğrenmiş, yapacağının, yapabileceğinin ne olabileceğinin sıkıntısı içindeyken mesajı aldığı için mutluydu.
Ama telefonu açtığında konuşamıyordu, dili tutulmuştu sanki; “Eee! Iııı! Aaaaa!” gibi seslendirilen boğaz hırıltılarının arasına kelimeler serpiştirmeğe çalışıyordu.
Arzu farklı mıydı? Hayır, ama onun “E, I ve A” ları daha azdı…
Sözleştiler görüşmek üzere ve günlerce beraber, birbirini iyice tanıdıktan sonra karar verdiler; “Okul bitince” diye. Hayrettin’in aldığı nişan yüzüğü, Arzu’nun aynı parmağına ikinci bir yüzük olarak takıldı. Kendisi de kendi parmağına yüzüğünü takmış ve kararını vermişti.
Mesleğinde evlenmek yasak değildi, ama gayri resmi olarak yasak gibiydi. Duygularına engel olamıyordu. Öylesine sevmişti ki Arzu’yu. Ne işinin, ne de hayatının-canının kıymeti vardı. Evlenecekti, bu; kendi tercihi idi.
Tercihi nedeniyle; “Ölüm Fermanı(38)” nı kendi eliyle imzalamış gibiydi. Çünkü çok şey biliyordu. Evleneceği insanın, anne ve babasının, yeğeninin ve ailesinin hayatlarını garantiye almak, rahat yaşamalarını sağlamak için tüm bildiklerini kendi dizüstü bilgisayarına kaydederek, yazdırdı dört suret halinde. Hard diskteki(39) kopyayı olduğu gibi bıraktı.
Kopyaları Arzu, Münire ve annesine verdi saklamaları için birer adet olarak. “Hard diskte yazılı olan bilgilerin birer örneğinin kendine yakın dört kişide olduğunu, yakınlarının hayatı ile ilgili endişe veren bir durum ortaya çıktığında bu bilgilerin medyaya aktarılacağını” görevinden istifasını belirttiği dilekçesinde belirtmişti.
Aslında istifa etmeyecekti ama parmağındaki yüzükten işkillenen patronlar, elçileri vasıtasıyla belirtmişlerdi, menfi dileklerini, tembih gibi tehditleriyle…
Kopyaları lalettayin(40) gidiş gelişlerinde bizzat vermişti, annesine, Arzu’ya ve Münire’ye. Takip edildiğini düşündüğü için çeşitli uvertürler(41) denemişti. Özellikle bir başka şehirde yaşayan Uğur ismindeki okul arkadaşının başını derde sokmamak için, trene binmiş, vagonlar arasında dolaşırken kondüktör Osman Ağabey’e bir notla ulaştırmıştı son sureti.
Osman Ağabey de yerine ulaştırmıştı bizzat(42) elden.
Uğur telefon etmiş;
“Borcun o kadar önemli değildi canım, sonra da öderdin. Gene de darda kalırsan haber ver, koltuk çıkarım!” diye emaneti aldığının haberini vermişti.
Bu arada söylemeden geçmemek gerek. Hiç alâkası olmayan bir çöpçüden cep telefonunu satın almıştı. Daha doğrusu takas etmişlerdi. “Sen kendine yeni bir numara al!” diye oldukça yüklü bir bedel ödemişti, takasa rağmen.
Ölmekten asla korkmamıştı, korkmuyordu da. O klâsik deyiş, yalnız dolaşmalarında beyninin tüm hücrelerini dolaşıyordu: “Ölüm Allah’ın emri, Ayrılık olmayaydı.”
Kendine iş aramıyordu. Hem kimse iş vermezdi kendisine, hem de patronlar verdirmezlerdi. Akıbeti belli idi. Nefes alarak geçen her saniyesinde sonuna yaklaşıyor olduğunu biliyordu.
Biliyordu ki solak biri, sağ şakağından kendisini vurarak intihar etmişti. Hayatta ağzına içki koymayan biri, içkili araba kullanırken kaza yapıp ölmüştü. Yükseklik korkusu olan bir diğeri, bilgisayarda hiçbir iz bırakmadan İntihar Mektubunu yazdıktan sonra, balkondan atıvermişti kendini ve intihar etmişti, başka kuruluşta görevli arkadaşları, çok şey bilenler olarak.(43)
Bakalım kendi yolculuğu nasıl olacaktı, tercihi nedeniyle? Bir kaza kurşunu mu, bir eylem yanlışlığı mı, bir sokak aralığı mı, yangın-enkaz altında kalma, ya da zehirlenme mi?
Her neyse. Umurunda değildi. Zaten korkmazdı ölümden. Az mı badire(44) atlatmıştı? Ve önemli olan şu idi indinde; “Onu, ölümden korkmayacak kadar sevmişti ve seviyordu”.
Tek üzüntüsü, evlenirken arabasına yapıştırmayı düşündüğü çiçek içine oturtturacağı peçete idi. Üstüne “AH” yazacaktı. AH, Arzu ve Hayrettin isimlerinin baş harfleri idi. Ve ne hazindi; sonunun “Ah!” ile biteceğini bilmek…
Kısa bir hayat yakışmayacaktı kendine. Ama kuralı vardı yaşamın. Uymayan, uyamayan giderdi. Uymak asla yer etmedi düşüncesinde. Merak ettiği şey, sonu; evlendikten, kendinden bir eseri dünyaya bıraktıktan sonra mı olacaktı, başlamadan mı, hemen mi?
Aslında Hayrettin tipindeki insanları devletin yaşatması mümkündü, değişik il, hatta ülkelerde, kimlik değiştirerek. Ama kimse diken üstünde oturmak istemezdi. Bilgilerin saklandığı kâğıtlar onları etkileyecek bilgi ve belgeler olmadığından ve yazanın korunmasını istediği kişiler sağlıkla yaşamlarına devam ettikleri sürece sorun olmayacağından belgelerin asıl sahibini yok etmek daha akılcı, daha ehven(45) görünüyordu, patron, ya da patronlar nezdinde.
Bir gün, bir sokak ortasında iki arkadaşı girdi kollarına. Karar verilmiş, infaz(46) gerçekleştirilecekti demek ki. Hemen yanlarına gelen siyah cipe bindirdiler onu, kendileri binip yollarına devam ettiler.
İn-cin top oynuyordu(47) sokakta.
Hemen gözleri bağlandı, kar maskeli üç kişi tarafından. Hiç direnmedi Hayrettin. Daha başlangıçta kaderinin bu olduğunu biliyordu, kendisi böyle bir eyleme hiç katılmamış olduğu halde duyduklarından. Görevde falso(48) yapıldığında öldürülmek vacip(49) değil, farzdı.
Kendini adamıştı zaten vatanına, bayrağına, canını hiç mi hiç düşünmemişti, bir an bile. Elleri kirli değildi asla. Haksızlık yapmamıştı, hem hiç kimseye karşı. Ne emredildi ise onu yerine getirmekle yükümlü saymıştı kendini. Boynunu asla bükmemişti şimdiye kadar, bundan böyle de bükmezdi.
Ailesini, yakınlarını kendinden hep uzak tutmuştu, ta ki Arzu’ya rastlayıncaya kadar.
Hiç aklına gelmemişti meslektaşlarının onu bayılttıktan sonra ceket, pantolon ve pabuçlarını, saatini çıkarttıktan sonra ayılmasını bekleyecekleri. Gerekli kontrollerin yapıldığını düşünüyordu.
Doğal olarak maskeliydiler hepsi de. Ve seslerini çıkarmıyorlardı hiç, seslerinden tanınacakları olasılığını düşünerek belki. Oysa en yakın arkadaşlarından birini tanımıştı Hayrettin, dalgın bulunup eline takmadığı eldiven nedeniyle elindeki şövalye yüzüğünden.
Bünyamin, birçok operasyona beraber katıldığı arkadaşlarından biri idi. Yine de sır vermeden; “Sende mi Brütüs?(50)” dedi, tanıdığını bilsin isteyerek.
Kar maskesi altında dahi olsa gözleri fel fecir okuyan(51) ve tiki(52) olan Bülent’i tanımaması zaten düşünülemezdi. Sigara kokusunu burnuna yapıştıranı, hızlı, sıkıntılı ve kalitesiz soluyuşunu hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı, öteki zaten gelmemişti yakınına kadar, inanıyordu ki o da, mutlaka çok yakındı kendine.
Tanımış, ya da tanımamış ne fark ederdi ki, giderayak? Sona çeyrek kala zaten önemi de yoktu, pek sobelemesinin. Onlar da devletin emir kulu memurları idi bugün için. Yarın başlarına ne geleceğini onlar da bilemeyebilirdi.
Onu bir kayıkla baraj gölünün bir bölümüne kadar getirdiler. Elleri bağlıydı her ihtimale karşılık. Ayaklarından tutarak suya sarkıttılar, dördü birden, direnme ihtimaline karşı, başını sudan çıkartma gayretini önlemek için.
Suya sarkıtıldığında tüm gücünü kullanarak kayığın tabanına kafasını iki defa vurdu, kanatmak, ya da berelemek için, intihar etmediği bilinsin diye, başarılı da olmuştu, ama bunun kime yararı olacaktı ki bir kere daha?
Ciğerleri su ile doluncaya kadar su içinde kaldı, genç adam, yani Hayrettin. Hareketleri tükenmişti. Ayağını tutanlardan biri, hani o şövalye yüzüklü olanı başını salladı, avucunu düz ve yere doğru tutarak yatay bir çizgi çizer gibi hareketlendirdi; “Tamam!” der gibi.
Tek eksiklik İntihar Mektubu olsa gerekti. Boğularak ölmüştü Hayrettin. Kıyıya, elbiselerine yakın bir yere bıraktılar cesedini suyun içine. Kim bulursa bulacaktı artık.
Bu ölüm, herhalde Hayrettin’in aklından bile geçmeyen bir ölümdü…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Endam; Vücut, beden, boy-bos.
(2) Zulmet Geceleri; Gecelerin üzüntü, sıkıntı, perişanlık dolu, karanlık olması. Işığın olmaması.
(3) Hokka Gibi Çene; Her ne kadar anlamı mürekkep, macun, boya vs. konulan anlamında kullanılan küçük yuvarlak malzeme, “Küçük kutu” anlamında olsa da öyküde ufak ve düzgün ağız, burun, çene anlamındadır.
(4) Yeğlemek; Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp o şeye yönelmek, tercih etmek.
(5) MRB; Hayrettin, öyküde de belirttiği gibi acele ederek kendisine kısaca “Merhaba” demiştir.
(6) Muhabbet; Sevgi. Dostça bir arada bulunup konuşmak, sohbet, söyleşi.
(7) Tesettürlü; Kapanıp gizlenmiş. Örtünmüş. Giyinip kuşanmış.
(8) Anneler Günü; Türkiye’de her yıl MAYIS Ayının 2. Pazar Günü olarak kutlanan gün.
Babalar Günü; Türkiye de her yıl HAZİRAN Ayının 3. Pazar Günü olarak kutlanan gün.
Yaşlılar Haftası; Türkiye’de her yıl 18-24 Mart tarihleri arasında kutlanan hafta.
(9) İhtiras; Aşırı, güçlü istek.
(10) Bak atının terkisine de atmış, gözleri şaşı gelini… diye başlayan “Onu Alma, Beni Al” adlı Sezen AKSU şarkısının bir Nakarat bölümü.
(11) Namahrem; İslâm dinine, ya da hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan, dinen caiz olan, kendisinden kaçınılması gereken kişiler, yabancı, el.
(12) Nasip; Birinin payına, hissesine düşen, elde edebildiği, sahiplendiği şey. Kısmet, talih, baht, günlük kazanç.
(13) Kutsamak; Kutsallaştırmak. Kutluluk dilemek, takdis etmek. Kutlu ve aziz kılmak.
(14) Aşina; Bildik, tanıdık, tanıdık olan, tanıyan.
(15) John Stuart MILL, Mantıksal ilkeleri, sosyal, siyasal ve ahlâk alanına uygulayan filozof. Psikoloji (Zihin Kimyası) alanında birçok çalışmalar yapmıştır. Bunlardan biri de, aklımda yanlış kalmadıysa; tıpkı Lombroso gibi insanların cisim yapılarına göre tanımlanmasıdır ki; öyküde bu düşünce ele alınmaya çalışılmıştır.
Prof. Dr. Cesare LOMBROSO: Yahudi asıllı, İtalyan kriminolog. İnsanların doğuştan suçlu olduklarını ortaya atmıştır. Ona göre; “İnsanların, örneğin bakışları donuk ve sabit, gözleri kanlı ise katil olacaklardır. Bakışlar hileli, hareketli ve gözler eğri ise o kişi hırsız olacaktır.” Buna benzer bir kısım daha görüş ve anlatışları vardır ki, daha çok bilgi edinmek isteyenler INTERNET varlığından bilgi edinebilirler. Lombroso’yu tasdik edenler içinde Enrico Feri ve Séghele’yi saymak mümkün. Lombroso’ya karşı fikirler olarak da Montesquieu, Rousseau, Liszt, Baer ve Locke’nin fikirlerini sayabiliriz. Lacassagne bu konuda; “Toplumların lâyık oldukları suçlulara sahip olduğu” Tarde ise, daha rijid bir düşünceyle suçlular için; “Sadece kendilerinin değil, tüm dünyanın sorumlu olduğu” iddiasındadır.
(16) Tabu; Toplumca yasaklanmış, yaptırımlarla korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız her şey. İlkel kavimlerde dini inanış olarak kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması, ya da kullanılması yasak olan, yoksa zararının olacağına inanılan her şey, yasaklanarak korunmuş olan, tekinsiz.
(17) Göz Kararı; Bir şeyin ölçülebilen, sayılabilen veya azalıp çoğalabilen durumu. Nicelik.
(18) Lâbirent; Çıkış yeri kolay bulunamayacak kadar karışık koridorları olan yapı. İçinden çıkılması güç ve imkânsız durum.
(19) İçgüdü; Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışları. Sevkitabii. Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket, davranış eğilimi. Davranıştaki doğal ve kalıtsal faktör (Örümceğin ağını örmesi gibi). Organizmayı o türe özgü olan amaca sürükleyen hareket eğilimi.
(20) Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
(21) Önsezi; Henüz hiçbir belirtisi yokken bir şeyin olacağını sezme. Gelecek ile ilgili bir kısım şeylerin önceden hissedilmesi.
(22) Mecra; Bir işin gidişi, doğrultusu, gidiş yolu. Yatak. Suyun aktığı yol, su yolu.
(23) Sınamak; Değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için birini, bir nesneye veya bir düşünceyi yoklayıp denemek, tecrübe etmek. Bilgisini, yeteneğini, yeterliliğini, niteliğini yoklamak imtihan etmek.
(24) Enselemek; Kaçan ya da saklanan birini yakalamak.
Enselenmek; Kaçan ya da saklanan birinin yakalanması.
(25) Icığını Cıcığını (Sormak, Çıkarmak) Öğretmek; İçi-dışı, hepsi, tüm ayrıntıları öğrenmek.
(26) Kaçın Kurası; Kolay kolay aldanmayacak kadar görmüş geçirmiş kimse.
(27) Melânkoli; Karasevda, kara duygu. Ruhsal ve bedensel kimi duygularda yavaşlama, işinde başarısızlık. Psikolojik depresyon denilen akıl hastalığı yanında bir kısım fizyolojik hata ve rahatsızlıklar. İrsiyet önemlidir. Belirtileri; hassaslaşma, çabuk duygulanma, durup dururken ağlama, heyecanlanma, sinirlenme, endişelenme, güvensizlik.
(28) Kontör; Sayaç. Belirli bir sürenin bir birim olarak kabul edildiği ve toplam konuşma süresinin kaç birim olduğunu sayısal olarak gösteren araç. Telefon, gaz, su vb. nde tüketim birimi.
(29) Format; Biçim. Boyut. Kitap ya da sayfa düzeni.
(30) İstihza; Alay.
(31) Müneccim; Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapan.
(32) Ketum; Sır saklayan, ağzı sıkı insan.
(33) İki Arada, Bir Derede; Sıkışık ve zor şartlar altında.
(34) Centilmenlik; İyi arkadaşlık etme, ilişkilerinde ince, saygılı, görgülü, kibar olma (erkekler için).
(35) Klişeleşmiş; Basmakalıp söz, görüş vb. haline gelmiş. Özgün olmayan, değişiklik göstermeyen durumda.
(36) Taşra; Bir ülkenin başkenti , ya da anakentleri dışındaki yerlerin tümü.
(37) Serüven; Bir kimsenin başından geçen, ya da içine atılmış olduğu, içinde beklenmedik heyecanlı olguların bulunduğu olay.
(38) Ölüm Fermanı; Bir kimsenin öldürülmesini bildiren yazılı belge.
(39) Hard Disk (Hard Disc); Sabit disk de denilen, bilgisayarın kendisine yüklenen bilgileri sakladığı, depoladığı donanım.
(40) Lalettayin; Gelişigüzel.
(41) Uvertür; Başlangıç, açıklık. Poker oyununda açılış, operada perde açılmadan önce orkestranın çaldığı parça.
(42) Bizzat; Kendi, kendisi, şahsen.
(43) ASELSAN adlı kuruluşta olduğu belirtilen bu olaylar, internetten alınmıştır.
(44) Badire; Ansızın ortaya çıkan tehlikeli durum, zor durum.
(45) Ehven; Daha az kötü, yeğ, değersiz, zararsız, ucuz.
(46) İnfaz; Bir yargıyı yerine getirme. Yargılama sonucu verilen cezayı uygulama. Birine sözünü geçirme.
(47) İn-Cin Top Oynamak; Issız, sessiz olmak. Bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.
(48) Falso: Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken yapılan nota yanlışlığıdır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bu deyim, öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.
(49) Vacip; İslamiyet’te farz kadar kesin olmamakla birlikte kuvvetli bir kanıt ile yapılması gereken şey.
(50) Sezar Gibi; Roma Tarihinin en etkileyici olaylarından birinde, Brutüs sözcüğünün “İhanet” anlamında kullanılmasına nedendir. Sezar yanlışlıkları olan bir liderdir, Brutüs ise; Sezar’a metreslik yapan Servilius’un oğludur. Zaman gelir senatörler Sezar’ı bıçaklayarak öldürürlerken son bıçak darbesini Brutüs vurur ve bu ölmeden önce Sezar’ın gücüne gider ve o meşhur cümleyi söyler; “Sende mi Brutüs? (Et tu Brutus?)”
(51) Gözleri Fel Fecir Okumak; “Gözleri vel fecri okumak” veya “Fer fecir okumak, Fel fecir okumak” diye de kullanılan bu tabirle, çok uyanık, cin gibi olmak, kurnazlığı gözlerinden okunmak gibi anlamlar çıkarılabilir.
(52) Tik, Tikli (Tiki olmak); Herhangi bir konu, söz ya da hareketle ilgili beklenmeyen (anormal) davranışı olmak.