Arkadaşlarım “Acul Adam!” derlerdi bana. Oysa hazırlıklı olmak, tedbirli olmak, bazı şeyler için geleceğe dönük plânlı yaşamayı düşünmek ve programlar yapmak acelecilik miydi? Çok şey için, çok zaman kendime göre; plânlar, programlar yapar, ona göre davranırdım.

Örneğin toplantı mı var? Toplantının yapılacağı yerde en az on beş-yirmi dakika önce hazır olurdum. Bazen Toplantı Salonuna ilk gelen veya Toplantı Salonunun Kapılarını ilk açan ben olurdum!

Eğer konuşmacı isem veya toplantıyı ben tertiplemişsem telâşım ve hazırlıklarım belki yirmi dört saat öncesinden başlardı. İşe hep erken gelirdim. Yıllardır böyle devam ede gelmişti yaşantım.

Bu kere bir görev için Mersin’e gitmem gerekliydi, bir kongrede bir tebliğ de ben verecektim konumla ilgili.(1) Söylemem gereksiz tabii, Kongrenin hazırlıklarını çoktan tamamlamış, Tebliğ metnini çoktan hazırlamış, iki-üç defa da kendi-kendime, ayna karşısında okuyarak denemiştim doğal olarak.

Ankara Otogarına Mersin Otobüsü için bilet almağa gitmiştim. Gerçi seyahate başlamam için dört-beş gün vaktim vardı daha, ama bileti alıp cebimde muhafaza etmem faydalı olmaz mıydı?

Faydasına inandığım için eylemimi gerçekleştirmiş, terminal önündeki Belediye Otobüs Durağında keyifli bir şekilde, gelecek Belediye Otobüsünü bekliyordum:

“Acaba Çankaya’ya nasıl gidebiliriz?”

Herhalde, yaz sıcağında, takım elbiseli, kravatlı olduğumdan sorunun bana sorulabileceğini düşündüm. Sese yöneldim. Yirmi-yirmi iki yaşlarında, esmer, göz, burun ve dudakları arasında hiçbir uyum yoktu.

Kulaklarının uzantısında neredeyse sakal şeklinde uzamış saçları, yanaklarındaki ergenlik sivilcelerinin(2) çoğu koparılmışçasına lekeli bir yüze sahip olan genç kızın, elinden tuttuğu yedi-sekiz yaşlarındaki bir kız çocuğu ile soran bakışlarını üstümde topladığını gördüm.

Dikkatimi yoğunlaştırmaya çalıştım. Fiziksel olarak iticiliğine rağmen sesinin ahenginde kendisine yardım etme arzusunu taşıdım:

“Buradan Çankaya yönüne otobüs bulmanız mümkün değil! Önce Kızılay’a daha sonra diğer bir otobüsle gidebilirsiniz Çankaya’ya ancak.”

Yardım etmeyi plânlamıştım ya zihnimde, bu düşüncemde ilerleme arzusuyla devam ettim:

“Ben de o tarafa gidiyorum, size yardımcı olayım.” dedim.

Siyaha çalan kahverengi gözlerinde belki endişe, belki sıkıntı şekillenmişti. Başını eğer gibi indirdi yere doğru. Parke taşlarına bakarak konuştu:

“Bizi karşılayacaklardı. Ama bizi karşılayacak eniştemi göremedik. Bir aksaklık oldu herhalde… Ankara’yı da fazlasıyla bilmiyorum ki?!”

“Belediye Otobüsü için Otobüs Kartı da almadınız tabii!”

Cevap vermesine fırsat kalmadan Belediye Otobüsü gelmişti:

“Neyse fazla dert etmeyin. Fazla kartım var. Size borç veririm. Kızılay’da aldığınızda ödersiniz. Buyurun, binin hemen, lütfen.”

Uysalca kapıya doğru ilerlerken, yanındaki kız çocuğunun elini bırakmamayı, tek bir valizden ibaret eşyasını da sıkı sıkıya tutmayı ihmal etmedi:

“Acele et Ceren, elimi de bırakma olur mu çiçeğim?” dedi.

Kızılay’a kadar camdan dışarıları, yolları, binaları seyrederek geldiler. Genç kadın, sormayı istediklerini soramamanın sıkıntısı içinde gibiydi. Ben de bu arada işime geri dönme arzumu terk etmiştim.

“Onları Çankaya’ya evlerine götürür, daha sonra oralarda bürosu olan yeğenimi ziyaret eder, ona sürpriz yaparım!” diye düşünüyordum. Yönlü, yöntemli bir plânlamayı şekillendirmeye başlamıştım bile zihnimde.

Kızılay’da otobüs durunca, gözleri ile beni de takip ederek son durağa geldiğimiz bilinci ile ayağa kalktılar, diğer yolcular gibi.

“Çantanız ağırsa yardımcı olayım. Çankaya Durağına gitmek için biraz yürümemiz gerekecek, çünkü.” dedim.

“Yok, teşekkür ederiz.” dedi sorgularcasına ve devam etti:

“Otobüs biletini nereden alacağız?”

“Otobüs Kartı satılan yeri size işaret ederim. Ama önce elinizde adres var mı, onu söyleyin.”

Bavula benzer, valiz tipi düzgün siyahlığı yere bıraktı, elindeki çantayı açtı, titiz bir bakışla bir defter çıkartıp içinde yazılı adresi gösterdi:

“Adresiniz kolay yerdeymiş, Otobüs Durağına çok yakın. Sanırım fazla sıkıntı çekmeyeceksiniz.”

Durağa yaklaştığımızda otobüsün geldiğini görünce;

“Koşun, yetişelim!” dedim.

“Ama bilet?”

“Otobüsü kaçırmayalım! Bir sonraki otobüs ne zaman gelir, bilinmez. Bilet işini sonra hallederiz.”

Sanki acelem varmış gibiydi. Ceren’in elinden tuttum, sürüklercesine otobüse bindirdim, onun da yetişip binmesine yardımcı olarak. Kartımdan üç tane daha geçirdim otomatik kutudan. Orta kapı civarında ayaktaydık bu kere.

Valiz tipi siyahlığı bu kez ayakların arasına almış, bir eliyle tutunurken, diğer eliyle Ceren’i tutuyordu. Omuz omuza idik. Bir şeyler söylemesine askı tutan eli engel olunca ellerinin yerini değiştirmek istedi, camdan merakla bakmağa devam ederken:

“Ağırlık olduk, borçlu kalmak istemem!” dedi.

Ona doğru yöneldim iyicene. Daha dikkatli bakmak, belki de incelemek istiyordum bir kez daha, belki oldukça kısa zamana sığışan gönül gözümle. Elbisesine, pantolonuna, ayakkabılarına…

Belki de vücuduna, bedenine. Saçlarının, teninin kokusunu duyar gibiydim. Benim bir seksenler civarındaki boyum yanında, boyu omuzlarımda kalmış gibiydi, saçlarının en üst-uç noktası bile.

“Bir insan, bir insana yardım etti, borç olur muymuş? Yarın siz de bir insana yardım edersiniz, ödeşmiş oluruz böylece.(3)

Başını kaldırdı, gözlerini dolaştırdı yüzümde. Kasvetli(4) değil, aydınlık, kahverenginin koyuluğunda siyah siyah gözlerini. Anlamamış gibiydi.

“Teşekkür ederiz!” gibi bir şeyler söyledi, gözlerinin koyuluğunda anlamadığım, ya da anlayamadığım.

Sessizliğin devam ettiği yolculuğu, Atakule’den bir sonraki durakta bitirip indik otobüsten.

“Gideceğiniz adres, şuradaki lojmanlar olsa gerek, oraya kadar götüreyim mi sizleri?”

Yalnızca baktı gözlerime. Oysa onu etkileyecek kadar genç değildim, öylesine.  Yakışıklı da sayılmazdım gençler gibi. Allah vergisi ve basketbol sevgisi bir boyum vardı. Askerlik görevindeymişim hissini verir gibiydi kısa saçlarım ama bu, zamanımı değerlendirmek için kendi beğendiğim bir yaklaşımdı.

Aynada -tıraş olurken özellikle- hangi artiste benzediğimi sorardım kendime, zamanım uygunsa. Saç ve yüz yapımı bir artiste, burnumu, bıyıklarımı bir diğerine, sesimi bir başka birine benzetirdim, insanın kendisi olması gerektiğine inanmazmış gibi.

Çok zaman, böyle düşünürken, dişlerimi fırçalamaya ancak vaktimin kaldığını görür, acele yaşantımı yine gayretsizce adımlamağa çalışırdım, otuz beş yaş başlarını, yani yolun yarılarını yürürken(5).

Onun bakışlarında da böyle saçmalıklara kanatlanmıştım işte. Fark ettiğim; Ceren’in elinden tutarak onlarla lojmanın kapısına kadar geldiğimdi:

“Zili çalın ve size; ‘Allahaısmarladık!’ diyeyim.” dedim.

Zili çaldı, kapı açıldı ve benim yaşlarımda bir kadın kapıyı açtı ve;

“Ceren! Kızım!” diyerek Ceren’e sarıldı ve sonra;

“Hoş geldin kardeşim!” diyerek o genç kıza da sarıldı ve arkalarında durmama aldırmazcasına aranarak bakarken;

“Türker sizi almaya gelecekti terminale, o nerede?” diye sordu.

“Eniştemle karşılaşamadık, ya da buluşamadık abla. Sağ olsun bu bey yardımcı oldu bize.”

Ablası bana döndü, belki de özür dilemek arzusunu yaşayarak;

“Teşekkür ederiz! Hoş geldiniz! Buyurmaz mısınız?”

“Teşekkür ederim. Ayrılmam gerek. İyi günler dilerim, sizlere de ‘Evinize Hoş Geldiniz!’ diyorum ayrıca.”

Sonra aklıma yeni gelmiş gibi, genç kıza döndüm tekrar;

“Allahaısmarladık! Hoşça kalın! Unutmayın, borçlusunuz. Muhtaç olsun olmasın, bir insana yardım edeceksiniz siz de!” dedim ayrılırken.

 Genç kız, elindeki siyahlığı bıraktı yere, uğurlamak istercesine arkamdan kapıya yöneldi:

“Güle güle! Teşekkür ederiz tekrar. Yardım edeceğim ben de bir insana, söz veriyorum. Ama bize yardım eden ismini söylemez mi?”

“Tabii. İsmim Berker. Ve izin verir misiniz? İçimden bir ses, ya da bir his tekrar karşılaşacağımızı söylüyor bana. Bunu müneccimlik(6) olarak yorumlamayın lütfen. Hissettiğim bu. Ben isminizi o zaman öğrenmek isterim.”

“Peki. Güle güle Berker Bey.”

Söylemek istediği başa şeyler de var gibi geldi bana; merak etmeyişimi ayıplamak gibi, önemserken, önem vermiyormuş gibi davranışımı hoş görmemek gibi. Arkama dönüp el sallamamı beklediğini söylemek ister gibi.

Evden ayrıldım. Adımlar, adımlar… Arkama dönmemek için frenlememe rağmen kendimi, döndüm. Bıraktığım yerde aynen duruyordu, biraz gerilerde ablası ve Ceren’in ona baktıklarını gördüm. El salladım. Beklercesine el sallamasından mutluluk duydum, Belediye Otobüsünün durağa gelmek üzere yaklaştığını fark edince otobüse yetişmek arzusuyla koştum.

Yeğenimin bürosuna uğramayı unuttuğumu otobüse bindiğimde hatırladım. “Bir dahaki sefere inşallah” dedim, otobüsün son koltuklarına kadar yürürken. Cebimde taşıdığım Tebliğ’e göz atmak istedim, okumağa çalıştım şöyle bir.

Olmuyordu. Kokusunu hissediyordum ciğerlerimde, ergenlik sivilceleri gitmiyordu gözlerimin önünden. Gözlerini… Hele gözlerini unutamıyordum, gönlümde yıllardır beklediğim çirkin güzelin.

İsmini öğrenmemiş, öğrenmek istememiştim, ama gönlümde ismini koymuştum: Çirkin Güzel(7)!

Otobüsten indiğimde, kendi kendime şarkılar mırıldandığımı fark ettim hayretimle, kendime özgü hayretle. Etkilenmek güzel bir şeydi galiba. İstesem devamı olabilirdi etkilenişimin. Giderdim oralara, lojmanlara yani. Başıboş bir serseri gibi dolaşır, olasıdır ki karşılaşırdım onunla mutlaka.

Ama içimde bir his -tıpkı ona söylediğim gibi- ismini öğrenmekteki arzumun şekilleneceğini hissettiriyordu bana. Ama kadere benim de yardım etmem, katkıda bulunmam gerektiğini de aynı şekilde düşünmüyor değildim.

İş yerime gecikmeden gelmiştim. Arkadaşlarım ertesi gün nikâhı olacak bir arkadaşımız için hediye parası topladıklarını söylemişlerdi. Konunun üstünde durmadan gerekli katkıyı sağladıktan sonra, ceketimi çıkartıp masama oturdum.

Hazırladığım ve kongrede sunacağım tebliği bilmem kaçıncı kez gözden geçirmeğe başladım. Sanırım yavaş yavaş kendime gelmeye, eski Berker olmaya başlamıştım.

Akşam olup da işim sona erdiğinde düşüncelerimdeki anlam ve anlamsızlıklar yerini değiş-tokuş etmişti. Yarınlara ulaşmanın kolaylığını, programını ve aceleciliğini yaşamıştım, her zamanki gibi…

Yeni bir güne başlamıştık. İş yerimdeki arkadaşlarımın davranışlarına uygun telâşları gözlerimden kaçmıyordu, ama nedenini sormayı da ya gerekli görmüyordum, ya da merak etmiyordum. Öğle vakti çoktan geçmişti. O sırada iş arkadaşlarımdan biri odamın kapısını araladı:

“Eren’in nikâhını unuttuğunuzu söylemeyeceksiniz değil mi Berker Bey?” dedi ve devam etti:

“Yarım saate kadar, iki-üç taksi tutup, Atakule’ye Nikâh Salonuna gidiyoruz. Siz de geleceksiniz, değil mi?”

“Vallahi unutmuştum. İyi ki hatırlattınız. Ben hazırım. Çıkacağınız vakti hatırlatırsanız, size katılırım.”

Aslında böyle günler için daha iyi ve düzenli giyim-kuşamım olurdu, ama yine de giysilerimde görevim gereği titiz olmam(8) gerektiğinden nikâha giderken de elbiselerim nedeniyle kendimde bir eksiklik görmemiştim.

Nikâhın kıyılışına birkaç dakika kala salona ulaşmıştık.

Bir Nikâh Töreninde neler olması gerekliydi ise onlar olmuştu. Gelinle damadı ilk tebrik edenlerden biri olarak salondan dışarıya ancak atabilmiştim kendimi. Bunda belki sıcak havanın ve ceket-kravat gibi zorunlu(!) resmi giysilerimin de etkisi vardı, denilebilir.

Arkadaşlarımın çoğu daha Nikâh Salonunun dışının havasını solumağa başlamamışlar, belki de başlayamamışlardı.

Birden sol avucumda bir serinlik hissettim ve önce; “Amca” diye küçük, sevecen, içten bir ses ve sonra “Berker Bey!” diyen meraklı, heyecanlı, mutluluk çağrısı gibi bir ses duydum yakınımda.

Döndüm. Elimi tutan Ceren ve yanındaki O idi: Çirkin Güzel yani.

“Siz?” diyebildim sorgularcasına ve hayret edercesine gibi yalnızca. Ceren’in elini bırakmadan sağ elimi uzattım ona:

“Merhaba!”

“Merhaba Berker Bey!”

Gönlümüzdeki tüm soruların gölgesinde, rastlantıların mutluluğunda, hem de tam anlamıyla rastlantıların mutluluğunda yürümeğe başlamıştık yan yana. Bir süre sonra:

“Sormayacak mısınız?” dedi.

“Söyleyecek misiniz?” dedim.

“İsmim Cansın” dedi kısaca, başka bir kelime eklemeyi gereksiz görerek, gün öncesinden beklentimi yanıtlarcasına.

“Memnun oldum cümlesi yeterli değil, mutlu oldum diyorum. Ve bu güzel rastlantı için size kola, ya da meyve suyu ısmarlamak istiyorum izninizle. Yukarıya çıkalım mı? Orada hem oturacak yer var, hem de Ankara’yı seyredersiniz, ayaklarınızın ucunda.”

“Olur, sevinirim.” dedi ve Ceren’i görmek ve tembihlemek istercesine eğildi:

“Berker Amcanın elini sıkı tut, bırakma, olur mu çiçeğim?”

“Olur Teyze!” dedi ve avucumdaki elini daha bir içten sıktı.

İş arkadaşlarımı unutmuştum, galiba gerekliydi de bu. Belki de mecburdum, kim bilir?

Zaman akıvermişti, akşamın serinliğine kadar. Atari Salonuna inmiştik, Ceren’i eğlendirmek için. Botanik Bahçesini gezmiştik, Seymenler Parkında dolaşmış, Kuğuların olduğu gölcüğe ulaşmıştık sohbet ederek.

Kumpir denilen patateslerden, koz helvalı dondurmalardan tatmıştık zamanı tüketmeyecekmiş gibi. Bu arada genel bir telefondan iş arkadaşlarımı bilgilendirmeyi de unutmamıştım; “Yakın bir akrabamla karşılaştığım” haberiyle!

Sonra iki ayrı yöne giden otobüslerden birincisine onlar binmişti; “Tekrar görüşebilmek” dilekleriyle. Yorgunluk yoktu ne bedenimde, ne gönlümde, ne de ruhumda. Tersine heyecanlı ve mutluydum. Neleri öğrenmiştim, beraberliği yaşadığımız kısa zaman içinde. Zihnimde sıraya koymaya çalışıyordum:

Cansın; yirmi üç yaşındaymış. Mersinliymiş. Bir ay kadar önce mezun olmuş Üniversite’den. İş arıyormuş. Ceren yeğeni imiş. Ablası Canset’in kızıymış. Eniştesi Türker, bir devlet dairesinde mühendis olarak çalışıyormuş. Ceren’i kısa da sürse tatilinin dönüşü olarak Mersin’den Ankara’ya getirmek, bu arada iş olanaklarını araştırmak için Ankara’ya gelmiş.

Karşılaştığımız gün -ki bu; Allah’ın bir lütfu(9) idi galiba benim için- eniştesinin arabası arıza yaptığı için karşılaşamamışlar, görüşememişler. O an içimden; “İyi ki arabası arıza yapmış, benim gibi aceleci olsa belki ve çünkü karşılaşmazdık Cansın ile” demiştim kendi kendime.

Ankara’da birkaç gün kaldıktan sonra, iş başvurularının sonuçlarını evinde beklemek üzere Mersin’e dönecekmiş…

Daha çok, daha birçok şey vardı, ama insan mutlu olduğunu hissettiği anlarda hepsini kaydedemiyor zihnine, ya da hatırlayamıyor toptan, diyelim. Ve en önemli husus, kongrede tebliğ sunacağım gün, Mersin’de olacağını ve dinlemek için mutlaka geleceğini vaat etmesiydi.

Eve dönüşümde, daha dikkatli, daha da önemseyerek gözden geçirmeliydim tebliğimi. Beğenilmeyi arzuluyordum Çirkin Güzel tarafından. Belki de istenmeyi, sevilmeyi, ihtiyaç duyulmayı. Aşk mı? Hem de üç-beş saatlik bir dilime sığan zamanda? Fazla iyimserlik olmaz mıydı bunu düşünmek?

Ama sakıncası var mıydı düşünmenin? Ben düşünüyordum. Yasaklayan da olmadıktan sonra. Düşünürsen umarsın. Umarsan yaşarsın. Yaşarsan ulaşırsın. Ben ona ulaşmak için düşünüyordum.

İnsanların rastlantılardan beklentilerinin fazla olmaması gerek. Ama bu rastlantının hayatımın akışını değiştirmesini, boş olan kalbimdeki sahipsizliğe o olan birinin el koymasını istiyordum, gerçekten. Bu birinin hemen, Çirkin Güzel olmasını istiyordum. O da ister miydi? Gözlerinde, söylediklerinde okuyamadığımdı bu. Oysa okumalıydım. Okumam gerekti, hatta gerekliydi. Okuma-yazma cehaletim(2) sıkıntı veriyordu bana! Okumalıydım. Mutlaka okuyacaktım da, ama insanın kendi kendisine cehaletini tedavisinin zor olacağını düşünüyordum. Hele, hele ki yardımsız.

Elini uzatmasını bekleyecektim onun. Uzatmalıydı elini, beklediğim için değil yalnızca, hem istediği için olmalıydı elini uzatışı. İstemeliydi de. Baskı yanlış bir şey. İnsan duyumsadığını özümsemeli, zorlamamalı. Öyle değil mi?

Eniştesi, ablası izin verirse tekrar görüşmek istediğimi söylemiştim, ayrılmadan önce, ayrılırken. “Olur!” demişti, ama telefon etmememi, kendisinin arayacağını söylemişti.

Telefon numaramı cebimdeki not kâğıtlarından birine yazmayı deneyeceğim zaman, hemen çantasından defterini çıkarmış, B harfini çevirmiş, yazmıştı telefon numaralarımı, hem iş yerimin, hem de yalnızlığımı yaşadığım evimin.

Ertesi gün, ne Tebliği yeniden gözden geçirmek, ne rutin(11) işlere yönelme isteğim vardı. Tek bir görevim vardı: Telefonunu beklemek, yalnız ve yalnızca telefonunu beklemek, hem gün boyu. Başka şeylerle meşgul olmak içimden gelmiyordu.

Bir gün önce, Nikâh Töreninden sonra işe gelmeyişimi anlatmakta sıkıntım olmamıştı, telefonla haber vermiş olmamdan dolayı. “Cici bir kızla beraberdim” demiştim, iş arkadaşlarıma. “Yedi yaşında, ilköğretim ikinci sınıf öğrencisi, şirin bir şey. Günümü ve gönlümü o aldı, götürdü.” diye anlatmıştım.

Teyzesinden bahsedemezdim, bahsetmezdim, bahsetmemeliydim de. İçimden de gelmemişti bahsetmek, doğrusu.

Düşüncelerimde yaşarken Çirkin Güzeli… Niye hâlâ “Çirkin Güzel” diyorum? Biliyorum ya artık ismini, hem o; benim için yalnız güzel, yalnızca güzel, gönlümün rahatlığında taht kurmuş bir güzel. İsmi; Cansın. Ben onun ismini düşünürken, beynimin tüm hücrelerine zerk edercesine(12) yaşarken, telefon çaldı

“Berker Beyle mi görüşüyorum?” dedi karşımdaki ses, tanıyacağımdan emin olmamak şüphesini yaşar gibi.

“Evet Cansın, merhaba!” dedim içimden geldiği gibi.

“Merhaba!”

“Görüşebilecek miyiz? Ablan-Enişten izin verdiler mi? Uygun gördüler mi?”

“Biraz sitemli davrandılar, ama Ceren yanımızda olmak kaydıyla ‘hayır!’ demediler.”

“O zaman, dünkü yer ve saat uygun mu?”

“Ben de öyle düşünmüştüm. Çünkü hem Ankara’yı etraflıca bilmiyorum, hem de evden fazla uzaklaşmamız uygun görülmedi.”

“Peki! Mutlaka geleceğim.”

“Görüşmek üzere Berker Bey!”

“Görüşmek üzere Cansın!”

 Telefonu kapatmadan önce, resmi davranışını kırmak arzusunu taşımıştım, özellikle ismini söyleyerek, başlangıçlardaki gibi.

Benimse izin almak diye bir sorunum yoktu, üstlerimle diyalogum(13) iyi idi. Zaten kongre ile ilgili çalışmalarıma hoşgörü ile bakılıyordu.

Olağandır ki, gerekenden çok, çok önce gelmiştim buluşacağımız yere. Aynı yerdeki bilmediğim insanların nikâhlarına, vaktin geçmesini beklerken katılmış, mutlu günlerinin anısına nikâh şekeri bile almıştım, ayıplanmayı düşünmeden.

Hatta damadın babası olduğunu sandığım kişiye, “Hatıra olarak buketten bir çiçek alıp alamayacağımı” sormuş, uygun görüşle, sapları kesik de olsa, bir beyaz, bir kırmızı karanfili “Teşekkür ederek” alıp çıkmıştım dışarıya.

Kesin zamana ulaşmamıza beş-on dakika kadar daha vardı, ama onlarla karşılaştım. Sürpriz olmadı bu, benim için. İçimden; “İşte bir aceleci daha!” dedim onlara yönelirken.

“Merhaba. Bu senin için cici kız; küçük Ceren.” dedim kırmızı karanfili verirken. Beyaz karanfili ise Cansın’a uzattım:

“Bu da senin, eğer kabul edersen!”

“Teşekkür ederim.”

Yüzüne baktım. Saçları daha bir özenle taralı idi. Sivilcelerini pudra ile kapatmaya çalışmıştı. Hafifçe de boyamıştı gözlerini, dudaklarını galiba. Belki de bana öyle gelmişti.

“Nereye gidelim?” dedim. Ceren atıldı:

“Gençlik Parkına götür amca!”

“Annen-baban izin verdiler mi peki?”

“Bilmiyorum. Gençlik Parkı uzak değil ki, Di mi?”

“Düşüncelerine saygımızı anlatmak için telefon etmemiz yararlı olacak. Telefon kartım var. Sen izin alır mısın Cansın? Annesi ‘evet!’ derse, bu cici kızı kırmak istemem.”

“Olur, telefon edelim.”

Biraz sıra bekledikten sonra Cansın telefon etti, biz Ceren ile yan taraftaki kitapçıda kitaplara bakarken.

“Ablam; sandala, uçan salıncaklara binmemek kaydıyla; ‘Peki!’ dedi”

“O zaman hemen yola çıkalım. Ceren zamanının tümünü kullanmak isteyecektir.”

“Sanırım.”

“Sanırım ‘Biz de’ desem? Saat kaça kadar izniniz var?”

“Eniştem akşam yedide evde oluyor. Yarım saat kadar önce evde olmamız herhalde faydalı olur…”

Hemen otobüse bindik, Gençlik Parkına geldik ve Ceren’in neşesinde saatin akşamın altılarına ulaştığını fark etmedik, hissetmedik.

Ölçülüydü, aralıydı, bilinçliydi Cansın. Her yaklaşma teşebbüsümde aramızda Ceren’in olmasına dikkat ediyordu. Elini bile elime dokundurmaktan çekiniyor, bazen bir giriş ücretini, bazen dondurmacının, bazen patlamış mısırın parasını vermeğe teşebbüs ediyordu.

Davranışlarının etkinliğine “Dur!” demek istercesine, “Konuksun!” diyordum, “Mersin’de de sen ikram edersin!” diyordum, beklentimi anlatmak istercesine. Anlıyordu demek istediklerimi, ama anlamazlıktan gelmek istiyor gibi geliyordu bana.

Sinirleniyordum; açacaktım ağzımı, yumacaktım gözümü, ama “Sakin ol Berker!” diye kendi kendimi yönlendirmeye çalışıyordum.

Otobüse binmek üzere Luna Parktan, daha doğrusu Gençlik Parkından ayrılırken, tekrar ne zaman görüşeceğimizi sorduğumda;

“İzin almam gerek yeniden.” dedi. “Cumartesi akşamı da otobüsle Mersin’e döneceğim.”

“Bileti aldınız mı?”

“Eniştem dün aldı.”

“Ben de Pazar sabahı gidecektim Mersin’e. Yol arkadaşın olmamı ister misin? Ben de biletimi bir gün öncesine değiştireyim.”

“Bilmem ki…”

“Sanırım pişman olmazsın Cansın. Biletini bana verirsen, sizi bıraktıktan sonra terminale gider, benim biletimi de aynı gün ve saat için değiştiririm.”

Ceren’in konuşmalarımıza kulak misafiri olmak gibi bir düşüncesinin, yorgunluğu nedeniyle olsa gerek, uyuklar oluşundan dolayı mümkün değildi gibi geliyordu bize. Etrafına bakınıyordu, belki de gelecek otobüsü gözleme derdindeydi. İsteksiz gibiydi Cansın sözlerime karşılık, ama gene de çantasını açtı ve biletini çıkarıp verdi. Cansın’a;

“Umarım ailen yanlış yorumlamaz. Beraber seyahat etmekten mutlu olacağım. İnşallah yanındaki koltuk boştur, satılmamıştır.” dedim ve Ceren’e döndüm, ondan bir şeyleri saklamayı uygun görmeyerek;

“Sen ne dersin Ceren? Teyzeni anneannene ben götüreyim mi?”

Yorgunluğunun uykuya çağrısını dinleyen Ceren, ilgisizce omuzlarını silkti:

“Keşke gitmeseydi!” dedi sadece.

Otobüse bindik, onları beklenildikleri saatten önce evlerine bıraktıktan sonra hemen terminale yöneldim.

Bazen şans, insanın elinde olmasa da isteyene doğru yönelebiliyor. Ben de, Mersin’e gitmek üzere biletimi aldığım günkü rastlantıyı ve onun devamı olan şansı yakalamıştım. Cansın’ın biletinin numarasının yanı boştu, bileti değiştirmem de zor olmamıştı.

Sadece genel bir yaklaşımla; “Bayan yanı” sorunu dile getirilmişti. “Akrabam olduğundan dolayı, yalnız gitmemesi için biletimi değiştirmek zorunda kaldığım” yalanını söylemek zorunluluğunu duymuştum. Görevliler de anlayışlı davranmışlardı.

Zaten “Bay-Bayan Ayrımı” ne demekti, bugünümüzün Türkiye’sinde? Çok yerde, özellikle de lokantalarda; “Aile Yerimiz Vardır!” levhalarını da anlamazdım ya!

Ertesi gün, sözleşmemiz üzerine sadece biletini geri vermek için lojmanlara yakın bir yerlerde görüşebildim Cansın ile. O gün önemli bir toplantım olması nedeniyle Ceren ve Cansın, daha sonra kendilerine katılan Canset Hanım ile birlikte gezmişler Ankara’nın daha başka yerlerini.

Cuma günü de Cuma Namazından sonra beraber olduk Ceren ve Cansın ile.

Cumartesi günü ailece onlarındı, gece, otobüsün kalkacağı vakte kadar. Belki Türker Bey ve ailesinin beraber gittiğimizi bilmemeleri için, Ceren’in de himmetine(14) sığınarak Balgat’taki köprüden otobüse bineceğimi not ettirmiştim bilet gişesine. Daha sonra otobüsün plâka numarasını da not almayı unutmamıştım…

Yanına oturduğumda mutluydum. Sevecen bir davranışla elini sıktım; “Merhaba, iyi yolculuklar!” diyerek. Otobüs Gölbaşı’nın şehir ışıklarını tüketmeden, iç lâmbalarını söndürmüştü. Cansın galiba yorgunluğunun sınırlarını aşmıştı, koltuğunu geriye doğru itekledi; “Allah rahatlık versin, İyi geceler!” diyerek. Ben de aynı hareketleri ve sözleri tekrarladım.

İlerleyen vakitte, başının omzumda oluşundan hoşnut, hatta mutlu olmuştum. Saçlarını içime sindire sindire kokluyordum her nefes alışımda. Uyumak istemiyordum, rahat uyuması için kımıldamıyordum bile.

Sonra otobüs durdu, bir mola için. Işıklar açıldı, uyandı. Özür dilemek ister gibiydi, sonra vazgeçti, gülümsedi yalnızca.

“Bir şey ister misin?”

“Hayır, teşekkür ederim. Üşüdüm sadece, biraz.”

“Çantamda hırka gibi bir yeleğim var, ister misin?”

“Evet! Lütfen! Benim çantam, bagajda çünkü.”

Yeleği verdim. Ters olarak kollarına taktı, tekrar koltuğuna uzandı, bana dokunmamak için gayret eder gibiydi.

Otobüs hareket etmiş, ışıklar sönmüştü yine. Bu kere bilinçli gibi koydu başını omzuma, ellerinin birini kolumdan geçirdi, diğer eliyle avucunu kapattı, kolumu kuşatırken. Nefesinin yanında sıcaklığını, saçlarının kokusu yanında duygularını da hissediyor gibiydim.

Mutluydum.

Sabahın ilk ışıklarıyla Adana yol ayrımına ulaşmak üzereyken gözlerini araladı, konumuna baktı, utanma hissi duymadan, kollarını sıkıştırarak başını omzuma biraz daha yasladı, belki de uyku mahmurluğuyla(15), bilemem.

Benliğim onu sahiplenmek arzusu taşıyordu, asla fizik olarak değildi bu duygu. Tarifsiz heyecan veren bir duyguydu bu. Kolumu tutan elinin üzerine koydum elimi. Ne çekti elini, ne de belirli bir hareketini gözlemleyebildim. Uyuyordu.

Öylesine ulaştık Mersin’in ağaçlı yollarına. Uyandığında ne gözlerinde, ne de davranışlarında önemseme yoktu.

Ve ayrılık zamanı geldi otogarda. Ne annesi-babası, ne de kardeşi, ya da kardeşleri gibi karşılayanı yoktu, gelmemişlerdi karşılamağa kimse. O zaman fark ettim, ailelerimizden hiç bahsetmediğimizi birbirimize. Ama bu, şu aşamada önemli değildi, bence.

“İzninizle. Bu kere de ben yardım etmek istiyorum bir insana.” dedi.

“Olur.” dedim. “Daha önce de gelmiştim Mersin’e, ama şehrinizi etraflıca bilmiyorum. Rehberlik edin bana. Üniversitenin Misafirhanesine gitmek istiyorum.”

Yalandı söylediklerim aslında. Şehri bilirdim, çokça değilse de, oldukça. Biraz, birazcık daha beraber olmamızı istememin ne zararı olabilirdi ki bize?

“Oraya gitmek gayet kolay… Yorgunsunuz ve bildirinizi gereğine uygun sunmanız için mutlaka dinlenmeye ihtiyacınız var.”

Bakışlarını yönlendirip bir taksiye işaret yaptı. Arabaya bindik.

“Kongrede tebliğimi son gün, yani Çarşamba günü vereceğim. O vakte kadar sanırım dinlenirim. Bu arada görüşecek olursak da sevinirim. Desteğe ihtiyacım olacak. Akşamına, belki de Perşembe sabahına Ankara’ya dönmek üzere yola çıkmam gerekecek.”

Beni, bana ayrılan odanın bulunduğu misafirhaneye bıraktıktan sonra, aynı taksi ile dönmüştü şehre. Sadece kokusu kalmıştı ciğerlerimde bıraktığı. Ne duş yapmak istiyordum, ne soyunmak, giyinmek yeniden, ne de dinlenmek istiyordum. Sadece seyahat etmek istiyordum gönlümce, beraber, hülyalarımda, rüyalarımda bile olsa, yaşadıklarımız gibi, düşüncelerimdeki gibi, onunla.

Uykusuzluğa hiç mi hiç tahammülüm yoktu. Bıkkınca ceketimi, pantolonumu, kravatımı, gömleğimi çıkardığımı şöylece hatırlıyorum. Yüzümü bile yıkamamıştım.

Akşamın ilk saatlerine ulaştığımda uykusuzluğumu oldukça kandırmıştım. Notlarımı karıştırmadan önce bir iki dize karalamamı düşündürdü, beynim, farklı farklı. Birincisi;

“Âşık olan düşünür, seyahat boyunca yâr,
Yârine kavuşunca ondan yoktur bahtiyar,
Gayet tabi seyahatin de özelliği var
Her türlü heyecan, ümit seyahatle başlar.”
(16)

Diğeri ise şu idi;

“Sevenler hep seninle murada ersin,
Sen unutulmayacak büyük bir yersin,
Her zaman tatlısın, şirinsin, güzelsin
Akdeniz’in incisi, sevgili Mersin.
(17)

Akşam yemeğini yerken, kongreye katılacak arkadaşlarla görüştük. Değerlendirmeye esas olacak görüşlerimizi yorumladık. Yemekten sonra arkadaşlar hafif içkilerle tavla, iskambil oynayarak akşamı bitirirlerken izin alarak odama döndüm, düşüncelerimle, onunla yalnız kalmak isteğiyle ve dizelerimle.

Kongrenin başladığı ilk gün, ilk kayıt yaptıran bendim, doğal acullüğüm nedeniyle. Gerekli dokümanları almış, açılışta ileri gelenler için ilk iki sırayı onlara bırakarak üçüncü sıraya oturmuştum erkenden.

Notlara bakıyordum, konu özetlerinden önemli olanların altlarını çiziyor, sormam gerekenleri işaretliyor, not almaya çalışıyordum, dikkatle. Yanıma biri oturdu bir ara, bu koku aynı kokuydu, anımsadığım. Döndüm. Yanımda ki o idi; Cansın.

“Günaydın, erkencisiniz.” dedim.

“Günaydın, galiba siz de!”

Artık oku, okuyabilirsen, not al, alabilirsen. Kongre benim için başlamadan biter gibiydi. Belki de duyumsadığım o idi, Kongrenin son gününü, tebliğimi vereceğim son günü düşünmeye başlamıştım şimdiden. Ya aklım karmakarışık olursa idi, Tebliğimi verirken, şimdiki gibi?

Öyle ya, onunlayken, arkadaşlardan birkaçının “Günaydın!” deyişini duymamış, duyamamıştım. Mezuniyetten beri görmediğim iki sınıf arkadaşımın isimlerini hatırlayamamış, iki değerli profesör hocamın yanlarına neden sonra gidebilmiştim. Herhalde beynimdeki fırtınada, düşüncelerime yönelişte ahenksizlik vardı.

Kongrede herkes, bay-bayan ayrımı yapılmadan çirkin-güzeldi. Ama kendime gelmeliydim. Bunun için de düşüncelerime çeki-düzen vermeli, uzaklaşmalıydım ondan, öncelikle ve hemen.

Kongredeki açılış konuşmalarını hiç hatırlayamıyorum. Sanırım, ilk bir-iki tebliği de yeterince özümseyememiştim(14). Verilen ilk çay molasında benden uzaklaşmıştı. Onu uzak köşelerden birinde yalnız başına çay içerken gördüm.

Engelli bir ara koyup kendime, gitmedim yanına. Belki bana gelmesini istiyordum. O da gelmedi yanıma, belki dalgınlığımı sezinlemişti. Böylece de kendimi toparlamıştım. “Galiba mı?” desem, bilemiyorum.

İlk gün, sonuna kadar, hep uzaklardan gördüm onu. Salonun oldukça arkalarında bir yerlerde oturuyor, çay molalarında hep uzaklarda kalıyordu. Belki öyle geliyordu bana, ama hep izleniyorum hissini taşıyordum, belki de yaşam şeklim böylesine yönlenmemi düşündürüyordu bana.

İlk gün bu ritimle yoğunlaştı. Yemek molaları, çay molaları hep ama hep uzaktık. Ya da o beni uzak bırakmak gayretindeydi, beni bana bırakarak.

Daha sonra ikinci günü yaşadık. Birçok tebliğden antitezlerle(19) uzaklaştım. Yalnız sınıf arkadaşımın tebliğini desteklemek gereğini hissetmiştim. Çay molalarında karşı fikirlerimi destekleme girişimlerimde başarılı gibiydim. Salonun uzak köşelerinde çayını içen Cansın’dan güç alıyorum gibi geliyordu bana…

Ve son gün geldi. “Geldi-çattı” da diyebiliriz.  Kongre için tebliğ özetim, daha önce Kongre Kitapçığında yer aldığından, özellikle eleştiriye tahammüllü olmayanların benim tebliğim için düşüncelerini tasarlayabiliyordum zihnimde.

Tebliğimi sundum, öğlene çeyrekler kala öncesinde. Hiç alışkanlık olmadığı halde, salonun köşelerinden bir yerinden bir alkış sesi geldi önce, bunu diğerleri takip etti ve bu alkışlar sonunda sorulması gerekli tüm sorular, ya da tenkitler unutuldu galiba. Çay molasına çıkarken, gözlerimle onu aradım. Bulunca da yanına yaklaştım, çevremdekileri unutmuşçasına;

“O; sendin, değil mi?” dedim.

Başını eğdi, Ankara’da ilk karşılaştığımızdaki gibi ve;

“Arkadaşlarınızla beraber olmanız gerek!” diyerek ayrıldı yanımdan. Çayını aldı, geldi, yanımdan geçerken, arkadaşlarımın varlığından etkilenmemişçesine;

“Kongre bitiminde bir-iki dakikanızı ayırmanızı isteyeceğim sizden…” dedi ve uzak köşelerden birine çekildi tekrar.

Son oturum başlamıştı. Öğle yemeği ile birlikte kongre sona erecekti. Yakın illerdeki bazı arkadaşlar, kongrenin bitiminde gitmek üzere hazırlıklı gibiydiler. Zaten bir kısmı arabalarıyla gelmişlerdi.

Bense kalmak istiyordum. Mersin’i onun gözleriyle gezmek istiyordum. Dönüş biletimi onunla birlikte almak istiyordum. Beni uğurlamasını istiyordum. Hatta beni hatırlatacak bir hediyeyi ona almayı, düşünüyor, istiyordum. İsteklerim tükenmemecesine idi. Hep istiyordum, hep istiyordum. Ve evini, yaşadığı yeri uzaktan da olsa görmeyi, adresini, telefon numarasını almayı düşlüyordum.

Kongre özetini sunuş ve kapanış konuşmaları bitti. Kalanlar dışındakiler vedalaşırken o, yine bir kenarda bekliyordu. Son arkadaşımla da vedalaştıktan sonra yanına geldim.

“Çantamı misafirhaneye bırakayım, hemen geliyorum. Bekleyecek misin?” dedim.

Yalnızca başını eğdi. Danışma Masasının yanındaki duvara sırtını dayadı. Elindeki Bildiri Kitabının bir kâğıt parçası ile işaretlediği sayfasını açıp gözlerini satırlar üzerinde gezdirmeğe başlamıştı bile yanından ayrılırken.

Gidip-dönüşüm kısa sürdü.

“Gidelim.” dedim. “Bana Mersin’i gezdirecek misin?”

Eline uzandım, elini tuttum, çekmedi elini avucumdan. Yürüdük bir süre. Önce sessiz, Ayrılık Türküsünün bestesini zihnimizde yorumlayarak. Bana öyle geliyordu yahut. Bilmediğim çok şey vardı. Belki her şey...

Siyah saçları, koyu kahverengi gözleri, ergenlik sivilceleri, yanaklarından uzayan saçları dışında bilmiyordum hiçbir şeyi, gerekli de değildi diğerleri. Ya o biliyor muydu beni? Sanmıyordum. Kendimi anlatmalı, hem onu dinlemeliydim.

“Deniz kıyısına gidelim önce.” dedim. “Uzakça sakin bir yere. Ve anlat seni bana, ben beni anlatmağa çalışacağım sana, kalanlara kalmadan.”

“Peki!” dedi, elimi sıktığını hissettim.

Akşam inerken şehre, sevgi-aşk-özlem dışında her şeyi konuşmuştuk, anlatmam gerekli olmayan, bana kalsın, ona kalsın istediğim.

Evinin olduğu sokağa bırakmadan önce, Ankara’ya dönüş biletimi almıştık sabah için.

“Sağdan birinci, on bir numaralı evin ikinci katı, beş numara, yaşadığım yer” dedi elimi sıkarken.

Yalnızlığıma ayrıldığımda, gecenin bitmeyeceğine inanıyordum.

Yoğun bir günün ardında, yorgun olmama rağmen uyuyamıyordum. Bu sebeple de sabah erken oldu, belki de erken olması gerekiyordu.

Erkenden geldiğim Otobüs Terminalinde onun beklediğini gördüm. Elinde gazeteler vardı. “Yolda okursunuz!” diyerek uzattı. Hâlâ “Siz” diyordu, “Sen” diyecek gibi yakınlaşmak arzusunda değil gibiydi. Oysa ben onu kucaklamak, hatta ve hatta öpmek arzusundaydım, öyle uluorta toplum ortasında değil, kucaklaşır gibi sessizce ve sevgimi belirtmek istercesine.

Ve otobüsün kalkış anonsu yapıldı.

“Allahaısmarladık Cansın!” dedim elimi uzatırken.

“Güle güle Berker!” dedi ilk defa ismimi söyleyerek ve ekledi:

“En alttaki gazetenin, en üst tarafına iki satır, tek cümle yazdım sana. Giderken oku, esenlik dileklerimle!”

“Teşekkür ederim. Sen de iyi dileklerimi kabul et ve Ankara’ya geldiğinde beni ararsan sevineceğimi bil. Tekrar Allahaısmarladık!”

Otobüse bindim. Her zamanki gibi sağ taraf orta sıradaki yerime oturdum.

Dudakları kıpırdıyor gibiydi, dua okur gibi. Veyahut da ben öyle sanıyordum, otobüs hareket ederken. Elini salladı. Otobüsün peşinden yürümek ister gibi iki adım attı, vazgeçti, geriye döndü.

Gazeteyi açtım hemen, yazdığı satırları okudum:

“Beni ara. Çünkü biliyorsun seni seviyorum.”  yazılıydı. Ne isim, ne tarih, ne de başka kalem izi vardı.

Yerimden doğruldum, daha Terminalden çıkmadan. Çantamı elime aldım, otobüsü durdurması için şoförü ikaz ettim:

“Gitmekten vazgeçtim. İnmek istiyorum!” dedim.

Şoför, yolcular hayret eder gibi anlamsız bir şekilde yüzüme baktılar, umursamadım.

Açılan kapıdan indim, koşarcasına ona yöneldim. Koluna girdim. Büyüyen yaşlı gözleriyle hayret eder gibiydi:

“Ben de…” dedim, sadece.

 

YAZANIN NOTLARI: 

(*) Öyküdeki isimler yaşıyor, kişiler yaşamıştır, öykü -doğal olarak- tarafımdan yaşatılmıştır.

 (1) Tarımsal Mekanizasyon 9. Ulusal Kongresinde (20–22 Mayıs 1985) “Biçerdöverlerle Yapılan Hasatta Dane Kayıpları ve Milli Ekonomiye Etkisi” Konulu bir Tebliğ vermiştim. Bu konferansın en önemli notlarından biri de şu anda rahmetli bir hocamdan kaldığına inandığım şu sözlerdi: “Lisans, cehalet vergisidir!”

(2) Ergenlik Sivilceleri; Akne. Derimizdeki özellikle ergenlik döneminde rastlanan yağ bezleriyle ilgili bir cilt problemi. Oksitlenmeyle siyahlaşan sivilcelerin (Komedon) yağ bezlerinde oluşturduğu iltihaba; Enflamasyon denir.

(3) 7. MART.2006 tarihli Hürriyet Gazetesinde Ayşe ARMAN, kendi köşesinde Mehmet UHRİ’den “FAZLA BİLETİ OLAN VAR MI?” diye bir öyküyü kaleme almış. (Yaklaşımım; öyküde aynen gerçekleşsin istedim).

(4) Kasvetli; İçe sıkıntı veren, içi daraltan, sıkıntılı.

(5) Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. / Dante gibi ortasındayız ömrün. / Delikanlı çağımızdaki cevher, / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, / Gözünün yaşına bakmadan gider… diye başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ” isimli şiirinin başlangıcıdır.

(6) Müneccimlik; Yıldız falcılığı. Yıldızların durumundan ve hareketlerinden anlam çıkararak falcılık yapma. Gök Bilimciliği, astronomluk.

(7) Çirkin Güzel; Türkçemizde böyle bir deyim olduğunu sanmıyorum. Anlatmak istediğim; fiziksel olan çirkinliğin, ruh ve gönül güzelliği üstünde olmadığının izahı olarak yorumlanmalı.

(8) Titiz Olmak; Çok dikkatli ve özenli davranmak, böyle davranılmasını istemek, müşkülpesent olmak, memnun edilmesi zor olmak. Temizliğe aşırı düşkün, huysuz ve öfkeli olmak.

(9) Lütuf; Kayra. Önem verilen, sayılan birinden gelen iyilik, yardım, ihsan, güzellik, hoşluk, bağış.

(10) Cehalet; Bilmezlik, bilgisizlik, toyluk, deneyimsizlik.

(11) Rutin; Her zaman yapılan, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.

(12) Zerk Etmek;  Bir sıvıyı şırınga ile vücuda vermek. Bir bilgiyi içine, beynine, gönlüne sığıştırmak.

(13) Diyalog; İki ya da daha çok kişi arasında geçen karşılıklı konuşma, anlaşma, uyum sağlama, çalışma. Edebi yapıtlarda iki ya da daha çok kişinin karşılıklı konuşması.

(14) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet.

(15) Mahmurluk; Uykudan kalkınca duyumsanan ağırlık ve sersemlik. İçki içmiş bir kimsenin duyumsadığı baş ağrısı ve sersemlik.

(16) KARATEKİN; Erol. 1961 Yılı. “SEYAHAT” dizelerinden.

(17) KARATEKİN; Erol. 1961 Yılı. “MERSİN” dizelerinden. (Bir ara yaşadığım yer)

(18) Özümsemek; Edinilmiş olan bilgileri, bireyin öz malı haline getirmek. Temsil etmek. Canlı varlıkların dışarıdan aldıkları besinleri değişikliğe uğratarak yeni bir bileşimle organizmanın ihtiyaç duyduğu maddeler haline getirmek.

(19) Anti Tez; Karşı görüş, karşı tez.