Yalnızlığı yoğun, darmadağınık geçen bir hafta sonu günümün sonunda darmadağınık bir geceydi yaşadığım, rüyasız, hülyasız, kâbussuz(1), gecenin oldukça ilerleyen vakitlerinde horul-horul uyumanın sonunda. Tabiidir ki bu günün sabahına ulaşmadan evvel.
Bu sabah darmadağınık olduğum ve bu konuda yalnız olmadığım belli gibiydi otobüse bindiğimde. Şu hemen önümdeki sırada, yan tarafta oturan, Belediye Otobüsünün hareketinden beri elindeki açık kitabın tek sayfasını bile değiştirmeyen bayanın da benden pek farkı yoktu, sanıyorum.
Ne kadar bir süre onu göz hapsimde tuttuğumu hatırlamıyorum yahut da hatırlayamıyorum, dalgınlığımda yahut da darmadağınıklığımda. Ancak geçen çok ve çok dakikalar sonunda şoförün;
“Son Durak!” diye ikazıyla kendime geldiğimde, kitabını okuyan(!), yahut da okumak isteyip de okuyamayan bayanın hâlâ darmadağınık ve kitabını yere düşürmek üzere olduğunu fark etmem zor olmadı. Elindeki kitabını düşürmesini engellemek için kitabı tutmağa çalışırken;
“Genç Bayan! Son durağa geldik! İnmemiz gerek!” dedim.
Silkinerek açtı gözlerini. Ben yaşamımda, yaşamımın hiçbir devresinde böylesine ağaç kabuğu kahverengiye hiç rastlamamıştım, ciddi olarak itiraf etmem gerek ve tabiidir ki bunun bağlantısı etkilenmek olmalı, değil mi?
Ha! Benden önceki ben, belki rastlamış olabilirdi ona yahut da onun gibilerine kendi yaşamında. Ama ben ilk defa yaşıyordum bu gözleri. O benden önceki ben, belki pir piri(2) biri idiyse, neden o hayatından bana bazı yahut da bir kısım şeyleri bugüne kadar aktarmadığını ona sormam gerekirdi, eğer geriye dönmem mümkün olabilseydi.
Sabahın daha erken, belki de en erken vakitlerinden biri idi, yaşadığımız, hani denir ya; “Beyaz iplikle-siyah ipliğin ayrıldığı(3)” vakit diye, o vakti farkında olamadan çoktan geçmiştik hani, sonbaharın bu kışa dönme hazırlığını yaşayan Kasım’ında(4).
Haydi, ben geçtiğimiz akşam oldukça geç vakte kadar süren ve galip geldiğimiz milli maçın ve yorumlarının ağırlığını yaşıyordum, kandili geç söndürmüştüm, bir-iki bira şişesinin dibini görme uğraşıyla. Dağınıklığım belki normal sayılabilirdi bu günkü işe başlamamın arifesinde.
Peki, sana ne olmuştu be, kahverengi gözlü güzel(5)?
Hiç aklıma gelmeyen; “Dertsiz başın olmayacağı” idi o an ve işime gecikecek olmamın da hiç önemi yoktu. Nihayeti cep telefonu denilen bir icat, ya da buluş vardı. İzin isterdim, ister kabul edilsin, ister ters tepsin, izin dileğim. Umurumda değildi.
Sonuç olarak dileğim yıllık iznimden düşürülme olarak gerçekleştirilirdi o kadar, malûm Devlet Memuruydum, ya. Tekrar; işte o kadar! Ama bu kahverengi gözlerde gezinmemi, hüznü anlama dileğimi, garipliği anlama isteğimi kimse engelleyemezdi, engellememeliydi de…
Tabiidir ki o, yani kendisi hariç!
“Pardon?” dedi sorarcasına.
“Özür dilerim, Son Durağa geldik de…”
“Son Durak?”
“Yoksa daha önce mi inecektiniz?”
“Evet! Neden böylesine daldım ki?”
“Önemli değil efendim! Aynı otobüs biraz sonra ring yapacak, isterseniz hemen dönebilirsiniz veyahut da size bir çay ısmarlayayım, kendinize gelin, bundan sonraki otobüsle devam edersiniz, her nereye, her ne için gidecekseniz demek isterdim, ama hareketlerinizden işinizin acele…”
“İşim acele değil, ama gecikmek de istemem, izninizle lütfen…”
“Peki efendim. Ben Aytaç. Hiç olmazsa adınızı bağışlayın!”
“Ayça, ama önemsiz!”
“Yaşamda hiçbir şey asla önemsiz değil, efendim. Şu benim adres kartım. Bir gün dertleşmek isteyeceğiniz yahut da dertlerinizi dinlemeyi arzulayacak birini düşünürseniz ve vaktiniz müsait olursa tabiidir ki, beni ararsanız sevinirim. Çünkü gerçekten el uzatılması gereken öylesine çok dertlerim var ki. Belki…”
“Mümkün değil, söz veremem, belki bile diyemiyorum, ayıplamayın beni, lütfen!”
“Peki! Haklısınız! Haydi, selâmetle Ayça Hanım. Allah yardımcınız olsun!”
“Sizin de!”
Yâdımda(6) kalan tek şey kahverengi gözleriydi Ayça’nın. Saçları ne renkti, makyajı var mıydı, elleri nasıldı? Hatırımda tek bir iz bile kalmamıştı gözlerinden maada(7). Bir de hüznü, belki de engelleyemediği elemi…
Hem kimdi, neydi, bir daha rastlayacak mıydım kendisine? Rastlarsam, nerede, ne zaman, nasıl, ne şekilde? Tesadüfen bir başka sabah belki, elinde bir başka kitap, bir başka otobüs koltuğunda…
Eee! Ne olurdu o zaman? Kendimi mi düşünüyordum bencilce, yoksa onu mu?
Hep bu ikilemler(8) yüzünden bugüne kadar bir baltaya sap olamamış mıydım? Yok öyle; “Leblebinin kırığı, üzümün çöpü var” şeklinde tereddütlerim olmamıştı asla. Aramamıştım ki! Yalnız yaşamım yetmişti bana, ya da yetiyordu işte, gereklilikler nasıl tamamlanmış, ya da nasıl tamamlanıyor idiyse…
Tanrı insanların eline aynı şansı kaç kere verir mi, bilemiyorum. O acaba benim ilk şansım mıydı, düşüncelerimde beni bu kadar yoğun bir şekilde etkileyen? İçimden dua etmek geçiyordu, Tanrıya inanmamama ve fakat Tanrıyı bilmeme rağmen;
“Bir şans daha Allah’ım, bir şans daha lütfen! O beni bilmese de, istemese de onun kararına saygılı olacağıma yemin ederim. Bir şans, bir şans daha lütfen! Ne olur?”
Düşünüyordum, yaşamda kaç kişi Tanrısına bu kadar içtenlikle yalvarmıştır ki? Bildiğim ki, bir büyük; “Hiçbir şey bilmediğimdir(9)!” demesine rağmen, bana göre bildiğim, bu şekilde dua eden tek insan ben idim bu dünyada.
Bir tek ben…
Ama etrafımdaki boşlukta, derin ve umarsız bir sessizlikle…
İnsan neden elindekinin, avucundakinin kıymetini bilmezdi ki? Ve de beyninde şekillendirdiklerinin…
Günlerce…
Yoksa aylarca diyerek abartayım mı? Aynı otobüsün aynı koltuğunu taradı gözlerim. İddialaşıyordum, bir gün, ama bir gün mutlaka bir gün…
Ne demek yani? Edepli, güzel, dünyada eşi bulunmayacak bir hanımefendi, kitabının düşmesini engelledi, kendisini ikaz etti diye neden arasındı ki Aytaç’ı, yani ki beni?
Şair; “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar(10)” demiş. İnsanın hayalini, hayallerini yahut engellenmesi mümkün müydü?
Ama bir belirti, bir iz olmadan sadece beynine çizdiği şekille, öğrendiği isim ve kahverengi ile hayalin gerçekleşmesi ne kadar umut edilebilirdi ki?
Günleri, haftaları değil, ayları, mevsimleri(11) tüketmiştim umutlarımda. Ve sessizlik talanı(12) yaşıyordu beynim kendine ait olduğunu zannettiği tüm loblarında, hücrelerinde. Boşalıyordu beynim gitgide ve bu tükenişe “Dur!” diyebilme gücümü gün-be-gün yitiriyordum.
Ben âşıktım, âşık olmuştum, ama galiba bir hayale, bir büyüye, anlaşılması ve ulaşılması güç bir sihre. Sanırım benim yaşadığımı ne Tahir, ne Mecnun, ne de Romeo yaşamışlardı. Haydi, bunlara Edgar Allan Poe’nun Annabell Lee’sini de ekleyelim.
Onlarınki gerçekti, benimkisi ise karşımdaki onun bir görünüşünün 5-10 saniyesinin dışında bir hayal.
Yoksa Tanrı benimle alay mı etmek istemişti, bir bakıma meleklerinden birini insan kılığında karşıma çıkararak?…
Bu, muhtemeldi, Tanrı kendisine inancımı pekiştirmek istemiş olabilirdi!
Ben Tanrıyı inkâr etmiyordum, biliyordum. Öyle ise Tanrı neden Tanrılığını göstermemekte direniyordu ki? İşte ben bu dünyada idim, onun kulu olarak, peki, Ayça neredeydi?
Tanrı neden onu gizlemek için zahmetlere giriyordu ki? Bir telefon, bir tesadüf…
Sonrasında Tanrım sen de rahat ederdin, ben de! Öyle değil mi? Asla bir ayrıcalık, asla bir kayırma, ya da bugünün önderlerinin, ayrıcalıklarının olduğunu sananların yaptığı gibi bana “Torpil” yapmanı istemiyordum, beklemiyordum ki senden!
Ola ki, onu bana yahut da beni ona yönlendirdiğinde o; “Hayır!” derse bilirdim ki bu; senin sebebi hikmetindir(13), yarattığın kadere rıza gösterirdim. Mademki yaratansın, mademki kaderimi çizensin, sana karşı elimden ne gelirdi ki?
Yeter ki! “Evet, yeter ki ne?” diye sorduğundan haberdarım Tanrım. Gerçekten istediğimin de ne olduğunun bilincinde değil misin ki, sanki?
Ben, benliğimi, ben beni yitirdim, daha doğrusu yitirmişim de ancak farkına vardım. Hayır, yanlış anlama Tanrım, yiyor, içiyor, uyuyor, hayalet gibi oradan oraya geziyor, geziniyorum. Ne kilo kaybettim, ne inzivaya(14) çekildim, ne de melânkoliye(15) esir oldum. Ben sadece ben değil, o olamamamın ızdırabını, teessürünü, hüznünü yaşıyorum. El uzatsan ne olurdu sanki Tanrım?
Tanrıya seslenişim Tanrıya ulaşmıştı galiba.
Bir gün, yaşadığım yalnızlığımda ummadığım bir şey oldu. Bu, mutlaka Tanrının bana el uzatışıydı, inkâr etmem mümkün değil, asla. Bir telefon…
Bu belki de ömrümün aydınlığı, gönlüme ışık, ruhuma nur olacak bir telefon sesiydi ki, ulaştı bana.
“Alo!” dememi bekledi karşımdaki muhtemelen, sesimden kim olduğumu, belki de çetrefil(16) ismim nedeniyle cinsiyetimi hissetmek istemiş olabilirdi telefonu açan belki ve;
“Affedersiniz Aytaç Bey, kartınız şimdi elime geçince size temizliğe gelmeği unuttum düşüncesini yaşadım. Size temizlikle ilgili unutulmuş bir sözümüz yoktur umarım. Yoksa bir isteğiniz mi vardı?”
“Ne gibi efendim?”
“Kızım ve ben yaşamamız için evlere temizliğe gidiyoruz da. Yoksa kartınızı yanlış anladım, yanlış yere mi aradım sizi?”
Yaşantımda umut edebileceğim gerçek bir telefondu bu. Bana ulaşan yaşlı bir kadın sesi olduğuna göre “Kızım” dediği “O” olmalıydı, tahminim değil, gerçekten ihtiyacım ve muhakkak Ayça. Hani bazı şeyler, bazılarına malûm olur ya(17), onun gibi bir şeydi yaşadığım.
“Hayır efendim!” derken ekrandaki şehir içi telefon numarasının evime çok yakın bir numara olduğunu tahmin ettim.
“Böyle bir ihtiyacım var. Yalnızım ve sorunumun ne kadar derin olduğunu anlatmam mümkün değil. Bu telefon numarası sizin ise telefon edeyim, istediğiniz bir an, evimi göstereyim, istediğiniz an, gelin lütfen!”
“Evimizde telefon yok! Komşudan aradım sizi. Yarın sabah en geç yedide siz işe gitmeden evvel, kapınızda olurum, eğer adresinizi lütfederseniz!”
Bu, bir adımdı. Bu; tekerleğin bulunuşu, ya da uzayda, ayda ilk adımın atılışı gibi bir şeydi benim için. O adımlar, nasıl ki insanlık için ilk ve en önemli bir adımlardı, bu telefon da benim için ilk ve en önemli adım olacaktı.
Çünkü ben, tanımadığım ancak beni etkilediğine inandığım ilk ve tek insana vermiştim kartımı, resmi iş ilişkilerim olanlar dışında, üstelik onların içinde asla hiç bir bayan yoktu.
Ve zihnimden Ayça’nın yorgunluğuna sebep uyduruyor ve fakat isminin Ayşe, Fatma ya da Hatça olmamasının sebebini yoğunlaştıramıyordum. Gerçekten temizlik işleri ile geçimini temin edenlerin isimlerinin böyle mi olması gerekirdi ki? Öyleyse bir Anadolu çocuğu olan bana ailem neden Aytaç ismini koymuştu ki?
İnsan beyni birçok gerçekleri kapsayıp anlayacak kadar büyük ve güçlüydü, kendisi küçük olsa bile. Yoksa bilgisayar, cep telefonu ve benzeri teknolojik ürünler nasıl icat edilmiş olabilirdi ki?
Ertesi sabahı zor ettim.
Evimin kapısına, verdiğim adres üzerine gelen elli küsur yaşlarında bir bayan idi.
“Buyur Abla!” dedim, daha önce hizmetlerime koşan ablaya da bir ay izin vermiştim, bedeli mukabilinde.
Evimi ve yapılmasını istediğim işleri tarif ettim, temizlik malzemelerinin ve gerekli olan, ya da olabilecek şeylerin yerlerini gösterdim, belirli bir miktar parayı da “Gerekli olabilir!” diyerek ve işlevinin gereği olarak daha önce hizmetimi gören kişi ile aynı miktarda olacak şekilde masamın üstüne bıraktım.
Ayrıca her hafta sonunda gelmesini özellikle rica ettim ve yedek anahtarlarımı da kendisine teslim ettim. Bu konudaki centilmenliğimin tümünü kulak arkası ederek!
“Mevlâ’m neyler, neylerse, güzel eylerdi(18)” ve “Umut, Kaf Dağının arkasında değildi”, umuyordum!”
Bir hafta sonrasında izin alıp hasta olmam gerekti! Ayşe Abla’dan her şeyi değilse de çok şeyi öğrenmeliydim. Daha fazla gecikmeye, beklemeye ve özlemeye tahammülüm kalmamıştı çünkü.
Pazartesi yatağımda, ilkokul-ortaokul yıllarımdan kalan alışkanlığımla tebeşir tozu yutmuş, o günkü öğrenciler gibi ateşli idim, öksürüyordum da Ayşe Abla geldiğinde!
“Ah Oğlum! Üşütmüşsün! Dur sana, nane-limon-ıhlamur yapayım. Ecza Dolabında bir şeyler var mı? Yoksa bir koşu Eczaneden bir şeyler alayım. Öğlene de bir yoğurtlu yayla çorbası yapayım sana, iyicene terle, bir şeyciğin kalmaz!”
Öylesine sevecen bir dille sergilemişti ki sözlerini Ayşe Abla. Gayri resmi hasta oluşumdan dolayı utanmıştım, ama bu, bence, bana göre gerekliydi!
Bir taksi şoförü olan ve sosyal güvencesi olmayan babalarını bir kazada yitirmişlerdi, Ayşe Abla ve kızları. Büyük kızı Ayça, kazadan sonra üniversite öğrenimini yarıda bırakmıştı. Çünkü boğazlar doyunmak istiyordu ve bu gerekliydi de yaşamın devamı için.
Ayça’nın kardeşleri Gamze ve Gizem ikiz imişler ve ilköğretime devam ediyorlarmış, şu anda, ablalarının katkısı, desteği, her ne denirse o şekilde işte.
Ayşe Ablanın kızı Ayça da önceleri kendisi gibi temizlik işlerine gidiyormuş, iş bulamadığı için.
Şimdilerde ise Ayça, bir devlet dairesinde iş bulmuş, açıktan da olsa üniversite öğrenimini tamamlamaya çalışıyormuş. O nedenle evine katkı olması için Ayşe Abla ev işlerine gidiyormuş. İkizleri okula gönderdikten sonra işe çıkmak ve ikizlerin dönüşünden önce evde olmak kaydıyla.
Cumartesi-Pazarları ailece bir arada olmak için işe çıkmıyormuş Ayşe abla. Çok zaruri(19), düğün-dernek-mevlit falan gibi ihtiyaçlar dışında.
Anlamıştım Ayça’yı bir daha göremeyişimin nedenini. Ancak tekrar, nasıl görebileceğimi de şekillendiremiyordum zihnimde. Hiç bir şekilde düğün-dernek-mevlit işim yoktu ki!
“Keşke bir acil düğün-dernek-mevlit işi olsa…” diye düşündüm.
Bu gün o gün olarak işime yaramazdı. Çünkü bugün Cumartesi-Pazar değildi ki. Pazartesi idi. Ayça da bu gün görevde idi. Kendime yaptığım gibi Ayşe Ablanın hasta olmasını ve Ayça’nın bana gelmesini beklemem ise egoistlikti.
“Ben geldim!” diye evlerine gitmek ise şık olmaz, herhangi bir şekilde pusuya yatmak ise yakışık olmazdı, onu görmek için.
Ayça’ya özlemim boyumu aşmış tüm mevcudiyetimde zonklar(20) olmuştu.
Ne olursa olsun, umut etmek için bir kere, hiç olmazsa bir kere görmek istiyordum Ayça’yı. Belki de kendisinden haberdar olmayan, kitabını düşürmeden tutanı, yani beni hatırlamıyor bile olabilirdi.
Tanrı büyüktü. Kendine inananları mahcup etmez, dualarını geri çevirmezdi. Benim bu efkârlı günlerimi Ramazan Ayına(21) rastlatmıştı. Ramazan bereket, ıslahat(22) ve sonu bayram demekti.
Ve bayram insanlara umut yağdırırdı.
Oysa benim, aklımdan bile geçemeyecek bir yaşam canlanacaktı benim için ve ben bunu bilemez, hatta hayal, ya da umut bile edemezdim.
Diğer bir pazartesi akşamüzerine doğru Ayşe Ablam;
“Ramazan hepimiz için mübarek bir ay. Oruç tuttuğunu biliyorum, diğer eksikliklerini tamamlayamadığını bilmeme rağmen. Gerçi senin ramazanlıklarını hazırlıyorum, ama ev özlemin vardır, ev yemeklerini özlemişsindir. Kızlarımla tarhana çorbası, mantı, ev baklavası yapalım, bir akşam iftara bize gel!” dedi.
“Olur!” dedim, içim-içime sığmaksızın mutlulukla, içimdekini saklayarak ve;
“Sonrasında da siz bana gelin, ne hazırlayabilirseniz, ben de hazırdan bir şeyler getiririm” dedim.
Bu benim onu, onları görmem ve bayram hediyelerini almam için bir vesile(23) teşkil edecekti. Umutluydum. Umudum artık Kaf Dağının arkasında değildi. Çünkü Tanrının karşısında sadakatle eğilmiş, sabrımı taşırmayıp pusuya yatarak terbiye sınırlarımı aşmayı asla düşünmemiş, aklımın ucundan bile geçirmemiştim.
Biliyordum ki; “Sabreden derviş, murada erermiş!” karşımdaki benim için, benim onun için düşündüğümü düşünüyorsa, ya da düşünürse dervişlik(24) bana neden yakışmasındı ki?
“Umut et! Hayallerinin esiri olma((29)” İnkârı mümkün olmayan, ya da mümkünsüz bir deyişti.
Ve ben ve biz o günleri yaşadık arka arkaya. Ne hazindir ki Aytaç, yani ben Ayça’nın ne gönlünde, ne kalbinde, ne de beyninde yer etmemiştim. Onunla karşılaştığımızda sıradan biriydim.
“Hoş geldiniz” deyişinde de, “Afiyet olsun!” sözünde de, elini tuttuğumda da, ikizleri kucakladığımda da beni fark etmemişti, fark etmiyordu da.
Oysa fark etmeliydi, çünkü onun için yaşadığımı, onun için var olduğumu bilmeli, benim onu yaşadığım gibi o da beni yaşamalıydı, hele ki annesi; “Bugüne değin bir arkadaşı olmadı Aytaç Ağabeyi, evde kalacak neredeyse!” dediğinde.
Ben onun Aytaç Ağabeyi değil, sevdiği, yaşamında ilk, tek, son ve biricik olmayı düşleyen biri idim. Eğer düşümü, ya da hayalimi gerçekleştiremeyeceksem yaşamam neye yarayacaktı ki?
“Güle güle! Her şey için teşekkür ederiz!” dediğinde neye, niye ve niçin teşekkür ettiğini anlamış değildim…
Ertesi haftanın Cumartesi iftarı benim evimde yapılacaktı. Ben evimi onlara bırakıp; “Maça gidiyorum!” diyerek ayrılmıştım evimden. Evim, tamamen onlarındı. Ben onlar için hediye almak düşüncesinde, ama ne alabileceğimin kararsızlığı içindeydim. Ayşe Ablaya bir cep telefonu, ikizlere ise birer kol saati düşündüm.
Peki, Ayça’ya?
Fikrimi ve zikrimi anlasın diye bir yüzük alsam, iyi mi olurdu acaba? Yok, bunları bayrama ertelemeliydim! Peki, ne?
Öğrendiğim telefonunu açıp “Size ne hediye alayım?” diye sormak, herhalde dünyada düşünülecek garip ve en son vasıfsız, acayip, aptalca bir fikir olabilirdi, herhalde.
İnsanın bazen yalnızlığı, çevresinde el uzatan birinin olmaması zordu.
Başlangıcın en iyisi, hepsine ayrı ayrı çiçek almak olsa gerekti ve içlerine de “İyi ki varsınız!” diye bir not koymak.
Ayça’nın çiçeğinin içine; “Seni seviyorum!” diye yazmak da geçti içimden, ama vazgeçtim. İçimden, içimdeki farkı fark edeceğine inanarak, anne ve ikizlere “İyi ki varsınız!” diye yazdım.
Onunkine ise; “İyi ki varsın!” diye, biri diğerinden farklı olmayan. Buketlerden sadece Ayça’nın buketinin kurdelesi farklıydı. O da o kadar olsundu, değil mi?
Umut beklenince yeşerir, yeşerince güzelleşir, yeşerip güzelleşince de kendine gelir çiçek açar mıydı? Eğer iyi bakarsan, neden açmasındı ki?
Bayrama birkaç gün kalmıştı. Telefon ettim ona; “Alo!” der demez tanıdı sesimden.
“Unuttum zannetme! Geciktim, ama çiçeğin için teşekkür ederim!”
“Daha iyilerine, daha güzellerine lâyıksın, ama acele ile elimden gelen ancak bu oldu. Vaktin müsaitse bir sorum var!”
“Öğrenmek isterim.”
“Annene ve ikizlerine bayram hediyelerini düşündüm. Sana ne alabilirim, bilemiyorum, bir dileğin var mı Ayça?”
“İlk günden kitabımı verirken verdiğini ver, yeter!”
“Neyi?”
“Sevgiyi…”
“O günden beri ben seninim, yalnızca sana aitim zaten.”
“O halde fazlasına ne gerek var ki?”
“Bir sembol, istediğin gibi.”
“Neden olsun ki, niye gerekli ki?”
“Telefonda olması yerine yüzüne karşı söylesem!”
“Söyle hemen, gerçeğini de gerçekleştirdiğinde söylersin…”
“Seni seviyorum!”
“Ben de…”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Aytaç; Ay gibi parlak taç takmış olan. Bacağı eğri olan insan ya da hayvan. Bir topluluk karşısında güzel konuşarak bir düşünceyi anlatmada usta olan kimse.
Ayça; Yeni ay. Hilâl. Ayın ilk günlerindeki durumu. Yarım daireden daha küçük görüntüsü, ilk günlerinde aldığı yay biçimi.
(1) Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.
(2) Pir piri (Argoda); Hovarda, uçarı, çapkın anlamlarında kullanılan bir kelime. (Cüppe ya da bir nevi giyecek olan “pırpırı” ile karıştırılmamalıdır.)
(3) Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucunuzu geceye kadar sürdürün… Kur’an’da Bakara Suresi 187. Ayetinde oruç için geçmektedir:
(4) Bir teselli ver diye başlayan Yine aylardan Kasım diye nakaratı olan şarkı “Gökhan İMAMOĞLU” eseridir. Bu şarkı geçti aklımdan. “Kasım ayı; ‘Aşk Ayı’ derler ya hani, peki niye?” anlamam, ama öykünün bu aya rastlaması nedeniyle suçlanmam da gereksiz.
(5) Sanki billur bir pınar… diye başlayan Adana yöresine ait türkünün en güzel bölümü; “Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin olsa…” gerek. Ağaç kabuğu gibi demek de benim yakıştırmam tabii.
(6) Yâd Etmek; Anmak, anımsamak. Hatırlamak.
(7) Maada; -den başka, gayrı.
(8) İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
(9) Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bildiğim bilmediğimin içinde. Ve “Ben bilmediğimi bildiğim için diğer insanlardan akıllıyım. SOCRATES (Sokrat; Milâttan Önce 469-399 yılları arasında yaşamıştır.)
(10) İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar; Yahya Kemal BEYATLI’nın “DENİZİN TÜRKÜSÜ” adlı şiirinin son dizesi olup aslı; “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” şeklindedir.
(11) Bu sözlerle Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar… diye başlayan HATIRA isimli Türk Sanat Müziği eserini hatırladım. Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser; Rast Makamındadır.
(12) Talan; Çapul, yağma, yağmalama.
(13) Sebebi Hikmet; Faydalı neden, gerekçe.
(14) İnzivaya Çekilmek; Toplumdan (insanlardan) kaçıp, dünyayla ilgisini keserek, hiçbir şeyle ilgilenmeyerek tek başına bir köşeye çekilip yaşamak, kendi köşesine çekilmek.
(15) Melânkoli; Karasevda, kara duygu. Ruhsal ve bedensel kimi duygularda yavaşlama, işinde başarısızlık. Psikolojik depresyon denilen akıl hastalığı yanında bir kısım fizyolojik hata ve rahatsızlıklar. İrsiyet önemlidir. Belirtileri; hassaslaşma, çabuk duygulanma, durup dururken ağlama, heyecanlanma, sinirlenme, endişelenme, güvensizlik.
(16) Çetrefil; Karışıklığı dolaysıyla, anlaşılması, içinden çıkılması veya sonuca bağlanması, anlaşılması güç. Yapı ve ses kurallarına aykırı kullanılan dil. Sarp, engelli, engebeli.
(17) Abdala Malûm Olmak; Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için şaka yollu söylenen bir söz. Genelde saf insanların olaylar hakkındaki görüşleri ile alay etmek anlamında kullanılan söz. Türkçemizde bu söz “Aptal” şeklinde söylenmektedir.
(18) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI
(19) Zaruri; Zorunlu, gerekli.
(20) Zonklamak; Vücudun bir yerinin, ya da yaranın nabız atışı gibi kesik kesik ağrıması yahut sancıması.
(21) Efkârlı günlerimde geldi, çattı Ramazan… “Oy Trabzon, Trabzon” diye başlayan bir Karadeniz ezgisinin devamı…
(22) Islahat; Düzeltme. Düzenleme. Reform. Genel olarak herhangi bir kuruluşta, devlet düzeninde eskimiş ya da bozulmuş yanları düzeltmek.
(23) Vesile; Sebep, bahane, elverişli durum, fırsat.
(24) Derviş; Bir tarikata girmiş, o tarikatın töre ve yasalarına bağlı kimse. Yoksulluğu, çile çekmeyi benimsemiş kimse.
(25) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, “Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir.