Acı dolu bir gülümsemeydi galiba gözlerinde hissettiğim…
Hayatın normal akışında devam ettiği günlerden bir gündü yaşadığım. Henüz bir arabam olmadığından Belediye Otobüsüne mahkûm binlercesinden biri idim. Şansım; diğer memurların mesailerine yetişmek için koşuşturmalarına başlamadan çok evvel, çok erken vakitlerde Belediye Otobüslerine rahatça binmem ve çok zaman, belki de her zaman otobüste oturacak boş yer bulmamdandı.
İşte böyle bir sabahtı yaşadığım. Belediye Otobüsü geldi, içinde her zaman rastladığım tanıdık simalar, doğal olarak daha önce görmediğim, yeni, tanımadığım simalar da vardı hepsine birden selâm verdiğim.
Herhangi bir ulaşım aracında geri-geri gitmeyi sevmememe rağmen karşımda analı-kızlı oturduklarını düşündüğüm bir ailenin karşısındaki koltuğa iliştirdim vücudumu. “İliştirdim!” diyorum, çünkü teyzenin muhafaza etme ya da saklama gayretini gösterdiği koltuk değnekleri, akrobatik(1) hareketler yapmamı gerektirmiş, kanepeye önce popomu yerleştirmiş, sonra rekor kırmak ister gibi ayaklarımı yüksek atlama modunda geçirerek genç kızın karşısına ancak yerleştirebilmiştim bedenimi.
Otobüsün hemen önlerindeki o kanepenin boş kalmış olmasına akıl erdirebilmiştim, oturduğumda. Sanırım teyze özürlüydü, kızı olduğunu sandığım kişi de onu yönetiyordu.
Tersi de olabilir miydi? Hadi canım sen de, bu genç kız ve… Haydi, hiç de güleceğim yoktu düşüncelerime, gerçekten.
Yerime tam anlamıyla yerleştiğimde(!) otobüste arka tarafa doğru o kadar boş yer olmasına rağmen sahanlıkta ayakta duran bir amca çekti dikkatimi. Karşımda oturan teyzeyle aynı yaşlarda olduğunu düşündüğüm, bana dikkatli ve dik-dik baktığını hissedebildiğim amca bir şeye dayanıyor, ya da bavul gibi bir şeyi düşmesin diye tutar gibiydi.
Kim kime, dumduma(2) olan bu dünyada ne sakat olduğunu sandığım teyze, ne de boş otobüste ayakta gitmekte direnen amca ilgilendiriyordu beni. Karşımdaki güzellikten ayıramaz olmuştum gözlerimi.
Hilâl gibi kaşları, çakırın en âlâsı yeşil, yoksa mavi mi desem idi gözleri, ateş gibiydi. Hokka gibi bir burun, “Gel beni öp!” dercesine dudaklar, lepiska(3) denen ne anlama geldiğini bilemediğim, ama duyduğum, başka türlü her tarifte zorlanacağım omzuna düşen kumral ötesinde sarı uzun saçlar…
Gençtim, aklımdan güzelliğini kendime tarif etmek dışında başka hiçbir şey geçmiyordu, ya da aklım güzelliğiyle zonkluyordu(4) her neyse. Sanırım ki; dikkatini çekmişti ısrar dolu bakışlarım genç kızın;
“Neden öyle dik-dik, hatta inceler gibi bakıyorsunuz ki bana?”
“Affedersiniz, dalmışım!”
“Yok, daha neler? Meselâ şöyle deseydiniz; ‘Bir arkadaşıma benzettim de!’ Daha kolay olmaz mıydı, tanışmayı ister gibi adım atmanız?”
“Yalan olmaz mıydı?”
“Bazen yalan söylemek, hayal kurar gibi insanları incelemekten daha doğru olsa gerek. Ama önemli değil, tipim değilsiniz zaten.”
Türkçesi o kadar güzeldi ki, hayran olmamam elimde değildi. Atağa geçtim;
“Söylemenizde mahzur yoksa tipiniz nasıl bir şey?”
“Kumral, yeşil gözlü, gözlüksüz, uzun boylu, bıyıksız biri meselâ…”
Tarifi tam benim zıttım idi. Yılmadım, cevap vermeği denedim;
“Boyumu uzatamam ama bıyığımı keserim, gözlüklerimi atarım, lens takar, saçlarımı istediğiniz renge boyatırım sizin için, o zaman tipiniz olur muyum?”
Gülümsedi, acı, hüzün dolu bir gülümsemeydi bu galiba gözlerinde hissettiğim ve de anlayamadığım… İnci gibi düzgün muntazam dişleri göründü, dudaklarının hapsedemediği, ya da hapsetmekte zorlanıp da azat ettiği(5).
İneceğim durağa gelmiştim. Hem yaşlı bayana, hem genç kıza dönüp; “İyi günler” dedim, bu kere de cambazlık yaparak kanepeden kalkıp kapıya yönelirken. İkisi de içtenlik oluşmasın istercesine ses etmeden başlarını eğdiler sadece.
Ve otobüsten inerken yaşlı amcanın tekerlekli bir sandalyeyi zapt etme, ya da tutma gayretinde olduğunu gözlemledim.
Gün geçti. Boyumu uzatamadığım gibi, ne bir miktarının özürlü olduğunu saklayamayacağım saçlarımı boyatmam, ne de gözlerime lens takmam mümkün olmamıştı, olamazdı da dahi, felsefem değildi çünkü. O halde o genç kız tarafından beğenilmek adaylığımdan(!) dahi söz edilemezdi.
Bıyıklarımı kestim, ta dibinden, hem de temelli. Ablamın çocukları, yeğenlerim;
“Şakalın batiği Dayday! (6)” diyorlardı, doğma-büyüme. Bıyığımı kesince garanti onlara şık görünecektim. Sevecen yanaşacaklar, kucaklayıp öpmeme itiraz etmeyeceklerdi, sanırım. Zan değil kesindi bu ve mutlaka, yeğenlerim için…
Beğenilmek olasılığına karşın gözlüğümü de çıkarmam uygun olacaktı. Zaten 0,75 miyoptum, koydum onu da kabına. Artık eksiklerime rağmen beğenilmek şansımı zorlayacak, deneyecektim.
Gerçekten genç kızdan etkilendiğimi kendim kendime değil itiraf, saklamadan açık açık söylüyordum.
Kimdi, neydi, nereden geliyordu, yanındaki bayan kimdi, ne yapıyordu, genç olduğuna göre, okuyor muydu, yoksa çalışıyor muydu? Ve de en önemlisi içime, tüm varlığıma bu ateşi düşürenin adı neydi? Aklıma takılan bir sürü diğer sorulara cevap aramaktan yorulur gibiydim. Yorulur gibi olmak değil, gerçekten merakım dolaysıyla yorulmuş gibiydim, bitkindim hem de.
Kadı kızında, bana göre kadı oğlunda bile kusur sayılmaması gereken saçlarımın özrünü kapatarak taradım saçlarımı ertesi günü ve daha önceden olduğu gibi aynı zamanda geldim Otobüs Durağına.
O yoktu. Ertesi gün? Daha ertesi gün? Üçüncü-beşinci-onuncu gün? Yoktu, ne o ne onunla beraber olanlar gözükmemişlerdi hiç.
İddiamı kaybetmek üzereyken bir gün Otobüs Durağında, bir araba içinde onun geçişini gördüm gibime geldi bir ara. Önde, o gün otobüste gördüğüm yaşlı adam arabayı kullanıyor, yanında o yaşlı kadın ve arka koltukta o.
Telâşlandım, heyecanlandım, o coşkuyla caddeye inmişim. Bir arabanın fren sesi getirdi beni kendime. Neredeyse bana vurmak üzereyken durmuştu. Hemen kapısını açtım ve;
“Hayat-memat meselesi(7) efendim, öndeki arabaya yetiştirin beni lütfen!” dedim. Hareket etmeden önce bir sessizlik ve sonra;
“Emirhan, sevgilim?” şeklinde sorarcasına bir tepkiyle karşılaştım. Döndüm. Türk filmlerine konu olabilecek bir karşılaşmayı yaşıyordum. Aynı telâş ve heyecanla;
“Ayla?” dedim ben de sorarcasına.
Yıllarca beraber okuduğum, ahenkli ve mantıksal yönü ağır bir arkadaşlık yaşadığım sınıf arkadaşımdı Ayla. Sevgi, mantığa galip gelmiş ve o “Sevgilim” demeyi terk etmemesine rağmen henüz okulu bitirmeden, bitirmek bile istemeden öğretmen asistanlarımızdan birinin karısı, hanımı olmuştu.
Dileğimi unutmamıştı, takip etmeğe başlamıştı önümüzden giden aracı.
“Acele etme, plâkasını yazdım beynime, kim olduklarını emniyetteki arkadaşlardan, dostlarımdan öğrenirim, gerekirse. Sen bana seni, yaşamını, hocamı anlat. Bebeğiniz oldu mu? Kız mı oğlan mı? İsmi ne?”
“O kadar çok merak ediyordun da, neden aramadın hiç bu kardeşini, günlerce demek zor, yıllarca? Mutlu muyum, mutsuz muyum? Hatıralarımızdan neler kalmış belleğimizde? Onları merak etme, gel bana kocamı, çocuğumu sor! Olacak iş mi yani Emirhan?”
“Bağışla, mantığımızı sonladıktan sonra aklımda bir şey kalmadı ki, sen yoluna devam ettin, ben kendimi boşlukta buldum. Ayrılmasak beraber olsaydık, daha mı iyi olurdu? Yahut da sen hocamıza âşık olduğunu bilmeseydin. Benim bilmem o kadar zor ki çok şeyi!”
“Ben hocama yani, kocama âşık olduğumu bilmiyor, sanıyordum sadece. Hevesmiş, bitti, hem bir çırpıda. Üstelik bazıları gibi dost olarak bir ayrılış da olmadı bizimkisi. Neyse! Hayırdır, nedir bu ZEYN 011(8) plakalı aracı takip etme merakın? Yoksa aklımdan geçen mi? Âşık mı oldun ilk defa?”
“Neden olmasın? Bir ara küsmüştüm yaşama, ama sanırım barışmak üzereyim, kendimle, kendimce. Ama tek taraflı bir barış bu. Ne ben biliyorum bilmek istediğimi, ne de o biliyor bilinmesi gerekeni.”
“Gerçekten tanımıyor musun Zeyno’yu?”
“Adı Zeyno mu? Peki, sen nerden biliyorsun onu?”
“İnsan öğrencisini tanımaz mı?”
“Sen Üniversitede mi kaldın?”
“Eski kocam; ‘Git mesleğini yap!’ diye ısrar etse de, fakültede kaldım işte öğretim görevlisi olarak ve hâlâ da bir halt edemedim, ilerleyemedim doktor asistanlığın ötesinde.”
“Eee! Gene de bana göre ileridesin. Ben sadece bir diş tabibiyim. Peki, bana anlatacak mısın Zeyno’yu?”
“Hemen burada, ayaküstü, arabada, bir kerede. Bir yemek ısmarlarsan bana anlatırım onu. Ama bilesin ki ulaşmakta zorlanacağın, çok gururlu, zeki ve meslektaşın olacak değerli bir öğrenci o… Şimdilik bu kadar.”
Arabasını özel giriş kartı ile park ederken, hemen sol üst parkta park etmeğe çalışan Ürgüp Beyazı renkli Anadol marka araba dikkatimi çekmişti. Bu, Belediye Otobüsünü beklerken önümden geçen araba idi ve plâkası Ayla’nın söylediği gibi idi. Sanırım özel bir plâka olmalıydı.
Harflerle rakamın ilki Zeyno ismini oluşturuyordu, hemen fark etmiştim. Öteki harf kümesini de öğreneceğimi düşünüyordum bir münasip zamanda.
Ayla, yetişecek dersi varmışçasına arabasını kilitledi. Ne “Tekrar görüşelim!” dedi, ne de başka herhangi bir şey. Kucaklayıp, öptü yanağımdan “Yemek vaadini unutma, telefonumu bilirsin, ya da bulursun zaten!” dedi ve koşarak uzaklaştı.
Deli kız… Aynı üniversite yıllarındaki gibi bağımsız-uçarı-kendine bildik, sorgusuz-sualsiz idi.
Ağır ağır kaldırdım başımı, Zeyno arabadan inmeğe çalışıyordu. Babası tekerlekli sandalyeyi getirmiş, annesi kollarından tutarak indirmeğe ve sandalyeye bindirmeğe çalışıyordu. Özürlü olan, ayaklarını kullanamayan Zeyno idi, benim sandığım gibi annesi değil.
Şimdi daha iyi anlıyordum, büzülerek oturuşunun ve acı dolu gülümsemesinin ve sitemli sözlerinin sebebini.
Neden annesi-babası diyordum biliyor musunuz? Çünkü bu fedakârlığı ancak bir anne-baba ve bir de onu canından çok sevecek biri yapabilirdi de ondan. Canından çok sevecek biri olmaya en yakın ve gerçekçi aday ben olmalıydım. Ama nasıl? Hemen gözükerek, görünerek, acıdığımı belli ederek mi? Hayır! Asla! Göstermemeliydim, belirtmemeliydim kendimi ona. Hem de böylesine yorularak derse yetişme zahmetlerini yaşarken! Ne yapmalıydım peki?
Dünyada duran bir beyni çalıştıracak mekanizma icat edilmiş miydi ki? Edilmişse mutlaka bir tane edinmem gerekti, çünkü şu anda böyle bir mekanizmaya sonsuz ihtiyacım vardı!
Onlar, yavaş yavaş okula doğru yürümeğe başlamışlardı ailece. Zeyno düşünmekten ziyade elindeki kitaptan bir şeyleri beynine aktarma gayretindeydi. Usulca takip ettim, beni fark etmelerine imkân bırakmadan, okulun kapısına kadar.
Kimse karşılamadı onları. Herkes neyin, nasıl, ne zaman yapılacağını biliyor gibiydi. Babası sandalyeyi itekliyor, annesi muhtemelen dua ederek yanında yürüyordu kızının.
Geri döndüm. Ayla’nın arabasının yanına gelip bloknotumdan yırttığım bir sayfaya;
“İster sabah kahvaltısı, ister öğle yemeği, istersen beğendiğin yerde akşam yemeğe davet ediyorum seni. Ama hemen, bugün, zaman geçirmeden, hem hiç ve asla gecikmeden. Cep telefonumu biliyorsun, ara beni!” diye yazıp dışarıdan okunmayacak şekilde cam sileceğine iliştirdim notu. Her ihtimale karşı cep telefonumun numarasını tekrar yazmayı da ihmal etmedim.
Beklemekten başka çarem yoktu. İşbaşı yaptım, dalgın. Başlangıçta morfin vurmadan(9) çekmeğe çalıştığım, oldukça yaşlı, çaçaron(10) bir teyzeyi tasnif dışı bırakırsam günümde değişiklik diyebileceğim bir olay yaşamadım. Akşamüzerine doğru telefonum çaldı.
“Beni, şöyle baş başa olacağımız bir yere götürmeyi vaat edebilecek misin?”
“Tabii, neden olmasın, eski defterleri açmayacaksan ama?”
“Neden o kadar mı çekiniyorsun benden? Korkma yemem ben seni!”
“Bilmiyor, tanımıyor muyum seni?”
“Tamam, anladım, iki-üç kereden fazla öpmeyeceğim seni, kafam iyi olduktan sonra!”
“İki-üç kere?”
“Tamam, gönlünde biri yer etmek üzere, eski günlerimizin hatırına bir kere bile öpemem mi seni?”
“Anlaştık yarım kere, o da sağ yanağımdan sadece.”
“Zalim!”
“O sensin, sevgili Ayla!”
Görüşeceğimiz yeri söyledi, ama sonra;
“Ben seni alayım! Beraber gideriz. Efkâr basarsa(11) sen her zamanki gibi dikkatli içersin, dikkatli kullanırsın, beni eve bırakır, sonra da benim arabamla evine devam edersin. Ha! Dersen ki; ‘Sende kalırım!’, ‘Emrin olur!’, derim. İkimiz de kafalarımıza egemen olamazsak bir taksi tutarız, sen yoluna, ben yoluma. Olmaz mı?”
“Bunları yemek sırasındaki molalarda konuşsak, ne dersin? Bak kontörlerin tükenecek yoksa!”
“Sana tüm kontörler feda olsun, yıllar sonra bir kalp sorunu için yardımımı istiyor olsan da. Neyse. Görüşmek üzere. Yarım saat içinde hastane üst geçidinin oradaki trafik işaretlerinde olsam, senin için uygun mu?”
“Uygun tabii. Hemen çıkıyorum!”
“Görüşmek dileğiyle”
“Oldu!”
Yarım saat geçmeden buluştuk. Ben acul, yani aceleci idim, onun da benden aşağı kalır yanının olmadığını biliyordum zaten, ta eskilerden.
Ön koltuğa oturur oturmaz sol yanağımdan öptü:
“Ne olur, ne olmaz, harp olur, darp olur, sen sağ dedin ama ben öpücük hakkımı hemen kullanayım istedim!”
Fakülte yıllarından “Âlem(12)” bir insandı Ayla. Yılsonu için hazırlanan yıllıkta herkes bizi birbirimize yakıştırmıştı. Dedim ya, o yakışmayanı daha uygun görmüş, ben de kalbimi mühürlemiştim, ta ki Zeyno’yu görünceye kadar.
Oturduk.
“Ondan, yani eşimden ayrıldığımdan beri ağız tadıyla, bir sevdiğimle içmemiştim. Kendimden kaçamak, lıkır-lıkır efkâr bastırma düşüncesinde, sarhoş olmak için içtiklerimi saymıyorum yalnızlığımda. Düşünebiliyor musun, bir ömrü paylaşmayı düşlüyorsun, bebeklerin olsun diye düşünüyorsun ve bir de bakıyorsun eloğlu seni yüzüstü bırakıp gitmiş? Neymiş, kariyermiş. Neymiş, doğamız, frekanslarımız uyuşmamışmış? Allah belasını versin, uyuşmayan doğamızın da, frekanslarımızın da.”
Daha ilk kadehte, henüz midelerimize bir şey girmeden efkârının akordunu(13) yapmadan, kaba anlamda kin, ya da kinaye(14) dolu sözler kusmağa başlamıştı. Gece uzun süreceğe ve bilgi olarak alacaklarımı almakta bir hayli zorlanacağıma benzerdi. Ama duruldu. İkinci kadehini doldurmamıştım çünkü.
“Sen doldur, bu kadeh yemeğin sonuna kadar bitmeyecek desem, inanmaya çalış, güvenmesen de! Ve sor bana, ne öğrenmek istiyorsun sevgilim!”
“Ben senin sevginden emekli olmadım mı?”
“Ne zaman?”
“Bana ‘Allahaısmarladık!’ dediğinde.”
“O veda değildi ki sevgilim. Sen benim gönlümde hep ilk olarak kaldın. Şimdi inanıyorum ki senin bende gönlün olmasa da ben…”
Durakladı, söylemekten vazgeçti ve devamını benim istediğim gibi tamamlamak gayretini yaşadı;
“Zeyno, bir evin tek kızı. Yirmi üç yaşında ve şu anda fakültenin üçüncü sınıfında bir öğrenci. Üniversiteyi, eğer aklımda yanlış kalmadıysa beşinci, ya da altıncı olarak kazanmış. Babasının hep diş sıkıntısı çekmesi ona rehberlik etmiş ve ilk tercihini Dişçilik olarak yazmış ve kazanmış. Ve geliyorum en kötü olaya. Evvelki sene yani birinci sınıftayken, babasının kullandığı arabanın ön lâstiğinin patlaması nedeniyle araba takla atmış, belini incittiği için kötürüm olmuş. Tıbbın yapacağı bir şeylerin kalmadığını söylemiş doktorlar. Ben dışarıdan gördüğüm kadarıyla, belki onu çok sevdiğim için, çok başarılı bir öğrenci olduğu için duygusal düşünüyor olabilirim ama tıp bir şey yapamıyor olsa da, kendisinin yapacağı bir şeylerin olduğu düşüncesindeyim.”
Durdu, bir yudum aldı içkisinden, çatalıyla mezelerinden biriyle oynadı, ama ağzına götürmedi, yüzünü buruşturdu sanki ve devam etti;
“Ben ona bu konuda çok destek olmaya çalıştım. ‘Gel çalışalım, gayret et!’, dedim. Ama kaderine rıza göstermeyi tercih etti o. Hani o bir film vardı, şöyle casuslu-masuslu. Orada denildiği gibi ‘Senin birinci görevin’ onu çok sevmekten ziyade iyi olmaya ikna etmek(15) olmalı. Onu ayağa kaldıracak tek şey doyumsuz bir sevgi, karşılık beklemeden, inanacağı, inandığı bir sevgi. Sanırım başlangıcı halletmiş gibisin, o zaman devamını da getirmek senin elinde. Ve benden ne istersen sana-size yardım etmek konusunda her şeye, her yerde, her ne şekilde olursa olsun ve her zaman hazırım.”
“Sağ ol!” dedim bir lokma bile atıştırmadan ben de kadehimi kaldırdım.
“Şerefe!”
“Şerefe!”
“Ne yapmalıyım? Söyle, destek ol, yardımcı ol bana!”
“Kendimden biliyorum kadın ruhundan da, insan ilişkilerinden de yoksun değilsin!”
“Eee!”
“Bundan sonrası sana kalmış, kazan Zeyno’yu, eğer gerçekten seviyor ve istiyorsan!”
“İstemesem, sana yalvarır mıyım, yıllar sonra?”
“O zaman bilmen gerekenleri de bil!”
“Bilmece gibi konuşmasan!”
“Değil! Hadi evime bırak beni. Ve düşün, doluya koy, almasın, boşa koy, dolmasın ve onu nasıl kazanacağının hesaplarını kendin, kendinle yap. Ben yardım etmeyeyim. Çünkü benimle kazanırsan, kazanmanın değeri olmaz. Kahraman olamazsın sevginde. Kendin çaba göstermeli, kendin kazanmalısın sevdiğini.”
Evine bıraktım Ayla’yı kendi arabasıyla ve sonra onun arabasıyla geldim evime. Ertesi sabah evinin önüne geldim, aldığım izinle ve adresle Zeyno’nun.
“Ben Emirhan. İznin olursa ben götürebilir miyim seni okuluna, annenin babanın yardımı olmadan, sadece benim katkımla?”
Şöyle bir düşünür gibi baktı bana. Annesine-babasına göz süzdü. İhtiyacı olduğunu hissettim, hem gerçekten, beni o da istemişti, benim onu istediğim gibi hem.
Yol boyu suskun ilerledik. Ne o bana bakmayı düşünüyor, ne ben ona bakmaya cesaret ediyordum. Oysa anne ve babası bir çırpıda “He!” demişlerdi onu okuluna yalnız başına götürmem teklifime. Üstelik babası yürüyen sandalyesini kendi elleriyle yerleştirmişti Ayla’nın arabasına.
Ayla’ya telefon etmiştim; “Sen başının çaresine bak, ben başımın çaresine bakmak zorundayım!” diye.
Beraber gittik okuluna. Sandalyesine bindirdim ve okuluna teslim ettim, tek kelime bile konuşmadan.
“Saat kaçta karşılayayım seni?” dedim.
“Ben beklerim seni, kaçta gelirsen gel!” dedi.
Bekletemezdim onu. Son dersin son zilini öğrendim ve karşıladım onu.
Mutluydu, belki de sadece memnundu diyebilirdim. Ayla’nın arabasını devamlı sahiplenmem ona karşı haksızlıktı. Bu nedenle akşam onu evine teslim ederken babasına onun arabasını kullanıp kullanamayacağımı sordum.
Yorgundular herhalde, son iki yıldır. Olumlu baktılar düşünceme.
Ve belki inanılmayacak bir konu, üst kattaki kiracı evini boşaltmak üzereydi.
“Beni bulunduğum yere bağlayan hiçbir şey yok! İzniniz olursa taşınayım!” dedim.
Ve ev sahibi ile onlar anlaştılar. Ben üst kata taşındım. Gün ve gece hep beraberdim Zeyno’yla.
Evine de getirdiği yürüyen sandalyesinden ayrılmamak, kaderine rıza göstermek gibi bir düşünceyi devamlı yaşıyor gibiydi sanki. Benim ilk gayretim onu bu düşüncesinden uzaklaştırmak olmalıydı.
Ona çok eski bir filmden aklımdan kaldığı kadarıyla, şarkıyla arkadaşlık etmeye çalıştım. Tıngır-mıngır da olsa mandolin çalabiliyordum;
“Bak!” dedim. “Senin için bir şarkı besteledim! Hadi gel, beraber söyleyelim!”
“Ayak parmaklarımı oynatacağım, ayak parmaklarımı oynatacağım!”
Tekrar devam etmek çabasını yaşadım.
“Ayak parmaklarımı oynatacağım! Haydi, gayret et! Çabala, mutlaka başaracaksın!”
Annesi-babası da katılıyorlardı şarkı dediğim arabeske(16). Ama o, oralı olmak istemiyordu. Ya da oralı olmamak için direniyordu sanki ve yahut da kaderine rıza göstermenin yararlı olacağını düşünüyordu kim bilir?
“Beni burada bırakın, bu gece odasında yerde yatayım, ona destek olacağım ve mutlaka başarılı olacağım, göreceksiniz!” dedim.
Geceleyin bir ses böldü uykumu, “Ayak parmaklarımı oynatacağım” diyordu Zeyno. Kalktım, yerimden, ayak parmaklarını ovuşturdum Zeyno’nun, “Hadi gayret Zeyno, haydi gayret, başaracaksın, vallahi-billahi başaracaksın!” dedim. İlk defa başparmağını, sonra diğer parmaklarını oynatmağa başladı.
“Hocam, hocam!” diye ağlayarak sarıldı ve kucakladı beni, öptü hem yanaklarımdan, gözlerimden, saçlarımdan, gıdığımdan. “Senin eserinim” dedi ve bağırdı;
“Anne-baba, kalkın gelin, ben kötürüm değilim artık!”
Anne ve babası onun çığlığına yetişmişler ve oynayan ayak parmaklarını görünce mutlu olup sarılmışlardı hem kızlarına, hem bana…
Günlerce, haftalarca ve birkaç ay daha çalıştık Zeyno’yla okula gidip gelirken, evde beraber olduğumuzda. Ayak parmaklarını, önce dizine kadar olan bacağını, sonra baldırlarını masajla yumuşatmaya başladım eteğinin, pantolonunun üstünden. Gün geldi, o sandalyesinde, ben dizlerinin kenarında beraber uyuduk, gün geldi hiç uyumadık, çalıştıkça konuştuk, konuştukça çalıştık.
“Haydi Zeyno! Hatırım için oynat dizlerini, oynatırsın, inanıyorum!”
Oynattı dizlerinden önce birini, sonra ötekini ve sonra bir ayağını, daha sonra diğer ayağını da Zeyno. Mutluydum, ovuşturmaya devam ediyordum, çekinerek de olsa yanağını uzatınca, ödüllendirmek istiyormuşçasına, kucaklıyor, yanaklarından öpüyordum onu…
“Haydi Zeyno! Bir adım, hatırım için ne olur?”
İlk adımını attı Zeyno…
“Haydi Zeyno! Bir de ikinci adımı atmayı dene, beni seviyorsan.”
İki adım attı üst üste Zeyno…
“Haydi Zeyno! Bir adım daha ekle kendine.”
Ekledi o adımı da Zeyno. Gün geçtikçe kendine geliyor, desteğimle yürümeğe çalışıyordu, önceleri bebek gibi olsa da, sonraları inanarak. Tekerlekli sandalye artık bir kâbustu(17) onun için, anmak, hatırlamak istemeyeceği.
Desteğim hep böyleydi, kolumdan tutarak da olsa. Ve sonunda olan olmuş, ağzımdan kaçırmıştım, yaklaşık iki yılı taşan süre beraberliğimizde;
“Haydi, artık yürü Zeyno! Seni seviyorum.”
İlk karşılaşmamızdaki gibi baktı yüzüme derin, derin.
Acı dolu bir gülümsemeydi galiba gözlerinde hissettiğim, anlayamadığım, ya da anlamakta zorlandığım. Çünkü o artık kendine gelmişti, desteğe, yani bana ihtiyacı yoktu ki…
Gelişmelerin devamlılığında okuluna önceleri koltuk değnekleriyle, sonra destek bastonlarıyla, daha sonra da kolumdan aldığı destekle yürüyerek gitmeğe başlamıştı o. İnanıyordum ki; mezun olurken diplomasını almaya kendisi yürüyerek gidecekti ve benim de görevim, onu çok istememe, arzulamama, âşık olmama rağmen…
Bitecekti.
Biliyordum ki o, benim katkımla yürüdüğü için istemese de benim karım olmayı kabul edecekti, buna benim hakkım yoktu, o beni sevmeli ve istemeliydi, minnet(18) duymamalıydı. Oysa bu nasıl gerçekleşebilirdi ki? Benim Ayla’m vardı ve hem beni unutmayan ve hâlâ “Sevgilim” diyen, sevdiğini inkâr etmeyen.
Gerçekten güzel, ya da güzel olması beklenen günler özlendiği gibi bitmiyordu. Ben sevmiştim, ama sevildiğime dair en ufak bir belirti bile yoktu onda, beklediğim. Oysa annesi-babası bile “Evlâdımızı bize şimdiki halinde kazandıran sensin” gibi bir düşünce yaşıyor gibiydiler.
O, sadece mezun olmayı düşünüyordu, babasının arabası ile kendini her gün okula götürüp-geri getirme mecburiyetindeymişim gibi.
Hemen sırası gelmişken ekleyeyim; ilk karşılaştığımız gün, babasının arabası bozulmuş, taksi tutmak yerine kızları özendiği için otobüsle gelmek zorunda kalmışlardı. Hayatımın bu ünlü tesadüfü için bozulan arabaya teşekkür ediyor, Tanrıma şükrediyordum. Çünkü tekrarlayayım ki bu tesadüfle kaderim şekillenmişti.
Tabiidir ki görevimi aksatmıyordum. Düşünceler içinde bunalıp da hatalar yaptığım zamanlar hariç. Yok, öyle branşım(19) olmamasına rağmen apandisit ameliyatında, böbrek almıyordum, ya da bir kısım şeyleri hasta karnında unutmuyordum ama diş dolgusuna gelenin, dişini çektiğimi de özür dileyerek söylememde yarar var sanki.
Bütün benliğime, bütün kimliğime egemendi Zeyno. Artık desteğim olmadan da yürümeğe başlamıştı.
Bu arada babası benim de kullandığım eski arabasını satmış, otomatik vitesli bir araba almış ve Zeyno da Sürücü Belgesini almıştı bir-iki kullanmayla, her ne kadar plâkasında özürlü yazsa da. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamazdı. (20)”
Artık benim için Belediye Otobüslerini kullanma vaktim yeniden başlamıştı, sanırım.
Bir sabah, “Artık vedalaşma anımız geldi, sen yoluna, ben yoluma!” dedim. “Rahatsın, iyisin, bir diş tabibi olmak üzeresin ve tabii ki özgürsün!”
Son kelimeyi üstüne basa-basa söylemiştim, beklentimin olmadığı inancını yaşaması arzusuyla.
“Beni yaşama sen döndürdün, o halde ne zaman teklif edeceksin yaşama döndürdüğün bu hayatı beraber tüketmemizi?”
Nutkum tutulmuştu. Gözlerine baktım. Sadece minnet mi, yoksa minnet dışında başka bir şeyler de var mı duygularında diye?
“Neden anlamadın, niye anlamamakta direndin ki? Otobüste ilk karşılaştığımızda senin olmayı dilemiştim. Sen benimdin, benim olmalıydın, ben de senin ama bu o kadar imkânsız bir şeydi ki o zamanlar? Sonra kader, ya da yazılan çizgiler birleştirdi bizi birbirimize, anlamamakta direndiğin. Şimdi söyle bana; çocuklarımızı hemen mi doğurayım, yoksa bir süre geçsin mi dersin aradan?”
“Benimle evlenmeyi kabul ediyorsun yani?”
“Hayır dememi istiyorsan, düşüneyim istersen!”
“Sakın düşünme, evlen benimle!”
“Tabii ki evet, ömrümün tek aydınlığı, gönlümün tek ışığı!”
…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Akrobatik Hareket; Akrobasi. Birinin, genelde oyuncunun gövdesinin etkinliğiyle hiç düşünmeden güç bir davranışı başarabilme yeterliği. Akrobatlık, cambazlık da denebilir.
(2) Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.
(3) Lepiska Saçlı; Uzun, sarı ve yumuşak saçlı.
(4) Zonklamak; Vücudun bir yerinin, ya da yaranın nabız atışı gibi kesik kesik ağrıması yahut sancıması.
(5) Azat Etmek; Serbest bırakmak, salıvermek, özgürlüğünü geri vermek.
(6) Şakalın Batiği Dayday; “Sakalın Batıyor Dayıcıyım!” gibi bir söz.
(7) Hayat-Memat Meselesi; Ölüm-kalım konusu.
(8) ZEYN 011: Yaptığım araştırmaya göre böyle bir plâka alınması imkânsız. Ya da çok büyük bir bedel ödenmesi gerekiyormuş. 11 ise Zeyno Bilecikli bir genç kız olduğu için plâkaya eklenmiş. Kısaca; aracın plâkası benim uydurduğum bir şey.
(9) Morfin Vurmak; Dişçilerin yaptığı lokal anesteziye (sınırlı uyuşturma) halkın verdiği ad.
(10) Çaçaron; İtalyancadan dilimize yerleşmiş (ciacchierone) karşısındakini susturacak biçimde, çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze” anlamındadır.
(11) Efkâr Basmak; Tasalanmak, kaygılanmak.
(12) Âlem (Kadın); Kendine has, yadırganacak, şaşılacak hareketleri, davranışları, sözleri olan (kadın.
(13) Efkâr Akordu Yapmak; Düşüncelerine, fikirlerine, kaygı, tasa ve üzüntülerine egemen olmakta, konularla ilgili olarak hazırlık veya eylemlerinde sıkıntı çekmek
(14) Kinaye; Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde söz olarak söylenmesi.
(15) İkna Etmek; Bir kimseyi bir konuda inandırmak, bir şeyi yapmaya razı etmek. Kandırmak.
(16) Arabesk; Araplara özgü, Arap genellemesiyle ilgili her şey.
(17) Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.
(18) Minnet; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.
(19) Branş; Bilim ve sanat için dal, kol.
(20) Çeşmi insaf kadar kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Talib-i KADİM. “Olgun insana insaf gözü gibi ölçü bulunmaz, kişinin kendi eksiğini bilmesi gibi irfan olmaz” anlamını taşır.