Çok seviyordum bu Halk Otobüslerini. Şehrin tüm güzel kızları Halk Otobüsleriyle gidip-gelmeyi tercih ediyorlardı galiba, diğer ulaşım araçlarını dikkate almaksızın. Ben de diğer ulaşım araçlarını bilmiyordum gerçekten. Çünkü işyerime gidişim için en yararlı araç bu Halk Otobüsleriydi. İlk durakta biniyordum, son durakta iniyordum ve üstelik ayakta gitmek gibi bir sorunum da olmuyordu.
Üstüne üstelik her gün sevaba giriyordum, sabahları giderken, akşamları dönerken! Malûm ya, “Güzele, güzellere bakmak sevaptı(1)”, ben de bir değil çok kereler, üstelik dinlenip dinlenip sevaba giriyordum!
Böyle günlerden bir gün, belki de özel bir gündü, ya ben gecikmiştim, ya da kader denilen şey şekillenmek istediği için otobüste oturacak yer bulamamıştım. Arka sıraların olduğu yerdeki kapıya yakın bir yerlerdeydim.
Buradakiler genelde yaşlılara, özürlülere, gebelere yer vermemek için oralara yerleşen, çoğu uyuklayan, ya da harıl-harıl ders çalışan, kulaklarındaki kulaklıklarla dinledikleri dışarıya taşanların çokça olduğu bir yerdi.
Genelde o sıra koltuğu altı kişilik ise onlar öylesine yayılırlardı ki, beş kişi, dar-kıt(2) sığışırlardı, meselâ!
Otobüsün bu son bölümüne kadar gelmemin bir sebebi de, biletçi beyin ikide-bir, daha doğrusu her durakta; “Yürüyelim beyler, ilerleyelim lütfen, yüzlerimizi camlara dönüp çift sıra yapalım, mesaiye yetişmek zorunda olanlara yardımcı olalım, arka taraf boş!” ikazını duymaksızın arka taraftaki en “Boş” yerde dikilmekti.
Ve ben bu nadiren yaşadığım eylemi her zamanki gibi yüzümün aklığıyla gerçekleştirmiştim!
Oysa otobüste kocaman bir levha vardı; oturacak yer; 36, ayakta; 64, toplam 100 kişi anlamında, sanırım otobüste 200 değilse bile 199 kişi olduğunu düşünebilirdim, hilafsız(2)! Gel de şikâyetin varsa o üç numaralı telefona bildir, “İncelenecektir!” derler, Allah var, yalan değil, ancak aylar, hatta kısmen(!) yıllar geçer de; “İncelenmiştir!” sesi gelmez oralardan…
Bir dakika sonra desem de, inanılmaması gerek, muhtemelen 15-20 saniye sonra hemen yanı başıma, ben diyeyim; “İlâhe(4)” başkası desin; “Tanrının elçisi bir melek” sevap işlememe neden yaratan bir güzel gelip duruvermişti. “Allah!” dedim. Beynimi yokladım.
“Daha önce neden hiç görmemiş ve zihnime hapsetmemiştim ki bu huriyi(5)?”
Yaşamımın daha önceki bölümlerinde böyle bir güzellikle neden karşılaşmamıştım ki? Dünyaya yeniden gelmenin tarifi bu olsa gerekti, daha yirmi beşleri henüz geçip otuzlara varmamışken. Sabah güneşi ancak bu kadar güzel doğabilirdi.
Dünyaya mı? Ne münasebet? Gönlüme elbet! Üstelik dünya döndükçe güneşin bir defa daha, şu andaki gibi, aynı şekilde doğması mümkün değildi.
Oysa o benim farkımda değilmişçesine, nefesimi, hislerimi reddedercesine şöyle bir, hatta göz ucuyla bana bakıp, otobüsün tavanına, duvarlarına, pencerelerine bakmak istercesine dönmüştü hem sırtını, hem yüzünü.
İçimden gelmişti. Yüzünü çevirmesini dileyerek, gözlerinde ölmek yerine yaşamak için ve sadece onun duymasını istercesine, melodisi ile;
“Beni görüp yüzün, öte dönderme(6)!” diye mırıldandım.
İnsan taş kalpli olsa bile etkilenirdi (sanırım). Nitekim dönüp yüzünü gülümsedi, ister-istemez.
Bu; ölmek için Tanrının elçisine hazır olma vaktimin gelişi gibiydi, benim için, tam sekerât(7) hali yani…
Buna rağmen cesaretim dudaklarıma yönelmişti sessiz; bu kez sakince;
“Bir bakış baktın, kalbimi yaktın…(8)” diye mırıldandım, tekrar.
Dua gibi, yalvarış gibi sesimden dağlar-taşlar erirdi herhalde ama bu kere o, oralı bile olmadı. Sabit, dimdirek(9)(!) bakışları, aynı yerlerde belki de kaldırımlarda, hâlâ yanmakta olan sokak lâmbalarında, belki de değişik insan tiplerinde idi.
Kim bilir belki de gözleri kapalı idi, ben dâhil hiç bir insanın, daha doğrusu hiçbir canlı varlığın canını yakmamak için.
Oysa ben ondan, beni görmeyen gözlerini sakladığı bedeninden gözlerimi ayıramıyordum. Kaba kaçmaması gerek uzun-uzun cümlelerle incelemeğe çalışıyordum, bu güzel kızı.
Hafif bir parfüm kokusu hissediyordum omzundan, tesadüf saçları da aynı yerdeydi(!) gözlemlediğim kadarıyla. Boyu-boyuma denk gibiydi, hata yapmış olmayayım, olsun-olsun da 8-10 cm uzun olabilirdi benden, o kadar işte!
Ceket-pantolon giyimiyle 8-10 cm lik farkımız nedeniyle topuksuz ayakkabıları uyumlu idi.
Elinde bir çanta vardı, etiketinde ismi kargacık-burgacık yazılmış olsa da “Leylâ” olarak okunuyordu, soy isminin ise büyük harflerle el yazısı gibi yazılmış olması nedeniyle, çok dikkatli bir şekilde bakıp incelememe rağmen okumam mümkün olamamıştı.
Buraya bir parantez açıp söylemem gerekli ki, yüzünü; “Bir bakış baktın(8)!” dememden sonra gizlediği için tarif etmem mümkünsüz, desem? İnanılmamalı tabiidir ki! Tüm güzelliğini, onu kıskanacak kadar beynime ve gönlüme çizmiştim.
O Leylâ ise ben Tahir, Kerem, Romeo olamazdım. Ben düpedüz, ben şimdiden itibaren Mecnun idim.
Ve gerçekten; eğer o benim olmazsa; “Ben o zaman ölürdüm!(10)”
Bilemiyorum, insan yaşamayınca mı, yaşamak isteyip de yaşamak imkânı uzamayınca mı, dertsizken “Dertleri zevk edinmeye(11)” başlayınca mı zamanı çabuk tüketiyordu? Bir büyüğün dediği gibi; “Zaman bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için uzun, sevinenler için çok kısa, ama sevenler için sonsuzdur.”(12)
Biz ne zaman onun ineceği durağa gelmiştik ki? Kokusunu değilse bile, parfümünün kokusunu bile sindirememişken, tüm mevcudiyetimi yitirmiş gibiydim.
“İzninizle!” dediğinde o sesle Allah’ım, bir kere daha hissetmiştim dermansızlığımı, darmadağınıklığımı. Bedenimi taşıyamaz gibiydi bacaklarım ve inenlerin boşalttığı koltuklardan birini zapt etme imkânını ancak bulabildim.
Sonrası…
Sonrası; “Bir varmış, bir yokmuş” Ona bir kere daha rastlamak ve tüm cesaretimi toplamak mı? “İnsan hayal etse bile(13)” hayallere ulaşmanın zorluğunu bilmiyordu ki, beyin hücrelerinin yüklenme kapasitesini bilmediğinin farkında olmadığında…
Ama aklımdan düşmüyordu, yani aklımdan çıkmıyordu anlamında; o tebessüm, o sima, o gözler, bakış ve o ses…
Garabet(14) bir yüklem içindeydim. Ummak istediğim neydi? Bir garip serçenin, bir şahine tutkusu(8) olabilir miydi? Bir dağ yolundaki yonca ile, bir gül dalındaki gonca(15) birbiri ile aşık atabilir(16) miydi?
Hayatta her şey olacağına varırdı. O halde ulaşamadığım için avucumu yalamam mı gerekecekti? Bir bakış, bir gülümseme, bir koku, bir ses ile umutlanmak kimin haddineydi ki? Ha! İnsanın elinde bilebileceği, ulaşabileceği, görüp-duyabileceği, araştırabileceği imkânlar olsaydı Kaf Dağının arkasındaki Zümrüdü Anka Kuşu için bile umutlu olabilirdi.
Oysa şu anda elimde olan “Sıfıra sıfır, elde var sıfırdı!” O halde ne için ve ne kadar umutlu olabilirdim ki?
Unutmak zordu. Hem unutmak içimden gelmiyordu. Çay içsem bile, ne alâkası varsa, dumanında gözleri, tebessümü şekilleniyordu karşımda. Kısacası aklımdan çıkmıyordu, çıkmayacaktı.
Da...?
Sonrası? Evet, sonrası yoktu. O belleğimde kalacaktı, öylesine. Zaman; unutmanın en iyi ilâcı idi, kötümser, çare aramayan, bulma ümidini göz ardı eden, başka çaresi olmadığına inanan biri için. Hem unutamayacağımı bile-bile…
Yaşadığım şehrin, bu mahallesinin birer katlı, bahçeli evleri yanaşık düzende, yani sırt sırta olmasa bile el ele gibiydi. Sonrasında ilgili kurum bu yapılar için üç kat izni vermişti.
Açıkgöz, hırslı, hırsız ve tamahkâr(17) müteahhitler, alt yapı gerekliliğini göz önüne almadan yıktıkları evlerin arsasına üçkâğıtçılıkla zeminden bir kat daha aşağıya inerek ve çatı katına dubleks(18) diyerek yarım bir daire daha ekleyerek evleri beş katlı olarak inşa etmişlerdi.
Para kazanma hırsı ile yüklü müteahhitler ve az masrafla yeni bir eve sahip olma arzusundaki ev sahipleri yahut da kat malikleri nedeniyle özellikle su ve elektrik kesintilerinin oluşması sorun yaratıyordu. Elektrik ve su sorunu, kanalizasyon sorununa göre daha çözülebilir nitelikli idi.
Kanalizasyon sorunu konusunda ev sahipleri de olsa, kat malikleri de olsa, kiracılar da olsa insanlar o yapıları inşa eden müteahhitlere, ölmüş olsalar dahi dinlenip-dinlenip münasip bir şekilde(!) beddua ediyorlardı!
Tabii bu dileyişten o müteahhitlerin hayattaki çoluk-çocuk ve torunları da nasiplerini alıyorlardı, saklamamak gerek!
Bu şekilde yapılmış yapıların içinde bizim sekiz daireli apartmanımız olduğu gibi bir üst sokaktaki on daireli apartmanda oturanlar da şikâyetçi idiler. Bizim evimizin konumu üst sokaktaki komşulara göre daha iyi gibiydi. En basitinden bizim kanalizasyonumuz cazibe(19) ile dediğimiz bir şekilde iletişimiyle belediye kanalizasyonuna ulaşabiliyordu.
En alt kattaki kömürlük dairelerinin olduğu yere yağmur, feyezan ve taban sularının belirlenemez yükselişiyle dolan temiz suları ise gerektikçe otomatik olarak çalışan pompamız çalışarak dışarı boşaltıyordu.
Üst sokaktaki komşuların sorunu ise büyüktü. Bir kere müteahhitler ne yapıp ettilerse, nasıl başardılarsa, dediğim gibi apartman beş katlı, on daireli idi. Dairelerden ikisinin belediye çalışanlarına ait olduğu söylenmişti, ben yalancının yalancısıyım!
Ancak müteahhit akıllı değildi sanırım. Atalarımız; “Atın tepmezi, itin ısırmazı, müteahhidin çalmazı olmaz!” derlerken doğru söylemiş olmalıydılar.
Oysa bu deyişe sonuncusu için gerçekten akılsızlık da eklenmeliydi.
Nedenini şöyle özetlemeğe çalışayım;
O ev için belediye kanalizasyon şebekesi son iki katın üzerinde idi. Müteahhit ilk üç katı cazibe ile kanalizasyon rögarına(20) vermek yerine, hepsini tabanda toplayarak bir motopompla belediye kanalizasyonuna aktarmayı uygun görmüştü!
Dört dairenin yükü ile karşılanacak bir oluşum ilgili müteahhit, mimar veya mühendisin akılsızlığı ile diğer altı dairenin yükü için de yani toplam on dairenin yükü için uygulanır olmuştu.
Bu o apartmandakiler için maddi bir yük olmanın yanında sıkıntılara da neden oluyordu. Örneğin elektrikle çalışan motopomp, elektrikler kesik olunca çalışmıyordu. Atılan kâğıt, çay tortuları, bez ve benzeri maddelerle motopomp ikide-bir denilecek şekilde tıkanıyordu ve gelsin yönetici, temizlik işçisi, ödensin gider olarak sanki cezalar. O insanlar ayrıca kanalizasyonun yarattığı kokunun üzüntüsü yüzünden perişan oluyorlardı.
Üst üste gelen elektrik kesintileri ve tıkanmaları o evin tümünün sakinlerini canlarından bezdirmiş, bir belediye çalışanının yaptığı ölçümle kanalizasyonları eğer bahçemizden geçirilerek sokaktaki kanalizasyon rögarına bağlanırsa sorunlarının ömür boyu çözüleceğini öğrenmişlerdi.
Bir akşamüzerine doğru o apartmanın yöneticisi ve birkaç oturanı, bizim apartmanın yöneticisi olan babamla görüşmeye gelmişlerdi. Konu; izin vermemiz halinde tüm şahsi(!) ve inşaatla ilgili masrafları yüklenerek kanalizasyonlarını bahçemizden geçirerek belediyenin kanalizasyon sistemine ulaştırabileceklerdi!
Aynı düzlemde, aynı sokaktaki iki ev ötedeki komşularımız benzer sorunu yaşayan aynı konumdaki üst sokak komşularına her nasılsa, belki de akrabalık, ya da dostluk ilişkileri ile müsaade etmişlerdi ve sonrasında da boyunlarının ölçüsünü almışlardı. Çünkü izin verenlerin bahçesinde, izin alanların kanalizasyon boruları patlamış, izin alanlar “Paramız yok!” diyerek kendilerine yardımcı olanlara kulaklarını tıkamışlardı!
Dolaysıyla bizim de başımıza gelebilecek bu muhtemel riski(21) göze alamazdık. Hele ki sözlerin başlangıcı rüşvet iması ile olunca. Bu teklif; öncesinde yalnızca babam için, daha sonrasında ise tüm Kat Malikleri için dile getirilmişti.
“Paranın yüzü tatlı idi!” Birkaç komşu bunun için “Peki!” demek isteğini belirtirken yönetici olan babamın dirayeti(22) ile bu düşüncelerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı.
Daha sonra işin boyutu değişmiş, olay “Tehdit” şekline de bürünmüştü. Çünkü o evin Kat Maliklerinden birkaçı etkili ve yetkili makamlardaymışlar. Bu tehditler bizi yıldırmadığı gibi, “Vız gelip-tırıs gitmişti!” En son çare olarak istediklerini elde etmek arzusuyla bizi mahkemeye vermişlerdi.
Başlangıçtan beri yönetici olan babam ve apartmanımız için hazırdım, okumuştum, araştırmıştım ve yol gösteren, hukuk bilgisi engin tanıdığımız avukat ve hâkim ağabeyler vardı. Onlardan aldığım bilgiler doğrultusunda bir dosya hazırladım ve gerekli müdafaamızı yapacak olan yakınımız Avukat Ağabeye verdim.
Avukat Ağabey benim katılamadığım ilk duruşmada gerekli müdafaayı yapamamıştı.
Oysa Kat Mülkiyeti Yasasının ilgili maddelerini, meteorolojik bilgiler doğrultusunda feyezan(23) durumlarını, kanalizasyonun geçirilmek istendiği yerdeki içme suyu borularımızın geçtiğine dair belediyeden aldığım belge dosya içindeydi.
Ayrıca Sağlık Bakanlığının, İller Bankasının ve TSE’nin konuya ilişkin benzer konulardaki kararlarından birer örneğini dosyaya koymamıza rağmen, hâkim benim katıldığım ikinci duruşmada olağandışı bir rahatlıkla bizim aleyhimize karar vermişti.
Komşumuzun kanalizasyonu, bizim muhalefetimiz(19) hilâfına(3) arsamızdan geçecekti.
Beni telâşa, endişeye, hayrete düşüren karar değil, karşı tarafın avukatı idi. Evet o, o idi, beni bakışlarıyla çarpık vaziyete düşüren, bir süre öncesinde Halk Otobüsündeki beni etkileyen unutamadığım Leylâ adlı güzel.
Karşımdaki güzel, ne kadar iyi ve ciddi bir avukat olursa olsun, ne kadar iyi bir arz yapmış olursa olsun olan yanlışlık; yanlışlıktı, haksızlık; haksızlıktı.
Ve bizim avukatımızın zayıflığı ne kadar dikkat çekici olursa olsun, bu karar ne yönetici olan babamın, ne de benim aklımızın ucundan bile geçen bir düşünce değildi, yargı yolu açık olmasına rağmen…
Salondan çıkarken davacıların sitem(25) dolu ve istihzalı(25) bakışlarına aldırmadan;
“Leylâ Hanım?” dedim sorarcasına.
“Sizin adınıza üzgünüm, hem üstelik yüzümü öteye de döndürmedim!” dedi.
Aradan iki mi, üç yıl mı ne geçmişti, dün gibi aynı otobüsteydik sanki ikimiz de…
“Özür dilerim. Bana güvenen ve inanların haklarını savunmam görevim gereği. Başarı, para-pul sonra gelir benim için.”
“Ne iyi! Eğer haklı olduğunuza inanıyorsanız Avukat Hanım?”
Karşı apartmandakiler mutlulukla “İyi günler Avukat Hanım!” dedikten sonra müjdeyi(!) apartmanlarında yaşayanlara ulaştırmak ve sevinçlerini paylaşmak için neredeyse ayakları popolarına vurarak uzaklaşmışlardı koridorlardan.
Biz bize idik! Eğer yanına yaklaşana aldırmayabilseydim!
“Size şöyle bir örnek vereyim. Bizimkisi öyle bir meslektir ki, bir önceki duruşmada masum olduğunu iddia ettiğimiz birini, bir sonraki duruşmada farkına vardığımız bir mimik(26), bir hareket, ya da o anda sunulmamış olan bir belge, susmağa mecbur bırakılmış bir şahit ile katil, hırsız, suçlu gösterebilir, cezalandırılmasını sağlayabiliriz. Ben bana vekâlet veren tarafın haksız olduklarına yüzde bin inansam bile savunmak durumundayım. Bu nedenle kusura bakmayın! Lütfen!”
Dinleyen sadece bendim galiba, bir de o genç adam, yanına sokulan. Ötekiler çoktan gitmişlerdi, küskün babam da suratını asıp yönelmişti bir yerlere, ben umurunda değilmişim gibisine.
“Yargıtay’a başvuracağımızı biliyorsunuz!”
“En doğal hakkınız! Görevim gereği size başarı ve şans dilemiyorum!”
“Dilemeyin de…
Ben bu hâkime ve aklımda oluşan yanlış fikirlere rağmen, kazandığınızı sandığınız davanın haksızlığını ispat edeceğim!”
“Sanmam!”
“Neden?”
“Bu bana kalsın! Kozlarımı paylaşmamı(27) beklemezsiniz, değil mi?”
“Peki, kaybederseniz bana bir çay ısmarlarsınız. Kaybedersem başarınızı alkışlamam gerekir. O zaman da ne dilerseniz o benim borcum olur, tamam mı?”
Bu teklifimle birlikteliğimizi ummamın başka yolu yoktu, kaybetsem de, kazansam da… Avukat değildim, zeki de değildim, ama herhalde biraz da olsa akıllıydım, galiba.
“Tamam da, dikkatli biri olmalısınız, ismimi bir yerlerden öğrenmişsiniz. Peki, ben size ne diyeceğim?”
Yanındaki genç adam;
“Haydi Leylâ, gecikiyoruz!” deyince, işte o an, benim ölüm anımdı, “Ben o zaman ölürüm(10)” diyemezdim, ölmek bana hemen şu an yakışırdı. Güçlükle yutkundum ve;
“Pardon, affedersiniz, ben Yunus Emre!” dedim. Sesim kahırlı mı çıkmıştı, yoksa bana mı öyle gelmişti? Böyle bir karşılaşma sonunda herhalde “Karşılaşmaktan memnun oldum!” denmezdi. Ne o elini uzattı, ne de ben.
Gene de içimden gelmişti, başlangıcı sesli, sonu sessizce bitirmek gayretini yaşadım, ilk andaki gibi mırıldanırcasına;
“Bu karşılaşma için ‘Memnun oldum!’ demem düşünülemez herhalde. Yüzünüzü öte döndermeden(6) cevaplayın lütfen!”
“Olsun! Siz gene de memnun olun! Davalar mahkeme salonlarında, kırgınlıklar kapı arkalarında, düşmanlıklar da sınırlarda kalmalı. Ben memnun oldum. Hele ki iki-üç yıl sonrasında karşılaşınca…”
“O halde mecburiyetten de olsa, ben de memnun oldum, Yargıtay Kararından sonra daha da çok memnun olmak dileğiyle!”
“Peki! Aynı dileklerle…”
Söylememe gerek var mı? Türkiye’mdeki tüm hâkimler aynı kefede değillerdi. Adaletin terazisi herkes için aynıydı yahut da aynı olmalıydı.
Ve sonuca Yargıtay noktayı koymuştu, tek bir konuda da olsa. Mahkemenin kararı yok sayılmıştı. Yani onlar için kaybetmekse, kaybetmişlerdi. Bizimse kazanmak değil, kaybetmemek konumuzdu sadece. Kaybetmemiştik ve karşının Yargıtay Kararına itirazı da beş para etmemişti tam anlamıyla.
O günden sonra komşularla aramız bozulmuştu. Onlar aynı sorunları yaşamaya devam ettikleri için olsa gerek.
Çok zaman ellerine geçenleri; izmarittir, meyve çöpleridir, çeşitli artık ve ambalajlardır balkonlarından, pencerelerinden bahçemize atıyorlardı. Erinmeden(28) topluyor, temizliyordu temizlik görevlimiz.
Bahçemizdeki ağaçların bahçelerine uzanan dallarını sorgusuz-sualsiz kesiyorlardı, mevsimi olsun-olmasın. Sonrasında duvarlarını yükselttiler, yetmiyormuşçasına bir de üstüne tel örgü çektiler.
Olayın bitiminden sonra, aradan geçen zaman zarfında hep davet bekledim Avukat Hanımdan. Konu tek bir çay bile olsa iddia; iddiaydı. Dava dosyalarında davalı yöneticinin adı ve soyadı, telefon numaraları yazılıydı. Bana ulaşılması mümkündü.
Bense ne yapmam gerektiğinin bilincinde değil gibiydim. Benim de öğrenmem mümkündü bazı şeyleri, ama o gün yanında gördüğüm genç adamın varlığı nedeniyle miskinliğimi(29) anlamlandıramıyordum.
Tanrının varlığına her zaman inandım. O, bir şeyleri şekillendirmek istiyorsa mutlaka zamanını da ona göre biçimlendirmekte asla tereddüt etmiyordu! Beni de, hani kaba kaçmayacak olsa, dürtmüş, iteklemişti diye düşüneceğim.
Gerçekten affedilemez bencilliğimle yaşadığım kahır beni hep geriletmişti, o günden beynimde kalan izler nedeniyle. Davamıza, hâkimin “Olur!” demesiyle aleyhimize yönlenmesini yaşadığım ve sonucunda iddialaşmamdı böylesine gerileyişimin nedeni.
Avukat Hanım yanına gelen genç adamın koluna girmiş, beraberce dışarıya yönelip park yerindeki arabalarına yönelip binmişlerdi, ben Otobüs Durağına gitme çabasını gösterirken, gördüğüm kadarıyla. Yoksa “Nanik!(30)” yapmıştı da ben mi görmemiştim yahut da görmezden gelmek işime mi gelmişti?
Ben kimdim ki böyle birinin güzelliğiyle etkilenip ona hevesleneydim ki? “Davul bile dengi dengine çalarken” Leylâ’nın da kendi mesleğinden birine yakınlık duyması, nişanlanması, hatta evlenmiş olması normal sayılmaz mıydı?
Zihnimdeki boş vermem gereken her şeyi boş vererek “Sadece çay borcunuz vardı!” diyerek sonucu bir de Avukat Hanımın, yani Leylâ’nın ağzından duymak için bir tam günümü adliye salonlarında harcamak zorunda kalacak olsam da onunla karşılaşmak arzusunu yaşadım.
O, eğer kadere inanmıyorsa yahut da şüphe ediyorduysa bu onun yanlışıydı, hatta düşüncesi bile.
Adliye binasına ulaştım. Öncelikle bizim duruşmamızın yapıldığı kapıdaki listeyi, sonrasında diğer kapılarda asılan listeleri teker-teker kontrol ettim. Eğer tespitim yanlış değilse 11.10 da bir mahkemede, 16.30 da bir diğer mahkemede duruşmalara katılacaktı Leylâ isminde soyadını bilmediğim avukat, başkası yoktu.
Doğrusu konulara önem vermemiştim, beni ilgilendirmiyordu ki zaten. Ben belki de son defa olacağına inandığım gözlerini görmek istiyordum, sadece bir kere daha.
Saat on bir civarındaki duruşma öncesinde karşısına dikilmem uygun olmayabilirdi. Hem belki çay ısmarlaması için avantajımı da yitirebilirdim. Ümit var olmayışımı da bu düşünceme eklememde yarar olacak. Çünkü onunla gördüğüm o genç adam belleğimden silinmemişti.
Önce hava aldım dışarılarda. Sonra saatin on bir olmasını bekledim, kenarlarda-köşelerde. Onu cüppe mi ne deniyorsa giymiş bir şekilde ve yine o genç adamla birlikte mahkeme kapısı önünde konuşuyor olarak gördüm.
Saat 11.30 olmuştu ve hâlâ mahkeme kapısında idiler. Leylâ elindeki dosyayı genç adama gösterirken mübaşirin(31) sesi üzerine o genç adam sesin geldiği kapının bulunduğu adrese yöneldi ve kapının arkasında kayboldu.
Sonrasında Leylâ’nın önünde durduğu kapı da açıldı, alı-al, moru-mor insanlar boşaldı kapıdan, Avukat Hanım, yani Leylâ ile aynı cüppeden giymiş oldukça yaşlı görünen biri daha girdi içeriye.
Sadece Leylâ’ya odaklamıştım kendimi. Çevremi görmüyordum, zaten çevrem de benimle ilgilenmiyordu. Bu konuda haklıyım gibime geliyordu, ama keşke çevreme de şöyle göz ucuyla da olsa baksaydım, tanıdık bir sima dikkatimi çekseydi.
Ne olurdu? Kaderin önüne mi geçilirdi? Tren yolunda, trenin geldiğini görmesine rağmen hattın içinde duran birinin; “Tren beni çiğneme!” demesi mümkün müydü? Sen kenara çekilecektin ki tren seni çiğnemesin!
Peki, ben görmem gerekeni görseydim, ama gördüğüm o kişinin niyetinden haberdar olmasaydım, ne olurdu ki?
Mahkemenin kapısı belirli bir süre sonunda açıldı. Avukat Hanım belirtisiz bir yüzle çıktı dışarı. Arkasından da ötekisi, önünden çıkanı görmezden gelerek. Daha doğrusu biraz yaşlı görünen, suratı asık, ayıplanmazsam “Kız kurusu(32)” diyebileceğim arkadan çıkan kişi sergilemişti o davranışı.
Leylâ beni gördü ve canıma okuyacakmışçasına gülümsedi, tıpkı ilk andaki gibi. Ve o anda koridorda bir ses gürledi;
“Sattın bizi avukat!” diyen biri, elindeki silâhla onun üstüne doğru yürüme gayretindeydi, kalabalığı ve hiçbir şeyi umursamaz gibiydi.
Leylâ’nın önüne geçtim, silâh tutanı tanımış olarak;
“Dur komşum! Ne yapıyorsun, sakin ol!” dememe;
“Sen çekil aradan dangalak(33), benim hesabım onunla!” dediğinde silâhını ateşlemişti bana “Dangalak” diyen dangalak adam.
Sağ omzumda bir acı, arkamda “Ah!” diyen Leylâ’nın sesini duydum, geri döndüğümde sağ göğsünün omzuna yakın bir yerinde gittikçe büyüyen bir leke ile yere çökmek üzere olduğunu gördüm.
Adam bir mermi ile ikimizin canını da yakmıştı. Her nasılsa iyiydim ben, kendimce.
İkinci bir mermiyi harcama gayretine aldırmadan koşup üstüne abandım. Yere yıkıldı, ben her şeyden vazgeçmiştim, bir mermi daha yesem hatta ölsem ne olacaktı ki?
Koşuşanlar olduğunu hissediyordum. Bir patlama daha oldu, kendimde bir şey hissetmediğim. Ayağa kalkıp doğrulmaya çalıştığımda merminin, anlayamadığım bir şekilde tabanca sahibinin bedeninde olduğunu fark etmem zor olmadı.
İnildiyordu, ama yarası gördüğüm kadarıyla öldürücü değildi. Zaten ölmemişti de sonunda.
Öncesinde Leylâ’nın yanında gördüğüm genç adam benim, bizim değil Leylâ’nın başucundaydı bu kere, hem yalvarırcasına sesleniyordu;
“Leylâ! Leylâ’m! Kardeşim! Aç gözlerini lütfen!” diyordu.
Kendimdeydim, Leylâ’ya;
“Sana bir şey olmasın! Ben o zaman ölürüm(10)!”
Gözlerini açtı, gülümsedi, birileri ambulans için, biri polisler için telefon ederken, birileri de “Türk Filmi izliyormuşçasına” başımıza toplanmışlar, diyebilirim ki sadistlik(27) derecesine varan bir duygusuzlukla izliyor, izlemeye çalışıyorlardı bizi.
Mermi benim omzumu sıyırmış, ama Leylâ’nın bedenine isabet etmişti, tam anlamıyla. Kaybettiği kan bayılmasına neden olmuştu. Ben ayaktaydım, ama “Komşu” dediğim bizi mahkemeye veren apartmanın dairelerinden birinde oturan ya da daire sahibi olduğunu düşündüğüm kişi de baygındı ambulans ve ekibi geldiğinde.
Leylâ’yı kaldırmağa çalıştıklarında onlara yardım etme gayretinde oldum, tüm uyarılara karşın. Ambulansa ağabeyiyle birlikte bindik.
“Anlatmıştı seni. İnanmamıştım! Oysa inanmam gerekmiş!” dedi bilmece gibi.
Hemşirenin serum ve ilâç takviyesi kendine getirir gibi olmuştu Leylâ’yı. Gözlerini açtı, gülümsedi önce. “Ağabey!” dedi, onun elini tuttu, sonra o eli bırakıp benim elimi tuttu, sıkmaya dermanı yetmedi ve sadece; “Sen!” dedikten sonra bayılma modunu yineledi.
Duyacağından emin olarak aynı şeyi söylemeğe çalıştım, sanatkârının melodisiyle:
“Sen yaşa! Yeter ki sen yaşa! Sana bir şey olursa, ben o zaman, ben o zaman ölürüm!(10)” dedim tekrar.
Yanımdaki genç adam, yani ağabeyi, sessize yakın, kısaca;
“İnanırım!” dedi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküdeki mahkeme safhası, yöneticisi olduğum apartman için aynen gerçekleşmiştir.
(*) Öykünün ana konusu ile hiç de ilgisi olmayan öyküye ismini kattığım yaşamımdaki mahkeme safhasında yer alan karşı tarafın Avukatı Leylâ Hanımı genç yaşta yitirdiğimizi belirtmeliyim.
(1) Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir. Bu durumda hani hatırlatılmak istenirse güzele çirkin bakmanın da günah olacağını varsaymak mümkündür, eğer, denilen gerçek ise.
(2) Dar-Kıt; Ancak.
(3) Hilâfsız; İnanılmaz, ama gerçek. Hiç kuşku duyulmayacak bir biçimde doğru, yalansız.
Hilâf; Aykırı, karşıt, ters, zıt, yalan.
(4) İlâhe; Tanrıça.
(5) Huri; İslam dinine göre, cennette yaşayan, son derece güzel olan kızlara verilen ad.
(6) Beni görüp yüzün öte dönderme! Pir Sultan ABDAL
(7) Sekerât ya da Sekerât-Mevt; Ölüm halinde çekilen sıkıntılar anlamında Arapça çoğul bir kelimedir, tekili “sekr” olup bir bakıma; “ölüm anında, ölüme çeyrek kala” diyebileceğimiz zamanda insanın canını verme anındaki ızdırap ya da baygınlık diye bilerek ve sevdiklerinin özünde bu olayı yaşamış biri olarak özetleyebilirim.
(8) Bir bakış baktın, kalbimi yaktın / Aşkın kemendi…” diye ünlenen şarkının Güfte ve Bestesi; Cevat ULTANIR’a ait olup, Rast Makamındadır. (Bu beste de; “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” olarak da bir bölüm bulunmaktadır.)
(9) Dimdirek; Türkçemizde böyle bir kelime olmadığını düşünüyorum, dümdüz, doğrudan doğruya anlamlarında direk sözüne yamanmış bir birleşim olsa gerek.
(10) Orhan GENCEBAY eserinde; başlangıç olarak; “Olsa senin elinden bil ki benim ölümüm, / Ne şikâyet ederim ne de üzülürüm, / Ne zamanki kollarında bir yabancı görürüm, / Ben o zaman sevgilim, ben o zaman ölürüm!” demektedir.
(11) “Dertleri zevk edindim bende neşe ne arar!” Güftesi; Sırrı UZUNHASANOĞLU’na, Bestesi; Selahattin İNAL’a ait Kürdîlihicazkâr Makamında Türk Sanat Müziği eseri.
(12) Zaman bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için uzun, sevinenler için çok kısa, ama sevenler için sonsuzdur. Ahmet Şerif İZGÖREN’in “SÜPERMEN VE UĞUR BÖCEĞİ” Kitabından bir alıntı.
(13) Yahya Kemal BEYATLI’nın “DENİZ TÜRKÜSÜ” adlı şiirinin son dizesi olup aslı; “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” şeklindedir.
(14) Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
(15) Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca… diye başlayan şarkının Güftesi Orhan Seyfi ORHON’a, Bestesi Kasım İNALTEKİN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır.
(16) Aşık Atmak; Yarışmak, Yarış etmek.
(17) Tamahkâr; Açgözlü davranan, açgözlü, çok isteyen.
(18) Dubleks; Çift katlı.
(19) Cazibe; Yerçekimi. Kendi kendine akma, yönlenme. Cezbedicilik. Çekim. Çekicilik. Alımlılık. Gönül çekicilik. Albeni.
(20) Rögar; Suyolu. Lâğım, maden ocağı vb. yer altı yapılarının hava deliği. Çatı penceresi. Kanalizasyona inmek ve tıkanıklığı gidermek üzere yapılmış öze baca.
(21) Risk; Bir zarara uğrama tehlikesi, zarar görme olasılığı. Bir tehlikenin gerçekleşme olasılığı ile gerçekleşmesi halinde sonucun şiddetinin ele alınması.
(22) Dirayet; Beceriklilik, yetenek, ustalık. Kavrayış, zekâ.
(23) Feyezan; Taşkın, taşmış. Su baskını. Suyun çok olup taşması. Seylap.
(24) Muhalefet; Bir görüşe, bir eyleme, bir tutuma vb. karşı olma durumu. Aykırılık. Karşı görüşte, karşı tutumda olan kimseler topluluğu.
(25) Sitem; Bir kimseye yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık vb. duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme.
İstihza; Gizli, ince ve kinayeli bir şekilde alay. Saraka.
(26) Mimik; Duyguları, düşünceleri belirtecek biçimde yüz kaslarının kasılmasıyla kımıldanışlar, hareketler. Bakış ve yüz çizgilerinde oluşan değişikliklerden doğan yüz anlatımının bütünü. Bir duygu ve düşüncenin göz, el, kol ve yüz hareketleriyle anlatılması.
(27) Kozları (Kozunu) Paylaşmak; Aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak çözümlemek, sona erdirmek.
(28) Erinmek; Üşenmek. Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, tembellik yapmak.
(29) Miskinlik; Sümsük olma hali. Uyuşuk davranma, aptal, mıymıntı, tembel, sünepe, pısırık olma durumu.
(30) Nanik; Başparmağı buruna dayayıp öteki parmakları açarak ve sallayarak yapılan alay işareti.
(31) Mübaşir; Mahkemede duruşmaya girecekleri ve tanıkları çağıran, yargıcın emirlerini bildiren, kâğıt, belge ve dosyaları getirip-götüren görevli, çağrıcı.
(32) Kız Kurusu; Evlenmemiş yaşlı kız.
(33) Dangalak; Argoda; kısaca “Dangıl” şeklinde olarak kullanılmakta. Bazen; “Dangalanak” şeklinde de söylenmektedir. Kabaca davranan, konuşan.
(34) Safdillik; Saflık, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.