Her şey yolunda giderken, hatta his dünyamı bile şekillendirmeye çalışırken, hele ki tatlı hayaller kurmağa başlamışken, bu ekonomik kriz her şeyi berbat etmişti.
Yaşı 30-35’lerde olan, pehlivan yapılı patron, ben, o ve onlar dâhil birkaçımızı çağırmıştı odasına. Belliydi sonumuz yahut da sonuç…
Çünkü akıllı patron daha işe alırken defterimizi istediği zaman düreceğini belli etmişti, hepimizden;
“Kendi arzumla işten ayrılıyorum, tazminat talebim yoktur.” dilekçesini kendi el yazımızla yazdırarak almıştı elimizden. Yoksa iş yoktu, “Kendimiz bilirdik!”
İş aslanın ağzını, midesini de geçip bağırsaklarında olunca işe başvuran hepimiz, o ve onlar ve diğerleri dâhil hepimiz o kâğıtları istenilene uygun olarak yazıp doldurup imzalamıştık, zamanında.
Ölenin arkasından kötü konuşulmaz, ama haydi “Rahmetli” diyeyim şimdiki bu kalıplı patronun babasının da öncesinde aldığı işçiler için aynı şeyleri yaptığını, yani ayni mealde(1) dilekçeleri ellerinden almış olduğunu anlatmıştı ağabeyler…
Muhtemeldi ki o dilekçeler de asarı atika(2) gibi saklanıyor olmalıydı dolaplardan birinin gizli bir yerlerinde.
Genç patronun eskilere, usta olmuş olanlara belirli bir süre içinde dişlerini geçiremeyeceği belliydi. Çünkü o sadece okumuştu, işler hakkında bilgi ve deneyimi yoktu, babası da sadece patronluğu öğretmişti ona.
Oysa aklı başındaydı genç patronun. Öğrenirdi, hiç kimse anasının karnından bir şeyleri öğrenmiş olarak doğmuyordu ve üstelik “Sarı Öküz(3)” öyküsünü de biliyordu.
Her gidenin arkasından bakmayı meziyet(4) sayan ustalık seviyesine yükselmiş ağabeylere de bir gün öyküde olduğu gibi uygulama yapabileceğinin kesinkes inancındaydı genç patron. Ama o usta ya da ustabaşılar ya öyküyü, ya da sıranın bir gün kendilerine de gelebileceğini düşünemiyorlardı.
Genç patronun;
“Ekonomik sıkıntılar…
Kazanamıyoruz, kusura bakmayın!” diye yüzümüze tebligatı(5) ile boyunlarımızı büküp avuçlarımızı yalayıp dımdızlak(6), cascavlak(6) ortada kalmıştık.
Allah var, iyi insandı genç patron! Hepimizin birikmiş maaşlarımızı mutemedi odasına çağırarak ödetmiş, ayrıca birer otobüs parasını da cebinden vererek “Helâllik de almıştı!” bizden.
Belki de; “Uzaklaşın, bir daha buralarda görmeyeyim sizleri!” demenin mesajı mıydı bu, ayrılırken aklıma gelen? Zaten sırma kaftanlı(7) elçiler gönderse bile, değil bir daha orada çalışmak, o fabrikanın civarından bile geçmezdim.
Öylesine kahırlanmıştım. Çünkü dünyanın böyle döndüğünü bir tek ensesi kalınlar biliyorlardı, bizler gibi garibanların(8) ne haddine?
Zaten “Gariban” deyince durup bir müddet yerinde sayacaksın! Garibanın hayal kurmaya bile hakkı yoktur. “İki gönül bir olunca, samanlık seyran olurmuş!” Pöh! Lâf! Hem de bu dünyada? Oysa “İki çıplak bir hamama yakışırdı” değil mi?
Hâlbuki askerden dönüşte bu işe başlayınca, hele ki “Gönlümün Sultanı” dediğimle karşılaşıp da, çay molalarında, öğle yemeklerinde gözlerimiz çakışınca, sonrasında iki kelimeyi yan yana getirmeğe ve bir gün de el ele tutuşunca ne kadar mutlu olmuştum.
Garibanlık mı? Peh! Kimin aklına gelirdi ki? Sadece fabrika değil, şehir, ülke, dünya, hatta evren benimdi. Ama “Lâfla peynir gemisi yürümüyordu.” Üç-beş kuruşu olanın, iki dudağının arasından tıslarcasına dökülen tek cümle kişinin sadece dünyasını değil, tüm evrenini karartmağa yetiyordu da, artıyordu bile.
Benim mutluluk hayallerimi kurduğum o; Ferhunde idi. Düzgün kızdı, güzel kızdı, gösterişliydi ve hatta voleybolcular gibi, basketbolcular gibi uzun bir boyu vardı (Ben ona göre biraz kısa kalıyordum, söylemem gerekli mi, bilmiyorum).
Ve onlar diye tarif ettiğim ise Ferhunde’nin ağabeyi Ferdi ve kız kardeşi Ferda idiler, üstelik yetim. Annelerini ve evlerini geçindirmeğe çalışıyorlardı üç kardeş, sosyal güvenlikten yoksun olarak göçen babalarının ardından.
Benimse öyle bir kaygım yoktu. Belki de “Ekmek elden, su gölden!” örneği, hatta belki biraz kaba ya da avam kaçacak, ama babamın patron kadar olmasa da birazcık eli-yüzü-sırtı düzgün ve maddi gücü olması nedeniyle, ben neredeyse sportif amaçlı çalışıyordum sanki.
Bir bakıma kazancım, haytalığıma(9) gidiyor gibiydi. Pembe hayaller kurmamın sebebi de babamın atadan gelen, kendi katkılarıyla çoğalttığı bu varlık olsa gerekti. Ama hem “Boş oturanı Allah sevmezdi” hem de insan evine kendi kazancını götürmeli, götürebilmeliydi, değil mi? Belki o zaman bu durum Allah’ın da hoşuna gider; “Yürü ya kulum!” diyebilirdi!
Üzüntüm üst boyuttaydı, mutlaka kendim için değil, o üç yetim kardeş ve özellikle benim olmasını istediğim içindi üzüntüm. Kim bilir nasıl ve nerede iş bulacaklardı yeniden?
Ve en kötüsü ben kalbime nasıl söz geçirecektim, ne halt edecektim bundan sonra?
Bazı şeyler zor gibi görünse de hani bazı araçlarda yazılıdır; “Babam sağ olsun!” diye, işte o tertip babam bana iş bulurdu, bulabilirdi, ama bu garibanlara? Gerçekten babam sağ olsun, bir evin tek haytası olduğumdan dolayı hayat adamı olmam için, okurken yaz tatillerinde berberin, terzinin, kırtasiyecinin, hırdavatçının(10) yanında çalışmam için teşvik etmiş, hatta bir bakıma zorlamıştı beni.
Kapasitem nedeniyle liseden sonra okumam zordu. Sınıfları şarkıdaki Mahmure gibi; “Tek tek tekerek, sek sek sekerek” geçmeye başlamıştım çünkü ve Allah’ın izzeti ikramı(11) ile bitirmiş, bitirebilmiştim liseyi.
Anlamıyordum, failatün’leri(12), solucanların cinsel hayatını, Newton’u(12), redüklemeyi(12) falan…
Zorla değil ya? Gerçi hocalarımın benden “Adam olmam konusundaki tereddütleri ve kaygıları” ile bir an önce kurtulmak istemelerini de görmezden gelmem mümkün değildi. Ama ben inat etmiyordum ki, beynimin o kadar küçücük olduğunu biliyordum, ama babam anlamamakta direniyor; “Hiç olmazsa liseyi bitireceksin, adam olamasan bile!” diyordu.
Yaşamım kahve falı gibiydi; kırgın ve kızgındım, hem her şeye, her şey için, herkese ve her kez.
Yeri gelmişken söylemem gerekir ki; berberde de kuaförde de çalışmıştım, öyle elbiseleri fırçala, bahşişi bekle modunda değil. “Her seher besmele ile açılır dükkânımız, Selmanı Farisi’dir, pirimiz, üstadımız!” tablosunun olduğu dükkâna başımızı sokar sokmaz sanki kokumuzu almışlar gibi yığılırlardı baylar ve bayanlar olarak iki bölümlü dükkâna müşteriler.
Allah var, patronumuz yakışıklı ve bekâr bir ağabeydi. Bize; normalde ne gerekiyorsa boş kalabildiği nadir(13) vakitlerinde ne biliyorsa hepsini öğretmeye çalışıyordu.
Tırnak printerı(14), alabros(14) tıraşı, ustura masadı(14) ya da kayışı, kan taşı(14) hepsini ondan öğrenmiştim erkek reyonunda. Manikür(14)-pedikür(14) yanında perma(14), röfle(14), balyaj(4), mizanplinin(14) ne olduğunu da dergilere bakarak, bazen uygulamalarda yanına çağırarak öğretmişti bana, bize.
Terzicilik de fena değildi. Teyel(15), telâ(15) yanında alt kelimesiyle ilgili bir sürü terimi (alt astar, alt dikiş, alt yaka…) gibi, baskı dikişi, kruvaze(15), bisiklet yaka, masura(15), degaje yaka(15), dikiş payını, carcur dediğimiz şeyin fermuar olduğunu orada, ondan öğrendim.
Terzilikle ilgili en önemli unsurlardan biri makas almak, makas tutmak yahut da makasla biçmek. Maalesef elime makas alıp da şöyle bir biçim yapamadım!
Bu arada içtenlikle itiraf etmeliyim ki, gerek berberlikte, gerekse terzilikte son anda bir şeylerin farkına varmışçasına düzeltmeler yapmak pek revaçtaydı(16). Güven ve yeni müşterilerin kazanılması için bu şart gibiydi.
Berberde, kuaföre sandalyeden kalkarsın, giyinip tam çıkmak üzereyken son anda berber, ya da kuaför elinde makasla, ya da herhangi bir şeyle gelir bir yeri unutmuş gibi düzeltir meselâ.
Bu arada enteresandır, kolonyalı çöple birinin kulak kıllarını yakayım derken kulağını yaktığımı, iplikle yanak kıllarını alayım derken kaşının kenarını düzelttiğimi(!) de anlatmadan geçersem ayıp etmiş olurum.
Terzilikte ise, terzi her provada mutlaka ve mutlaka kolu ya da kolun bir yerini söker, tekrar iğneler, beyaz sabunla işaretleyerek bir yerleri düzeltirdi.
Nalbur(10) ya da Hırdavatçı levhası olan yedek parça satan bir ağabeyin (Daha doğrusu ben kendisine “Işık Amca” diyordum, yaşı ileride, kemale ermiş denen tipte, ak saçlı, ak sakallı bir hacı ağabeydi o) yanında çalışarak da manşon(17), profil demir, I demir, köşebent, burç(17), rotil(17), dişliler ile çeşitli cıvata ve somunları öğrendim.
Kırtasiyecide defter, kalem, silgi yanında meselâ torba zarf(18), barkot(18), aydınger(18), Bristol(18), kuşe(18), yapışkanlı, perfore kâğıtları(18) elden geçirdim. Plotter(19) ne demek, orada öğrendim. Gazete bile sattım, koltuğumun altına sıkıştırıp da.
Ve en kötü tecrübem pastanede geçti. İki ay içinde neredeyse 5-6 kilo alınca söylemeğe gerek yok, babam kulağımdan çekip aldı beni oradan.
Güzelliklerden biri ise babamdan öğrendiğim, herkese, her ne olursa olsun, şartlar neyi gerektirirse gerektirsin gülümsemem, yollardaki taşıtları ve yayaları engelleyecek şeyleri kenara almamı öğütlemesiydi. Yol soranlara tarif etmem de görevimdi, eğer biliyorsam…
Tüm bu anlattıklarımla daha 25 yaşlarımda iken hayat tecrübemin ne kadar fazla ve çalkantılı olduğunu anlatmaya çalıştım, ama insan bazen ufacık bir kıvılcımla tüm bildiklerini unutuyor yahut da unutmaya çalışıyordu.
O kıvılcım da şöyleydi, belki inanılmayacak türden;
Fabrikadan ayrılıyorduk kucaklaşarak. İçimden ileride belki tecrübelerimle onlara iş bulabileceğim düşüncesini yaşıyordum. Ferdi’ye döndüm;
“Ferdi telefonun bende var, benimki de sende. Birbirimizi unutmayalım, irtibatı(20) kesmeyelim!” dedim. Bunu, Ferhunde’den kopmamak için söylediğimi bilmeyecek kadar aptal değildi Ferdi, kesinlikle biliyordum.
Üstelik ben de vermek istediğim mesajı vermiştim Ferhunde’ye, “Ağabeyinde telefon numaram var!” gibisinden.
“Olur Ferhan! Zaten benim de sana bir teklifim olacak. Boş durmak olmaz. Nefis doyunmak ister, bir şeyler yapalım. Hele bir çocukları eve salâvatlayayım(21).”
Bekledim, düşünürken geldi. Çünkü benim için yapacağım o kadar çok iş vardı ki bana göre. Başlangıç olarak babam sağ olsun. Sonrasında ise çocukluğumda, delikanlılığımda kendilerine yardımcı olduklarım(!)
“Şu koskoca şehirde elimizden ne gelir ki, biz bize ne yapalım?”
“Üçkâğıtçılık yapamaz mıyız?”
“Nasıl yani, o dediğin ne menem(22) bir şey ki?”
“Hani eline üç tane iskambil kâğıdı alıyorsun, iki kırmızı bir siyah. Ve ‘Bul karayı al parayı!’ diyorsun, öyle bir şey. Ya da üç bardaktan birine, bir bilye, ya da top koyuyorsun yahut da üç tane ip, biri kısa, ikisi uzun veya üç kibrit çöpü, biri kısa, ikisi uzun. Kısaları, karayı veya topu bulana koyduğu paranın iki mislini veriyorsun. Yani karşındakinin şansı % 33,3 senin şansın ise iki misli.”
Basiretim bağlanmış(23), nutkum tutulmuştu(23), şaşkındım, ancak şaşırmama Ferdi hiç de şaşırmamış gibiydi;
“Eee! Nasıl olacak bu iş?”
“Ben bir yere tezgâhı açacağım. Sen de tesadüfen vatandaş gibi geleceksin. Meselâ 1 lira ya da 10 lirayı başkalarına fark ettirmeden işaretlediğim yere koyacaksın, dolaysıyla bilecek 2 lirayı, ya da 20 lirayı alacaksın. Bir-iki sefer daha oynadıktan sonra “Bana doyum olmaz!” deyip ilerlerde bir yerlerde sotaya yatacaksın(24). Malûm, zabıta var. Göründüğünde bir ıslık Ferdi kardeşin hemen vın, arazi! Sonrasında sermaye de ortak, kazanç da!”
“Ama bu kumara girmiyor mu, haram değil mi?”
“Boş versene sen! Âleme biz mi ‘Angut gibi(25) ol, salak ol, enayi ol!’ diyeceğiz ki? İstemeyen gelmesin, oynamasın. Ama insanların gözlerinde kısa yoldan para kazanmak hırsı olduğu için kaybetmek gözlerine görünmez. Akılları başlarına geldiğinde de; ‘Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olur!’..
Sıkma sen, canını! Hayatta her şey olacağına varır. Kimse yazılandan fazlasını ya da değişiğini yaşamaz! Anlatabildim, değil mi?”
Anlamıştım, anlamasına ama neyi anladığımı bile bilmiyordum, fabrika ayarlarım bozulmuştu, Ferdi’nin teklifine şaşkınlığımda;
“Peki, yarın!” dedim.
“Peki, yarın!...”
Başlangıçta her şey yolunda gitti. Türkiye’mde kumardan para kazanmayı düşünüp de kazanamayan yahut da kaybeden o kadar çok insan (salak) vardı ki! Ama bir yere kadar, hem haydan gelenin, huya gideceğini(26) bilmeyecek kadar cahil(ler) idik…
Eski kulağı kesiklerden olduğunu kendisi söyleyince anladığımız, ceketi omzunda, ayakkabılarının arkasına basmış, saçları briyantinli bıçkın bir ağabey geldi bir ara ve 10 lira ile başladı oynamaya. Bildi, kazandığını almadan devam etti ve sonuçta bizim sermayeyi kediye yükletti!
“Başka paramız yok!” deyip bırakmak isteyince de;
“Bakın gençler!” dedi. “Kedi olmadan fare tutmağa kalkışmışsınız. Her işin bir raconu(27), kitabı, kuralı vardır. Böyle uluorta(28) çıkarsanız, benim gibi bilen birileri gelir, soyup-soğana çevirir sizi. Onun için bırakın bu işleri. Simit satın, ayakkabı boyayın, hatta isterseniz dilenin...
Kısaca ‘ben’ olmayın. Bu yollardan geçtim, biliyorum, pişmanım. Şimdi ne yaptığımı da söylemem gereksiz. Tekrar ediyorum kısaca; ben olmayın, ben olmaya özenmeyin, aç kalsanız bile! Gençsiniz, bu başlangıç sizi kötülüğe, yanlışlığa götürür.”
Tepkimizi ölçmek, belki de nefes almak için durakladı az bir süre ve;
“Şimdi alın şu kaybettiklerinizi ve dediğimi yapın, simit satın, yara bandı satın, ticaret yapın, kısaca dürüst olun!”
Paramızı geri verdi, adını bile söylemeden geri döndü, yoluna devam etti.
Birbirimize baktık sadece. İlk işimiz elimizdeki üçkâğıdı yırtmak ve destek yaptığımız karton kutuyla birlikte bir çöp tenekesine atmak oldu.
Günlerden Cumartesi idi ve önemli bir futbol maçı vardı. Ferdi’yle birlikte, bir kavanoz, çatal, bez bir torba ile çay bardağı uydurduk. O kalabalıkta o turşu sattı, ben çekirdek… Herkes koşup kaçarken, biz de koşup kaçtık zabıtalardan. O gün cebimizdeki para ikiye katlanmıştı, ama gene de yaptığımızın dürüst olmadığı inancı vardı içimizde.
Kendi başlarımızın çaresine bakmayı sözleşerek ayrıldık birbirimizden. Hani derler ya; “Boynu bükük, elleri bomboş!” Tıpkı öyle. Yahut da nasıl diyorlardı? “Tıpkısının aynısı!”
Beklentim; Ferhunde’nin, ağabeyinin telefonunu alıp beni araması idi. Onun genç kızlık gururu ile bunu yapmasını beklemek safdillikti(29) benim için. Benimse ona ulaşma ümidim bile yoktu, yaşamımın (daha doğrusu umut ettiğim yaşamımızın) ilerisi için.
Evet, Ferdi ve Ferda hissettiğimiz, belki de hissettirdiğimiz kadarıyla Ferhunde’yle yakınlığımızı biliyorlardı, ama uluorta Sarı Çizmeli Mehmet Ağa gibi, “Belki penceresinden görürüm” diye onun sokaklarından geçemezdim ki.
Elin ağzı torba değildi ki büzesin. İstemezdim ona söz gelmesini.
Pırıl-pırıl yarını olan bir genç kızı davranışlarımla lekelemek o kadar kolaydı ki insanlara karşı. Hele ki avam(30) yerlerde, ağzı lâf yapan çaçaron(31) kadınların yaşadıklarına inandığım ortamlarda. Sadece “çaçaron kadın” demek yanlış olacak, tarifin içine erkekleri de katmak doğru olacak galiba.
Ve son söz; etim-budum neydi ki, o genç kıza yaşam boyu birlikteliği önerebileydim.
İnsanın aklına bazen, bazı şeyler gelmiyor, yokluktan mı, gelişmemiş bir beyinle geri zekâlılıktan mı, yoksa…
Yoksa ne denilebilirdi ki, bilemiyorum.
Genç patron mizanseni iyi düşünmüş, iyi uygulamıştı. Onun Ferhunde’de gözü olduğunu bilemezdim, eğer ki Ferdi gelişmeleri bir arada olduğumuz bir zaman da anlatmamış olsaydı.
Ferhunde’yle yakınlığımız yahut da yakın davranışlarımız dikkatini çekmişti genç patronun, fabrikanın ikinci katındaki pencereden gözetlerken. Evet, gözetlemek…
Buna kontrol, denetim falan gibi bir başka ad verilemezdi çünkü.
Onun için ilk amaç, beni saf dışı bırakmaktı. Bunu tek başına yapamayacağını düşünmüş olsa gerek ki, gözünü tırmalayan birkaç kişiyi de toplayarak kapı önüne koymuştu bizi, topluca…
Aradan geçen birkaç gün sonrasında haber göndermiş ve üç kardeşi de tekrar almıştı işe. Muhtemelen eski dilekçeler saklanmaya devam ediyordu çekmecesinde. Ha! Bu geri dönme teklifini bana yapmasını bekleyemezdim asla. Beni atmak plânının bir parçasıysa, neden böyle bir şeye yönelmiş olsundu ki hem? Ama hani meselâ yapmış olsa kırk tane gönlüm olsaydı, biriyle bile geri dönmezdim o mekâna (zaten öncemde de aklımdan geçen buydu).
Ferdi ve Ferda fabrika içindeki eski işlerine yönelmişlerken, kalıplı, içten pazarlıklı, şişman patron hoş ve güzelliği inkâr edilmeyecek, gözüne kestirdiği Ferhunde’yi kendisi ve sekreteri için özel hizmetlisi olarak görevlendirmişti.
Ben Ferdi’den ayrıldıktan sonra kendi çabamla çeşitli işler denedim yeniden, ya ben başarılı olamadım, ya da benim başarılı olmamı istemiyordu işler. Ferdi ve kardeşleri işlerine geri döndüklerinde, yine “Babam sağ olsun!” babamın himmeti(32), Işık amcanın ahir ömründe(33) bir kere daha hacca gitmek arzusu ile Işık Hırdavat’ın çalışanı olmuştum.
Işık amca çok şeyi öğretmişti. Daha doğrusu sözümü şöyle düzelteyim; yaradılışımla ilgili tüm menfiliklere(34), tersliklere rağmen Işık amca her şeyi öğrettiğine kani olunca(35), gözünün arkada kalmayacağı inancıyla eşiyle birlikte tekrar hacca gitmeye karar vermişti.
Başlangıçta bazı yahut da bir şeyleri fark etmemişti Ferhunde. Ta ki bir kısım değişiklikler ve bu değişiklikleri fark eden sekreter hanımın bir sabah temizliğini yaptığı sırada kendisini ikaz etmek gereğini hissettiği ana kadar. O sabah genç patron ya gecikmiş yahut da gelmemiş olsa gerekti;
“Gençsin, alımlısın, bakımlısın, güzelsin! Sakın bazı sözlere, bazı vaatlere kanma!”
“Anlamadım abla, ne demek istediğini!”
“Saf olma dememin kısa boyutlu izahı!”
“Saf değilim, ama söylemek istediklerini biraz daha açar mısın abla?”
“Bak kızım! Belki sana tuhaf gelecek, ama ben bu adam yüzünden ayrıldım kocamdan. Üstelik çocuğumuzu da kabul etmedi eşim. Bu adam bir gün, odasında gördüğün küçük buzdolabından bir şeyler ve arkasındaki dolaptan başka bir şeyler ve iki bardak çıkardı. Kısaca içtik…
Sonrasında kapıyı içeriden kilitledikten sonra iğrençliğini sergiledi bedenimde, üstelik hayvanca. Kocama anlatamadım, berelerimi, morluklarımı. Kısaca yollarımız ayrıldı. Annem ve çocuğumla kaldım ortalıklarda. Şimdi ise tam anlamıyla metresi gibiyim, canı ne zaman isterse, odasında, kanepesinde, kapıyı içeriden kilitleyerek...”
Söylemek istediklerini sıraya koymak, düzenlemek çabasında gibiydi sekreter hanım, derince bir nefes alıp devam etti;
“İtiraz hakkım yok. Çünkü ‘Ya işten atarım, ya da herkese yayarım, yaşadıklarımızı!’ diye tehdit ediyor. Bir türlü cesur olamadım. Arkasındaki dolapta sağ tarafta bir silâhı, sol çekmecesinde ise başka bir silâhı daha var. Bu silâhlar dolu…
Bir gün onlardan birini alıp cesur olacağım, ama ne zaman? Çocuğum olmasa her şey kolay olurdu benim için, annemi bile düşünmezdim, ama boynum bükük.
Ve çok zaman tahammüllü olmam gerekiyor, iğrenç istekleri için”
“Üzüldüm abla! Peki, ben ne yapayım?”
“Sakın kapıyı içeriden kilitleme, ya da kilitlemesine izin verme. Odasındaki dolaplardan çıkardıklarından hiçbir şey içme! Yakınlaşırsa, yakınlaşmaya çalışırsa hemen uzaklaş! Dilerim ki yaşadıklarımı, sen yaşamazsın!”
“Zaten yaşatamaz da…”
İçten pazarlıklı patronun ayak seslerini duyup susmuşlardı…
Bir telefon sesi ve sekreterin telaşlı konuşması ve patronun odasına girişi;
“Çocuğumu okulda dövmüşler!” dedi, ağlamaklı.
Patron insandı(!) arabasının anahtarlarını ve cüzdanından çıkardığı bir miktar parayı masasının üzerine koydu;
“Benim arabamla git ve bana da haber ulaştır!”
Bu, kesin bir emir yahut da talimattı galiba. Sekreter ayrıldıktan sonra patron;
“Ferhunde, şöyle bol köpüklü bir sabah kahvesi yap. Kendine de yap ve gel otur şöyle, iki kelimeyi uç uca ekleyelim!” dedi.
Ferhunde tek kahve hazırlayıp masasına koyduktan sonra kapıya doğru yönelirken;
“Dur kız! Nereye gidiyorsun öyle acele-fecile(36)? ‘Otur!’ demedim mi ben sana?”
“Ne haddime efendim?”
“Bırak şimdi şu patron-işçi ayaklarıyla cilveleşmeyi(37). Gel otur ve söyleyeceklerimi dinle!”
“Anlamadım, bir eksiğim mi var efendim?”
“Ne eksiği? Fazlan var güzelim, senin için çıldırıyorum! Gel karım ol!”
“Ne dediğinizin farkında mısınız efendim? Hem benim gönlümde biri var!”
“O tüysüz, şapşal oğlan mı?”
“O, mükemmel, iyi bir genç efendim!”
Masasının gözünü açtı. Daha önceden düşündükleri için hazırlıklarını yapmış gibiydi, üç imzalı kâğıt çıkardı. Bunlar işe girerken “Tazminat hakkım yoktur!” yazılı kâğıtlara benziyordu;
“Bak bunlar, sizin imzalı kâğıtlarınız, ağabeyinin, senin ve kardeşinin. Bunları şimdi yırtıyorum. Bundan sonra istikbaliniz garanti yani!” dedikten sonra kâğıtları oldukça küçük parçalar halinde yırtarak çöp kutusuna attı. Sonrasında;
“Söylediklerini anlıyorum. Benim isteğim bir gece için karım olman. Ondan sonra kiminle nikâhlanırsan nikâhlan, umurumda olmaz. Üstelik sana yüklüce para da veririm.”
“Herhalde delisiniz!”
“Beni delirten sensin. Gel, kapıyı kilitle, gir koynuma, fabrikanın yarısını senin üstüne yapayım!”
“Sekreterinize de böyle mi demiştiniz, başlangıçta?”
Patron birden durakladı, durgunlaştı, şapşallaştı. Bundan yararlandı Ferhunde;
“Ben şimdi eski işimin başına dönüyorum. Ola ki bir şeyler düşünürsen ben de tekliflerini ve yaşadıklarımı anlatırım, nasıl işinize gelirse? En fazla iki güne kadar da sizi sekreterinizle baş başa bırakır, ağabeyim ve kardeşimle sizi görmeyeceğimiz, kirli paranıza muhtaç olmayacağımız bir yerlere gideriz…”
Kız kardeşinin sinirli tavrından ve daha önce çalıştığı işe geri dönüşünden bir şeyler hissetmişti Ferdi. Ferhunde sessiz kalmayı tercih etmekle beraber gerilimini boşaltmanın da gerektiği düşüncesindeydi.
Akşam servisine binerken Ferhunde;
“Ferda sen eve gidip anneme haber ver, biz ağabeyimle biraz alışveriş edip öyle döneceğiz eve!” dedi.
Bir parka gidip yaşadıklarını ve yaşatmak istenilenleri anlattı ağabeyine. Ağabeyi ses çıkarmadan, bazen dudaklarını ısırarak, bazen yumruğunu sıkarak öylece dinledi kardeşini.
Sabah bana telefon etti Ferdi;
“Ferhan!” dedi. “Bir sebepten dolayı işi bıraktık, üçümüz de. Bana herhangi bir şey olduğu takdirde kardeşlerimi, annemi ortada bırakmayacağına dair söz ver!” dedikten sonra benim hoşuma gitse de, anlamakta zorlandığım bir gerçeği fısıldarcasına söyledi;
“Kardeşimle senin ikinizin de birbirinizde gönlünüz olduğunu biliyorum. Evlenin ve mutlu olun!”
Ferdi o gün servisle fabrikaya geldi belki de son defa. Sekreter hanıma “Günaydın!” dedikten sonra, kapıyı çalmadan doğrudan patronun odasına girdi, onun şaşkınca bakışlarına aldırmadan, öğrendiği dolaptaki silâhı eline aldı, silâhın ağzına mermiyi sürdü ve emretti;
“Kalk ayağa ve diz çök münasebetsiz serseri, davranışı bozuk soytarı” dedi.
Sekreter korkmuşçasına kapıdan bakıyordu, ona döndü Ferdi;
“Korkma bacım, böyle bir herifi dünyadan silmek iyi bir şey, ama yapmayacağım. Siz 112 Ambulans Servisini ve 155 Polisi arayın ve başka hiçbir şey için merak etmeyin.”
Sekreter hanım söylenilenleri yapmak için odayı terk ettiğinde pencere önünde dikilmekte olan patronun apış arasındaki ıslaklık büyümeğe, sonrasında yerde birikmeğe başlamıştı. Kalıbının adamı değildi, korkak patron.
“Yalnız kızlara karşı istekli ve cesursun değil mi? Sana hatıra kalacak bu silâhtaki mermiler.” dedi Ferdi.
Öncesinde ilk mermi ıslaklığın başladığı mahalle oldu, sonrasında da diğer iki mermi her iki dizine.
Patron yere çöküp debelenerek inilderken, o hiçbir şey olmamışçasına patronun edepsizliği yaşadığı kanepeye oturdu, silâhı da yanına koydu.
İçeri giren sekreter silâhı eline aldı ve;
“Anneme ve oğluma bakmaya söz verirsen suçu üstleneyim!” dedi.
“Gerek yok, bacım! Ben niyetimi de, yolumu da, bahtımı da çizdim. Sen üzülme! Sadece doktora, hemşirelere ve de polislere yol göster. Sanırım bundan sonra bu zibidi(38) adamın sana iğrenç teklifleri olmayacaktır…
Ama beni dinlersen bu korkak, uyuşuk ve uyuz herif iyileşene kadar, sen kendine yeni bir iş bul!”
Sonrası mı?
Ferdi hapse girdi doğal olarak. Anladığım şey değil ama taammüt(39) yokmuş, üstelik kışkırtma varmış, aldığı ceza azdı. Söz verdiğim gibi annesini ve kardeşlerini aç-açıkta bırakmadım, kendisini de…
Hapisten çıkınca iş konusunda onun için düşünecektik bir şeyler.
Biz evlendik Ferhunde ile.
Işık Hırdavat’da şimdi birlikte çalışıyoruz Ferda ile. Buna mecburuz da. Ferhunde gün günden ağırlaşıyor çünkü. Bugün-yarın oğlumuz kucağımızda olacak…
Böylece bazı şeyleri, nasıl bu kadar iyi bildiğimi de anlatmış oluyorum, değil mi?...
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküde konu olan bütün işlerde çalıştım. Hatta öyle ki; sonraki yıllarda Sürücü Kursunda direksiyon eğitmeni, futbol hakem ve gözlemciliği ile ilgili dernekte, bir laboratuvarda, birkaç fabrikada daha sorumlu yönetici olarak da çalıştım.
(**) Ferhunde; Kutsal, kutlu, uğurlu. Mutlu, mesut. Mübarek, meymenetli.
Ferhan; Sevinçli, mutlu (Bu Vesile ile; “Uyumak güzel de, kitle halinde uyuyunca sıkıntı büyük oluyor.” Diyen Ferhan ŞENSOY’u rahmetle anmak içimden geldi.
Ferdi; Tek olan. Bireysel, kişisel, şahsi, fertle ilgili olan.
Ferda; Gelecek zaman. Yarın.
(***) Yaptığım işlerle ilgili olarak sadece aklımda kalan birkaç örneği yazmak gayretinde oldum. Yoksa bir kitap kadar ansiklopedik bilgiyi öyküye sığdırmam mümkün olamazdı, hele ki öyküde yer almayan yaptığım işler için bilgileri sıralamaya çalışırsam.
(1) Meal; Anlam, kavram.
(2) Asar-ı Atika; Eski yapılar, yapıtlar.
(3) Sarı Öküz öyküsünü şöyle hatırlatmaya çalışayım;
Otlakların birinde bir öküz sürüsü yaşarmış. Çevredeki aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş. Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış. Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler. Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.
Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış;
"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyoruz bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz''de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."
Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz''ü vermişler aslanlara. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış ama kimseye derdini anlatamamış.
Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk''u istemişler;
"Gördünüz mü ne kadar barışseveriz? Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."
Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk''u teslim etmiş, yine Benekli Öküz karşı çıkmış. Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.
Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle. Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış. Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahale ederek, "Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.
Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride. İçlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.
Boz Öküz, Benekli Öküz''ün sözlerini hatırlayarak, gözleri nemli "Biz" demiş, "Sarı Öküz''ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı..."
(4) Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
(5) Tebligat; Bildirim. Kişilere resmi bir işlem hakkında bilgi verme işlemi.
(6) Dımdızlak; Elindeki her şeylerini kaybetmiş, imkânlarını yitirmiş. Çırılçıplak. Tepesinde hiç saçı kalmamış.
Cascavlak; Çırılçıplak, örtüsüz. Saçsız, tüysüz.
(7) Sırma Kaftan; Rütbe belirten şeritli kaftan. Bir imtiyaz işareti olarak önü ve kolları işlemeli, renk, şerit, düğme, işleme ve kumaşları verilecek şahsın rütbesine ve gördüğü hizmete göre değişiklik gösteren giysi.
Sırma; Altın suyuna batırılarak yaldızlanmış ya da yaldızsız ince gümüş tel.
(8) Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.
(9) Haytalık; Külhanbeylik, kabadayılık, serserilik.
(10) Hırdavat; Çivi, tel, kilit, reze vb. gibi metal eşya. Gereksiz, ufak tefek, değersiz eşey.
Hırdavatçı; Nalbur. Hırdavat satan kişi.
Nalbur; Yapı işlerinde kullanılan çivi, kilit, menteşe gibi ufak tefek gereçleri satan kimse, hırdavatçı. Nal yapan demirci.
(11) İzzeti (İzzetü) İkram; Ağırlama.
(12) Failâtun; Divan edebiyatında sık kullanılan aruz kalıplarından birinin başlangıcıdır. (-.- -/-.- -/-.- -/-.-) Failâtun/ Failâtun/ Failâtun/ Failun. Açık heceler (.) kapalı heceler (-) ile gösterilir.
Newton; Öyküde vurgulanmak istenen Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket Yasası)dır. Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2).
(12) Redükleme; Moleküle oksijen eklenmesi, artı değerin artması ve molekülden hidrojen ayrılması olayı.
(13) Nadir; Ender. Az bulunan, sık rastlanmayan, seyrek.
(14) Tırnak Printerı; Tırnak Süsleme Makinası. Tırnak makinası. Tırnakmatik.
Alabros Tıraş; Fırça gibi dik, sert, sık ve kısa kesilmiş saç.
Ustura Masadı; Ustura bilemekte kullanılan, çelikten yapılmış araç.
Kan Taşı; Kırmızı veya esmer renkte olan doğal demir oksidinden oluşan, yaralardan akan kanı durdurmak için kullanılan mineral. Hematit.
Manikür; Elin ve el tırnaklarının bakımı. El bakımı.
Pedikür; Nasırları yumuşatmak ya da çıkarmak, tırnakları ve deriye batmış tırnakları düzeltmek gibi işlemleri kapsayan ayak bakımı.
Perma; Permanant. Saçların uzun süreli dalgalı kalmasını sağlamak için uygulanan işlem.
Röfle; Saçları yer yer değişik renk tonlarıyla boyama işlemi.
Balyaj; Saçların doğal rengi korunarak yapılan bir saç işlemi.
Mizanpli; Kuaförde saçların kabarık ve dalgalı hale getirildiği şekil.
Şimdilerde hijyenik (sağlıklı, sağlığa uygun) çalışmanın temini için Kuaförlük Eğitim Kurumlarının açıldığı haberini okudum.
(15) Teyel; Seyrek ve eğreti dikiş. Dikilecek parçaların birbirine tutturulması.
Telâ; Giysilerde, yaka ve benzeri yerlerde kumaşla astar arasına konulan ve dik durmayı sağlayan bez.
Kruvaze; Genelde ceket ve yelekler için düğmeyle kapanacak ön parçaları birbiri üstüne binecek biçimde yapılmış olan şekil.
Masura; Tahta, karton, sac ya da plâstikten yapılan üzerine şerit, iplik vb. sarılan koni ya da silindir biçiminde nesne. Çeşme zıvanası.
Degaje Yaka; Dökümlü, hafif açık, serbest yaka.
(16) Revaç; Geçerli ve değerli olma, herkesçe istenme.
(17) Manşon; İki borunun ucunu birleştirmeye yarayan, halkaya benzer parça. Ek bileziği. (Elleri soğuktan korumak için kullanılan astarlanmış kürk, el kürkü).
Burç; Demir aksamın birbirine değmesini engellemek, boşlukları doldurmak amacıyla sarı (pirinç) karbon, plâstik vb.nden yapılan parça. (On iki takımyıldızdan her biri, kale çıkıntısı, savunma kulesi, kayalık yamaç…)
Rotil; Araçlarda süspansiyon sistemini birbirine bağlayan hareketli bağlantı.
(18) Torba Zarf; Antetli kâğıtlardaki, diplomat zarflarda olduğu gibi büyük ebatlı ve kısa olan bir tarafından şu ya da bu şekilde zarfın açıldığı, üstünde şirkete ait logo, adres, telefon bilgisi (hatta patronların, ya da işyeri sahiplerinin adları yazılı) olan zarf.
Barkot; Değişik kalınlıktaki dik çizgi ve boşluklardan oluşan ve verinin otomatik olarak ve hatasız bir biçimde başka bir ortama aktarılması için kullanılan yöntem.
Aydınger Kâğıdı; Parlak yüzeyli, yarı saydam, her çeşit yağdan arı, açık gri mat renkte olan kâğıt.
Bristol Kâğıt; Kartpostal gibi benzer ürünlerde kullanılan bir yüzü beyaz, diğer yüzü hafif kirli, beyaz gibi kartonumsu yapıya sahip kâğıt.
Kuşe Kâğıt; Fotoğraf kâğıdı. Özel üretim, yüzeyi kaplanan parlak ya da mat renkte, rafine, pürüzsüz, stabil yüzeyli kâğıt
Perfore Kâğıt; Teknik olarak yan yana, eşit aralıklarla ve eşit genişliklerle açılmış delikleri olan kâğıt.
(19) Plotter; Bilgisayar teknolojisi yabancı kaynaklı olduğundan çizici anlamında kullanılan bir sözdür. Kalemli ve mürekkep püskürtmeli çeşitleri vardır.
(20) İrtibat; İlişki. İki veya daha çok şeyin birbiriyle bağlı olma, bağlantı.
(21) Salâvatlamak; Uğurlamak. “Güle güle” demek. Mezarına teslim etmek.
(22) Ne Menem; Ne çeşit, ne türlü?
(23) Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu görememek, alınabilinecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.
Nutku Tutulmak; Korkudan heyecandan, şaşkınlıktan ya da öfkeden konuşamaz olmak.
(24) Sotaya Yatmak; Argoda; “Kendini gizlemek, gizlenmek, saklanmak” anlamında kullanılan bir söz.
(25) Angut Gibi Düşünmek (Bakmak, Beklemek, Olmak); Bakışların boş, bomboş, donuk bir şekilde olması halinde. (Aslında angut bir kuştur ve her şeye rağmen eşinin başında ölünceye kadar bekleyen duygusal bir kuş olup Google’da etraflıca anlatımı vardır).
(26) Haydan Gelen Huya Gider; Kolay ve emeksiz elde edilen şeyler çabuk harcanır, çalınır, elden çıkar, yok olur.
(27) Racon; Kural, yol, yöntem. Gösteriş, çalım, fiyaka.
(28) Uluorta; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa.
(29) Safdillik; Saflık, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
(30) Avam; Halkın aşağı tabakası, ayaktakımı, okuması, yazması, ilmi irfanı kıt olan. (Fakirlik, Fakirler Sınıfı)
(31) Çaçaron; Karşısındakini susturacak biçimde, çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze” anlamındadır.
(32) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.
(33) Ahir Ömür ( Ahir-i Ömür); Son ömür, ömrün son demleri anlamındadır.
(34) Menfilik; Terslik, sonuçsuzluk.
(35) Kani Olmak; İnanmak, kanmak, kanaat etmek, fazlasını istememek.
(36) Acele Fecile; Alelacele. Çok acele ederek, çabucak, çarçabuk, acele olarak, çabuk, ivedilikle.
(37) Cilveleşmek; Genellikle kadınlar için kullanılan bir söz. Hoşa gitme, hoş görünme için kırıtmak.
(38) Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.
(39) Taammüt (Taammüd); Bir işi ya da suçu bilerek, tasarlayarak yapma, işleme. Suçu önceden hazırlanarak, tasarlayarak, plânlayarak işleme.