Sicim gibi değil, sulu sepkenden(1) öte bir yağmur yollardaki, kaldırımlardaki tozları, çamurları, çekirdek kabuklarını, kâğıtları velhasıl kendini bilmeyen “Çöpçünün parasını sen mi ödüyorsun?” diyen insanların bıraktıklarını çoktan ilgili mahallere süpürmüş olmasına rağmen hınçla devam ediyordu, çılgın birikimler mazgallardan taşarcasına coşkundu.

Bu birikim adını verdiğimiz çılgınlıklar da asfaltlarda birikintilere neden oluyor, kendini bilmeyen veyahut da birikintilerin farkına anında varamayan insanlar o suları caddelerin dışına hatta yayaların üstlerine-başlarına taşırıyorlardı.

Arkadaşlarımla ben, bilmem kaçıncı yıl yahut da bilmem kaçıncı hafta, ya da ay dönümünde buluşmuştuk, bir münasip zamanda, bir münasip yerde, bilmem kaç senedir olduğu gibi.

Hepimiz altmışları hatta yetmişleri devirmiştik.

Öteye çeyrek zamanı kalmış, birer ayakları çukurda gibi kişilerdik ve her buluşmamızın ertesinde; “Bir daha sefere görüşmek!” dileğiyle diyerek vedalaşıyorduk. Çünkü bir kısım arkadaşları vakitsiz kaybetmiştik. Örneğin sadece bizim bölümden üniversite sınıf arkadaşlarımızdan beşini yitirmiştik.

Her zaman olduğu gibi ölçüyü kaçırmış, dostlarımın “Hanımına telefon ederiz ha!” tehditleriyle hesabı bile ödemeden, bir arkadaşıma, muhtemel bedeli karınca-kararınca(2) tediye ettikten(3) sonra yola koyulmuştum.

Gideceğim yol üzerinde acındıran bir şekilde “Bir şey diyeceğim” diyerek yol kesip, seni yolundan eden, geciktiren dilencilere yahut da kâğıt mendil, yara bandı, firketeleri(4) zorla satmaya, özürleri dolaysıyla duygu sömürüsü(5) yapmağa çalışanlara, belki de gerçekten muhtaç olanlara hiç benzemeyen bir hanım kız, ellerinden tuttuğu 7-8 belki de 9 yaşlarında iki kız çocuğu ile;

“Yardım etmez misiniz ağabey?” demişti kısaca.

O kadar işte!

Gördüğüm kadarıyla ellerinde avuçlarında hiçbir şey yoktu hiçbirinin. Bomboştu hatta. Gönlüm elvermemişti;

“Karnınız mı aç yoksa!”

“Yok amca!”

Genç kızın önce “Ağabey!” sonra “Amca!” deyişi dikkatimden kaçmamıştı, alkol yüklü olmama rağmen. Acaba genç kız bunu, yani alkollü olduğumu mu fark etmişti ki, belki de benden vazgeçmek için? Devam etmeyi zorunluluk hissetti kendisini herhalde;

“Çantamı çaldılar, insanlara, taksilere güvenim yok! Bizi bir otobüse bindirip kart basarak yahut da bedelini ödeyerek evimize gönderebilir misiniz acaba? Taksi tutup da eve gelince bedelini ödemeyi de düşündüm, ama aynı güvensizlik nedeniyle bu çocuklara rağmen uygulamak istemedim. Lütfen!” dedi.

Temiz, ahenkli, düzgün, etkileyici bir Türkçesi, hanımefendi bir yapısı vardı. Güzel, ya da çirkin miydi? Beni ilgilendirmezdi ki!

“Önce söyleyeyim ki, dileğinizi yaşlı-başlı biri olarak bana ilettiğiniz için teşekkür ederim. Eğer gecikmenizde sakınca ve merak eden yoksa karnınız aç mı? Tekrar ediyorum. Bir yerlere gidelim, önce doyunun!”

“Yok amca, evde de doyunuruz gerekirse, şimdilik tek dileğimiz güvenli bir şekilde evimize ulaşmak!”

“O halde gelin!” deyip bir taksi çevirdim. Ön tarafa, şoförün yanına oturdum. Şoföre;

“Ağzımın kokusundan rahatsız oluyorsan, pencereyi aç yahut da ben de arkaya geçeyim!” dedim.

“Yok amca, ne rahatsızlığı, ben de gencim, eşle-dostla bir arada olduğumuz bazı zamanlar, ara sıra ben de yapındırıyorum, hanımımın izin verdiği kadarıyla!” dedi.

“Hah, işte!” dedim. “Tıpkı ben!”

“Amca sağ ol! Eve ulaşınca hemen borcumu öderim!” deyip bir yer tarif etti şoföre, aklımda kalmayan, kalması da zaten mümkün değildi o sarhoş kafayla. Şoför;

“Peki bacım, biliyorum, ama şaşırır sıkışırsam tarif edersin!” dediğinde, şoföre güvenip;

“Haydi Allah size selâmet versin!” deyip neden taksiden inip evime yönelmediğimin cevabını kendime veremiyordum. Demek ki insan her daim kaderinin yönlendirişini yaşıyordu.

Yürüdük ve ben uyuma modunda iken bir yerlere ulaşıp durduk, çocuklar koşuştu, genç kız peşlerinden koşmadan önce şoföre;

“Bir dakika bekleyiniz lütfen! Paranızı getireyim!” diyerek eve yöneldi.

“Veren el, alan elden üstündü. Sağ elinle yaptığından sol elinin haberi olmayacaktı!”

Şoföre;

“Bekleme, yürü oğlum!” dedim.

Nihayeti üç yerine beş ödemiştim, ama önemi yoktu, yardım etmiş, edebilmiş olmak, huzurdu, mutluluktu.

O andan aklımda kalan tek şey o genç kadının adının Deniz oluşu ve o karmaşık sokaktaki cami inşaatı idi. Belki bunları da aklımda tutamayabilirdim eğer benim de adım Deniz ve hiçbir uyarı levhası konulmayan camii inşaatının şoförde yarattığı endişe de olmasaydı!

Küçük kızların adları mı? Belki söylemişlerdi de aklımda kalmamıştı, belki de söylememişler miydi yoksa? Üstelik küçüklerin Deniz’e; “Anne, teyze, hala, abla” gibi deyişleri de çalınmamıştı kulağıma.

Yaşamımda pişman olmayacağım bir anı idi, ne eşime, ne de çocuklarıma anlatmaya gerek görmediğim.

Daha sonraları onları evlerine bıraktığım, inşaatı devam eden camiyi bulup oralarda gezip dolaşmak arzusunu yaşadım. Nedenini içime sindiremediğim veyahut da saklamaya gayret ettiğim bir şekilde.

Çocuklar kimlerdi? Deniz onların anası olamayacak kadar genç gibi geliyordu bana. Bakıcıları mıydı acaba? Böyle düşünmek daha çok işime geliyordu. Çünkü Deniz oğlum için gelin adayıydı gönlümde.

Ve oğlumla onu karşılaştırabilirsem inanıyordum ki oğlumun yüreği hoplayıp ayağa kalkacaktı!

Ha! Deniz onu beğenir miydi? O artık kendi aralarında çözümlenecek bir şeydi. Keşke karşılaşabilseydiler…

Neyse…

Ailem dört kişiydi, iki biz, iki de yetişkin çocuklarımız, evimizde bekleyen! Eşim Aysel, öncesinde dünyaya gelen kızımız için Aysel’in “sel”i, Deniz’in “iz” i olarak birleştirip “Seliz” ismini koymakta ısrarcı olmuştu.

Oğlanın ismini de aynı karışımla, ancak belki de sevgisinin belirtisi olarak benim ismimi de ekleyerek Deniz Ayden koymuştu. Bu vesile ile evde kimin sözünün, dilek ve isteklerinin, düşüncelerinin, kurallarının daha geçerli olduğunu da anlatmış oluyorum.

Gene de içtenlikle söylemem gerekli ki; evde son sözü söylemek benim hakkımdı; “Peki Hatunum, kızım, oğlum!” diyerek!

Eşimin de, benim de emekli oluşumuz çok olmuştu, eski usulde emekli olunca, neredeyse emeklilikten de emekli olmak üzereydik.

Allah devletimize zeval vermesin(6)! Eğer dünya gözüyle kızı da, oğlanı da baş-göz edebilseydik, herhalde göçerken gözlerimiz açık gitmeyecekti.

Aysel’e babadan-atadan kalan ev yaptığımız vasiyet(7), veraset(7) ve mutabakat(7) plânına göre Seliz’in, oturduğumuz ev de Ayden’in olacaktı.

Bize göre bizim varlığımız, damat ve gelin olarak gelecek olanların evlerinin dayanıp döşenmesi sorun yaratmayacaktı. Hele ki gönüllerince isteyip gönüllerinin sultanını ve kraliçelerini bulsunlar, ana-baba olarak bizler için her şey kolaydı.

Hatta gelin hanım isterse kiraya bile çıkardık, babadan-atadan kalan köy evimize de. Damat içinse kiracıyı usulüne uygun olarak evden çıkarmak kolay olacaktı. Olsa-olsa yasaların verdiği imkân kadar oturmayı hak eden kiracının evi boşaltmasında ve boya-badana nedeniyle bir süre gecikme olabilirdi ki, bu da tavşankulağı(8) kadar bir dertti bizim için sadece.

Yeter ki gözümüz açık gitmeyelim, dileğimiz gerçekleşsin, her şeye hazır ve razı idik, ama nerde? Sanki ikisinin de o tarakta bezi(9) yoktu. İkisinde de iş-güç, homini gırtlak(10), püfüdü kandil, tumba yataktı bütün meziyetleri.

Hani bazen televizyonu, bilgisayarı icat edenleri kutlamak yerine eleştirmek içimden geçmiyor değil gibiydi!

Bizlere “Merhaba!” İki kardeş birbirine “N’aber!” deyip odalarına çekilirler, müzik dolapları, televizyonları ve bilgisayarlarıyla kendi dünyalarını yaşarlardı, tabiidir ki bekâr olarak ve bizlerin dünyaya kazık çakmayacağımızın bilincinde olmadan.

Hatta çok zaman akşam yemekleri bile zül(11) gelirdi onlar için. “Öf! Puf! Püf!” ya da benzeri sözlerle yalap-şalap(12) karınlarını doyurup, sanki arkalarından kovalayanlar varmış gibi odalarına dönerlerdi.

Ama “Allah var!” yaptıkları plânlara göre ya Cumartesileri, ya da Pazarları çocuklarımız bizimle idiler. Birinden birinin arabasıyla, çünkü işleri-güçleri iyi olduğundan ikisinin de kendi arabaları vardı, bizleri sabah kahvaltılarına (Brunch(13) mı ne diyorlar), öğle ya da akşam yemeklerine ya da musiki dinlememiz için gece kulüplerine götürüyorlardı.

Söz aramızda bu gece kulüplerine gitmeyi hiç mi hiç sevmiyordum. İki yudum bir şeye heves etsem; “Baba dikkat!” “Deniz, bu yaşına geldin, bırakamadın şu illeti(14), kendine hâkim ol, kolesterolün düşük, tansiyonun yüksek, ilâçlarını aldın mı?..

Kalbinde, ciğerlerinde sıkıntın var, biliyorsun!” gibi sözlerle zehir-zıkkım ederlerdi(15) besteleri, “İçine bilmem ne ederlerdi” musikinin, tıpkı arkadaşlarımın “Hanımına telefon ederiz, ha!” tehditleri gibi.

Bu nedenle o günlere ısrarlara rağmen katılmaz, ya da ufak bir şişeyle gerekli tedariki(!) yapardım ve mutlaka “Çişim gelirdi, lâvaboya gitmem gerekirdi!”

Bilmez miydi Aysel? Bilirdi, ama sıkboğaz etmektense(16) görmezlikten, duymazlıktan gelmesinin uygun olduğunu düşünürdü herhalde, kontrollü olarak ve fakat masadaki tenkit, öneri ve ısrarlarına mutlaka ve mutlaka devam ederek.

Netice itibariyle kırk küsur yıl aynı yastığa baş koyunca, iki yarım yerine bir bütün oluyordu karı-koca, biri diğerinin eksikliğini hisseden.

Bu nedenle değil miydi arka arkaya göçerdi bütünler? Bir yarı gidince diğer yarı bütünün bozulmasına bozulur ve Tanrı onun da dualarını kabul ederdi.

Dünyanın, ya da yaşamın düzeni bu kadar basitti işte! Ötesi mi? Buna insan beyni egemen değildi. O halde öteyi Tanrıya bırakmak en akla gelen uygun yoldu…

Nereden, nereye? Bir muhtaç Deniz, iki kız çocuğu ve yorumlarla dolu bir felsefe. Filozof mu olmak gerekti acaba? Ne haddime? Ben kendi halinde, ben Tanrıya bu kadar kısa ömür verdiği için isyanlarda olan biriydim.

Ha! Tanrı 70-80 yıl yerine 100-200 yıl ömür verseydi, insanın tamahı(17) bitmez, gene de fazlasını isterdi.

Şairin dediği gibi; “Yaş otuz beş, yolun yarısı(18)” ve “Yaş yetmiş, iş bitmiş!” en iyisiydi.

Neyse, uzatmayayım. Yine öyle bir Cumartesi öğleni idi. Çocuklar bu kez bizi İskender için bir kebapçıya götürmüşlerdi.

Yan masadaki genç kız ve çocukların yüzleri bana tanıdık gibi geliyordu, ama nereden çıkartamıyordum başlangıçta, ta ki yanıma gelip elimi öpmeye kalkıştıkları ana kadar;

“Deniz Amca?”

“Deniz Dede!”

“Deniz Dede!”

“Deniz?”

Benim soruma oğlumun sorusu da karıştı aynı ince ayrımla;

“Deniz?”

Hayret etmemem mümkün değildi. Deniz ve kızlar beni tanımış, ben ve oğlum da onları, daha doğrusu oğlum Deniz’i tanımıştı.

“Yağmurlu, garip, endişeli bir akşamda karşılaştığım bir insanlık abidesiyle tekrar karşılaşmış olmanın mutluluğu içindeyim. Ama kendisini daha fazla tanımama imkân vermemişti Deniz Amca…

Ve kaybolup gitmişti, iz bırakmadan. Şimdi karşılaştık sevindim. Hele ki liseden sonra, ilk defa seninle de karşılaşmış olmaktan dolayı sevinçliyim Deniz. Böyle mümtaz(20) bir babanın oğlu senden başkası olamazdı. Zaman akmış, tükenmemiş.

Eğer izniniz olursa bunları ayakta değil de oturup bir yerde çay içerken konuşsak. Çünkü zaman yeterli değil benim için. Hem rahmetli ablamın kocası eniştemle, hem de çocuklarla karşılıklı tanışmış oluruz.”

Sanki bir Türk filminin kareleri içinde gibiydik.

“Hayhay!” dedim, yoksa dedik mi?

Oğlumun Deniz’e, kızımın masada yalnız başına oturana bakışları değişikti.

“Allah’ım rüyalarımız gerçekleşmek üzere mi yoksa?” diye düşünmeden edemedim.

Söylenenlerin, ya da konuştuklarımızın hepsini diyalog şeklinde yazmam mümkün değil. Aklımda kalanları, daha doğrusu beni, bizi ilgilendirenleri sıralamağa çalışayım;

Enteresandır. Deniz ve oğlum Deniz lisedeki öğrenim hayatı boyunca beraberlermiş, hatta yakınlıklarından, yakınlaşmalarından bile söz edilebilirmiş, arkadaşlarının yakıştırdıklarına, kendilerinin düşüncelerine göre. Öğretmenlerinden biri tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün öğretmeninin ona dediği gibi;

“Sen Deniz, o Deniz, ben Deniz. Bundan sonra güzel kız senin adın Deniz olarak kalsın, seninki öteki isminle Ayden, ben de Öğretmen Deniz olayım!” demiş ve o günden sonra Ayden Deniz’e asla Deniz dememiş, hep “Güzel Kız” demiş!

Sonrasında mezuniyet, ayrılan yollar ve geçen yıllar…

Demek ki yakınlıkları gerçek bir yakınlık, ya da gerçek sevgiye dayanan bir birliktelik değilmiş yahut da ben o günlerini öyle yorumlamıştım beynimde yaşatmaya çalıştığım, malûm gayret ve felsefemle.

Deniz, masasında yalnız başına bıraktığı adamın karısının kardeşi, yani baldızı idi söylediği gibi. Genç adamın ismi; Denizhan idi ve eşini genç yaşlarında bir trafik kazasında yitirmişti. Kızlar da o genç adamın kızları Şeniz ve Yeliz idi.

Deniz işini kaybetmek pahasına da olsa, çocuklara bakmak için, “Dünya-ahret(20) bacımsın, sana başka gözle bakamam!” diyen eniştesinin yanında çocuklara bakmış, büyütmüş, okullarına başlatmış ve yeniden dönmüştü öğretmenliğine, eş-dost ve yakınların himmet(21) ve çabaları ile.

Eniştesi çekmiş dünyadan elini-ayağını-eteğini, küsmüş yaşama genç yaşında. Motor-monoton(22) bir yaşam şekline dönüştürmüş yaşamını.

Varı-yoğu çocukları ve kardeşim dediği baldızı Deniz olmuş, eşinden hatıradır diye.

Ev-iş arası yaşantısının dışını tamamen çocuklarına hasretmiş. Yemekler yapmış, gezdirip-tozdurmuş, dışarılara, yemeklere, parklara, gezmelere götürmüş, bir dediklerini iki etmemeğe çalışmış.

Hatta çok zaman Deniz’in toplantıları, dersleri nedeniyle gecikmesi durumunda erinmemiş(23), silmiş, süpürmüş, kızlarının ve kendisinin çamaşırlarını makinede de olsa yıkayıp ütülemişti.

Bir süre…

Uzunca mı, kısaca mı olduğu hatırımda kalmayan bir süre sonra Denizhan, çocuklarıyla “Annem” dediği bir bayan ve Deniz’le gelmişti evimize.

Seliz “Kamuoyu oluşturmuş!” hazırlamıştı bizi zaten.

“Allah’ın emri…”

“Verdik gitti…”

Peki, sonrası? Deniz ne olacaktı?

O akşam balkonda yıllardan sonra ilk defa elini tutmuştu Ayden Deniz’in ve kısaca sormuştu;

“Ne dersin güzel kız?”

Sorudaki mantığı ve dileği anlamıştı Deniz;

“Evet, derim!”

Balkondan içeriye yöneldiler. Ayden;

“Affedersiniz!” diyerek bizi mutfağa yönlendirdi ve tekrar geri döndük. Deniz’in başı eğikti. Boğazımı temizledim:

“Kızımız için ‘Evet!’ dedik, karşılık olarak şu anda büyükleri sizlersiniz, Deniz’i istiyoruz biz de, Ayden için. Sizlerin de bizlere ‘Evet!’ demenizi bekliyoruz. Deniz’in anne ve babasına da ayrıca ulaşmak dileğiyle…”

Denizhan heyecanla;

“Tabii ki evet, hem tüm içtenliğimizle!” dedi.

“Bana söz hakkı düşmez, ama bence de çok iyi bir düşünce. Deniz de mutlu olmaya lâyık ve buna ihtiyacı da var. Sanırım babası-annesi de bunu uygun göreceklerdir!” dedi Denizhan’ın annesi.

Kırk gün-kırk gece mi? İnsanlar mutlu olmayı dilemişlerse böyle şeylere ihtiyaçları var mıydı ki?..

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) Sulu Sepken; Yağmurla karışık bir biçimde yağan kar olmakla birlikte, kişinin bu şekle uygun davranışı.

(2) Karınca Kararınca (Karınca Kaderince); Az da olsa elden geldiğince.

(3) Tediye Etmek; Ödemek.

(4) Firkete; Kadınların saçlarını toplayıp bir arada tutturmak için kullandıkları U biçiminde kemik, bağa,, naylon ya da telden yapılmış bir tür toka. Bazen çengel iğne anlamında da kullanılmaktadır.

(5) Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

(6) Zeval; Yok edilme, yok olma, ortadan kalkma, sona erme, bozulma, kabahat, sorumluluk, suç.

(7) Vasiyet; Bir kimsenin, kendisinin ölümünden sonra yapılmasını istediği ve yerine getirilmesi gereken şey, ya da şeyler.

Veraset; Hak sahibi olmak, mirasçılık.

Mutabakat; Anlaşma, uyuşma, uygunluk, konsensüs.

(8) Tavşan Kulağı Kadar; Yöresel olarak, değer verilmeyecek kadar küçük bir miktar, cüzi, bir gıdım, az bir miktar.

(9) O Taraklarda Bezi Olmamak: Bir halk deyimi olup o işle, o konuyla, o uğraşla her ne ise ilişkisi ve ilgisi olmamak. İlgilenmemek, ilişiği bulunmamak.

(10) Homini gırtlak … Sadece dünyalık zevkler için yaşamak anlamında bir Sezen AKSU şarkısı. Genelde; Ege-Akdeniz yörelerinde oldukça yaygın bir tekerleme şeklinde kullanılmaktadır.

(11) Zül; Ayıplanacak şey, utanç verici, küçültücü davranış. Düşkünlük, alçalma küçülme.

(12) Yalap Şalap; Yalapşap. Baştan savma, üstünkörü, yarım yamalak.

(13) Brunch (Branç); Kahvaltı ile öğle yemeği birleştirilen öğün.

(14) İllet; Hastalık, dert, hastalık derecesinde alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren şey, sebep.

(15) Haram Zıkkım Olsun (Zehir Zıkkım Olsun); Kızgınlık anında; “Gözüne-dizine dursun, emeklerimi, yedirdiklerimi helâl etmiyorum!” gibi anlamlarda kullanılan söz.

(16) Sıkboğaz Etmek; Bir şeyi yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak.

(17) Tamah; Açgözlü davranmak, açgözlülük, çok istemek.

(18) Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. / Dante gibi ortasındayız ömrün. / Delikanlı çağımızdaki cevher, / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, / Gözünün yaşına bakmadan gider… diye başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ” isimli şiirinin başlangıcıdır.

(19) Mümtaz; Seçkin. Ayrı bir yeri olan, üstün tutulan.

(20) Dünya Ahret (Kardeşimsin); Arkasına gelen ismin önemini artıran bir deyiş. (Örnekte; Kardeşlik duygusundan başka bir gözle bakılmadığının ifadesi)

(21) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.

(22) Monoton; Tekdüze, hep aynı tonda, yeknesak, çeşitliliği olmayan, donuk, sıkıcı.

(23) Erinmek; Üşenmek. Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, tembellik yapmak.