Altılı Ganyanın(1) son yarışının son dönemecinde, kendine hiç şans tanınmayan ön sırada bir yarış atı gibi hırslı, hiddetli, gayretli ve kahırlıydı Abdülkerim Öğretmen. Öyle ki kendisine “Nal toplar, Sütçü beygiri, Yarışı bitirebilirse öp de başına koy!” diyenlere mahcubiyet(2) yaşatmak ister gibiydi karşısındakine sözleri, kesik kesik de olsa.
“Bu sitemli konuşmanızı asla kabul etmiyor ve protesto ediyorum Müdire Hanım. Ömrümün sonuna, hizmetimin bitimine yakın bu sözlerinize muhatap olmamalıydım…”
“Yarın hiç kimse yerinden kıpırdamadan gelin sınıfıma. Hem sadece siz değil, tümünüz, hepiniz. Benim çocuklarımın birinin cebinde sigara… Sigarayı bırakın, çiklet, ya da çekirdek gibi bir şey bulursanız, söz veriyorum okulun tavanına asacağım kendimi…”
“Bulamazsanız, siz diz çöküp… İstemem diz çökmenizi, özür dileyebilecek misiniz?”
Yılların birikimi, kırk küsur yıllık öğretmenlik yaşamı geçmişti gözlerinin önünden. Kimleri, kimleri okutmamıştı; profesörler, mühendisler, doktorlar, avukatlar, kaymakamlar, milletvekilleri…
Hatta analı-oğullu-kızlı okuttukları bile vardı içlerinde. Babalı-oğullu-kızlı? Yoktu galiba, ya da aklında kalmamıştı, analılar gibi.
Yaşamında, yaşamının hiçbir bölümünde hiçbir sınıfı “Hababam Sınıfı” olmamıştı, olamazdı da zaten. Yalnızca kendi çabası yüzünden mi? Hayır! Öğrencilerinin ona karşı besledikleri sonsuz sevgisi ve saygıları yüzünden.
Ve de hiçbiri “natık-ı hayvan” kelimesini, yani “insan=akıllı hayvan” kelimesini kabul etmezdi, en başında kendisi engel olurdu böylesi bir benzetmeye.
İnsan; sadece insandı, ya da eskilerden esinlenecek bir deyişle beşerdi…
Hayatının hiç bir devresinde öğrencileri ile yaşamaktan ve de öğretmekten yılmamıştı. Bir saniye bile görevini aksatmamıştı. Gün gelmişti moralleri düzgün olsun diye, ip atlamış, kuka atmış, futbol oynamıştı öğrencileriyle.
Her şeyi bilmesi mümkün değildi ki. Bir keresinde yediği çelmeyle penaltı kazanmış olsa da takımı, ayağı kırılmıştı, bir gün bile yatmamıştı ama. Muhtar yetiştirmişti hastaneye, sonra hemen ertesi günü bastonlarla sekerek gelmişti sevgili çocuklarının başına.
Söylemeğe gerek yok, maç oldu muydu hastaydı Muhtar ve o maçta karşı takımdaydı ve de bacağını eline veren oydu, maalesef.
Muhtar öylesine oynardı ki maçları sanki Tığ-ı teber, şah-ı merden idi.(3)
Abdülkerim Öğretmenin mahallede en iyi anlaştığı kişi; bu genç arkadaşı muhtardı. Seçimde oyunu ona vermek bir yana, yasaların izin verdiği kadarıyla(!) lehine sözler de söylemişti. İki lâfın belini ancak onunla kırabiliyor, sözcüklerin içini ancak onunla boşaltabiliyordu boş zamanlarında.
Hayıflandığı konu ise söylemeğe gerek yok, üstünde hiç mi hiç emeği olmamasıydı. Gücenikti kendinden önce okuyup, büyümesine. Mutluydu da ama! Çünkü mahalleye gerekli olan, gerçekten çalışan biri idi o, hangi partiden, hangi görüşten ve ne olursa olsun.
Bir diğer top oyununda hedef koluydu, Allah’tan ki sol kolu. Gene hastaneye yetiştirilmiş, ama hafta sonunun İstiklâl Marşına yetişmişti Allah’a çok şükür. O öğrencilerinin başından ayrılmamıştı, ya öğrencileri?
Onlar da ayrılmamıştı başından hiçbir an. Evinin dershane haline getirdiği bölümünde hep beraber olmuştu onlarla. Sadece dini bayramlarda değil, resmi bayramlarda, hatta 10 Kasımlarda bile. Öylesine sevecen bir ordusu vardı çünkü.
Şimdi bu taze (belki de genç demek istemişti) Müdire Hanım, yılların birikimine sahip olan ona sitemde bulunuyor, ona sanki onu, yani kendisini şikâyet ediyordu. Olacak iş miydi bu? Haklı olmadığını bile bile hem;
“Sınıfında sigara içen, alkol kullanıp geceden kalanlar varmışmış! Çok gürültü ediyorlarmış da, şehir stadyumundan bile duyuluyormuşmuş!”
En babayiğidi on altı, bilemedin on yedi yaşında olan çocukları yapar mıydılar böyle bir şeyleri? Başladı içinden kendi kendine konuşmaya:
“Gözlerimle görsem bile inanmakta zorluk çekerim. Bakmayın öyle on altı-on yedi yaşlarında dediğime. Sınıfta kalan tek bir öğrencim bile yok. Ama taşradan naklen gelenler, diğer okullardan bir zahmet teşrif edenler(!), ailelerindeki doğumlar-ölümler, ya da nüfusa geç kayıt olanlar dışında yaşı büyük olan hiç kimse yoktu öğrencilerim arasında…”
İçinden geçiriyor olsa da durakladı, devam etmek arzusuyla yeniden;
“Bu saydıklarım da üç-beş kişiyi geçmezdi, devede kulak kabilinden, bir çuval pirinç içinde bir-iki taş parçası gibi. Bir pire için bir yorgan yakılamayacağına göre, olacaktı o kadar.”
Çocuklarına tek söz söyletmek, söylemek mümkün değildi kendisi için. Zeki, çalışkan, gayretli, edepli, terbiyeli, kibar çocuklardı. Hem biri değil, hepsi. Öyle ki; karanlıkta esnerken bile ağızlarını elleriyle kapatırlardı.
Hiç bir zaman Türkçede yazılması zor olan “Cık!” benzeri kelime ile “Hayır!”, “Hı!” kelimesi ile de “Evet!” demezlerdi. Her dileklerinde; “Lütfen, zahmet olacak, mümkün mü, rica etsem…” gibi cümleler kurarlardı. İçlerinde ot gibi yaşayan bir tane bile yoktu.
Zaten okulun en yaşlı ve ıslah etmekte üstüne olmayan öğretmeni o olduğundan, nerede ipini koparan, ıslah olmayan, ya da ıslah olmamakta direnen, hatta anne-babalarının bile ‘illallah!’ dediği çocuklar varsa hepsini onun sınıfına yığıyordu eski müdürler.
Diğer sınıfların öğrenci sayısı otuz-otuz beşi geçmezken Abdülkerim Öğretmenin öğrenci sayısı ellinin üstündeydi, sınıfta adım atacak yer kalmamıştı dese, yeriydi. Üstüne üstelik neler, kimler gelmişti, kimler, neler geçmişti felekten, un elerken deve bile geçmişti elekten!
“Asla ve asla şiddet yanlısı olmadım, tüm başarım ‘Yavrum, Kuzum’ kelimelerini gerektiğinde gereğine uygun kullanmamdı. Aslında mübalâğa(4) gibi görünebilir belki ama sırf şiddet içermekten çekindiğim için Kurban Bayramlarında ‘Kan akıtmak zorunlu’ dense ve buna inansam bile kurban kesmezdim, kesemezdim de. Hatta hatta biraz daha ileriye gideyim, ‘Canlı Balık’ falan yazan lokantalara, ‘Kendin pişir-kendin ye!’ yazılı yerlere asla uğramaz, oraların önünden bile geçmezdim hiç.”
Karşısındakinin ne diyeceğini bilmez tavrı umurunda değildi devam etme arzusunu yaşarken;
“Ve de şunu eklemem gerekti ki; kim demişse ‘Aşkın ömrü üç yıldır(5)’ diye yanlış söylemişti. Meslek hayatımın sonuna gelirken bile öğrencilerime âşıktım ve bu yaşa gelmiş ama bu aşka asla doymamıştım. Ve tükenmesin düşüncesini yaşarken, olmayacağını bile bile; ‘Umut fakirin ekmeği!’ demeyi de unutmamaya çalışıyordum.”
Yerinde doğrulmaya çalıştı büyük dedesinin ismi konulan Pazarcıklı Abdülkerim Öğretmen ya da öğretmenlerin tümünün hitap ettiği gibi “Hoca”. Vücudu taşıyamadı onu.
Direndi ama dayanamadı, bir-iki kere duvar saati sarkacı gibi sallandıktan sonra, kimsenin ona yönelik davranışını kabul etmezcesine, kabul etmek istemezcesine yığıldı, yığılıp kalıverdi olduğu yere.
Şok olmuşlarcasına yerlerinden kıpırdayamadı, ne Müdire Hanım, ne de yakınındaki ya da uzağındaki öğretmenler. Gene de taze(!) Müdire Hanım ilk yardım tecrübesi varmışçasına yerinden acele ile kalkmış, su dolu bardağı Hoca’nın ağzına doğru vermeğe çalışırken, öğretmenlerden birine de kolonya şişesini uzatmasını işaretlemişti.
Suyu kabul etmemişti Hoca. Zaten yaşıyor olsaydı da, “Müdire Hanım Zemzem bile ikram etse içmez!” diye düşünürlerdi öğretmenler herhalde.
Altmış beşinci yaşını tamamlamak üzere olup da senenin bitmesine ramak kala(6) öğrencilerinden nasıl ayrılacağını, kalan günlerde derslerini nasıl tamamlayacağını düşünürken, Müdire Hanımın sitemli sözlerine dayanamamış, sessizlik; omuzlarına binen yükü tahammül edilemeyecek sınırlara yükseltmiş ve teslim edivermişti emanetini mal sahibine anında, hiç kimseye muhannet etmeden(7).
Bu; sonuydu Pazarcıklı Abdülkerim Öğretmenin.
Olacak iş değildi, ama olmuştu. Çok sevdiği, hiç ayrılmak istemediği okul dünyasında, öğretmenlik yaptığı okulunda son bulmuştu yaşamı, belki de istediği, hem arzuladığı gibi…
Müdire Hanım; “Yapacak bir şey yok!” ya da “Kalmadı!” anlamında, ölümüne sebep olmak gibi hiçbir sorumluluğu yaşamazcasına, önce karısına, sonra cankurtarana, en sonunda da “Belki gereklidir!” diye karakola telefon etmişti.
İnisiyatif sahibi(8) olmasa herhalde Müdür yapmazlardı kendisini. Ama Müdür olmak demek “Adam olmak” demek değildi ki. Aksi takdirde yaşının gereğinin oluşumunda bile öğrencilerinin durumunu düşünen birine sitemli sözler söylemek yakışık olmaz, olamazdı.
Dilini ısırmalıydı, sözlerine hâkim olmayı denemeliydi ki aslında kendisine iletilenler de yanlış, hatta yalandı.
Yılların birikimini öğrencilerine aktarmakta hiçbir sıkıntı çekmeyen bir öğretmendi O. Bir defa daha söylemekte yarar var ki; sınıf mevcudunun kalabalık olmasına rağmen okulun hiç tembeli olmayan tek sınıfının öğretmeniydi o.
Bırakın bir kenara tembelliği, tüm öğrenciler mutlaka ve mutlaka takdir almasalar bile teşekkür alıyorlardı her öğretim yılı sonunda.
Bu öğretmen, yani tüm öğrencilerinin bildiği isimle Abdülkerim Öğretmen yaşamıyordu şu anda, tükenmişti ve masanın dibinin kenarında 4 numara gibi büzülmüş yatıyordu. Hiç kimsenin aklından; “Kaldıralım da düzgün bir yere yatıralım!” demek geçmiyordu…
Abdülkerim Öğretmenin sonu böyleydi, peki ya başlangıcı?...
Şehirde doğmuştu Abdülkerim Öğretmen, tevellüt(9) bilmem kaç?
Öğretmen olan anne ve babasının yaşamda tek, biricik çocukları, oğulları imiş kendisi. “Ben de örtmen olcam!” demiş, dilinin ilk döndüğünde. Hep tevekkülle(10) yaşamış! Ve öğretmen olmuş, ama önce adam olmuş, adam olmayı öğrenerek.
Bir kızı sevmiş o her gencin yaşadığı zamanlardaki gibi, olamamış ve dolayısıyla alamamış o genç kızı eş olarak, ailesi vermemiş kızlarını kendisine, kızcağız da kavuşamamış sevdiğine, o zamanlar veremden ölmek modaymış(!) genç kız da verem olup ölmüş.
Daha sonraları anne-babası; “Everelim!” demişler. “Peki!” demiş sadece, veremden ölmemiş, ölememiş olmasına kahırlanarak, hayıflanarak, şimdiki karısı ile görücü usulü evlenmiş(11). Allah var, iyi insandı karısı, adam gibi adamdı hem.
Yaşam bazen terbiye etmek ister ya insanı, evlendiklerinde kendileri gerdeğe girerken düğüne gelen akrabalarının arabalarından biri kaza yapmış, ikisi hemen, biri sonradan, üç ölü, iki yaralı olması o günlerden kalan acı bir hatıra idi onlara. Sadece o mu?
Evliliklerinin daha yılı dolmadan onları özleyen ve ziyarete gelmek üzere yola çıkan babalar ve anneler, yani dünürler de bir trafik kazasında topluca kendilerini yalnız bırakmak için and içmişlerdi sanki.
Terk-i hayat etmek(12) kolaydı anneler, babalar için, hem bir çırpıda. Kendilerinin hayatta tamamen yalnız kalacaklarını düşünmeden ve hepsi birden uymuşlardı Tanrı’nın buyruğuna.
Tanrı’ya isyan değil ama “Hepsini birden alıp da ne yapacaktı ki Tanrı?” diye düşünmeden edememişti!
Hayatında hiçbir zaman ilenmemişti(13), gene de söylediği ilenmek sayılmazdı, hepsinin kaybıyla duyduğu acıyı hafifletmek gibi düşünülebilirdi (belki). Çünkü şikâyet kelimesinin dağarcığında(4) bile yeri yoktu, olamazdı da.
Her insanın ayıbı, kusuru, hatası, günahı olabilirdi. Ama onun içki, sigara gibi yanlış alışkanlıkları yoktu, hem başlangıçtan itibaren, yaşadığı ana kadar. Tek eksikliğini duyduğu şey evlât ve evlât sevgisi idi. Tanrı büyüklüğünü göstermiş(!), zürriyeti kesilmiş(15), kendisini tamamen öğrenci çocuklarına vermiş.
Hiç çocuk sahibi olmamış olmasına rağmen binlerce çocuğu olmuştu. Makûs talih(16) olarak yorumlamıyordu bu nedenle talihini. Kısaca; bahtı kara da değildi, sevdikleri ile birlikte olduğundan, onlarla beraber yaşadığından.
Tabii, etkilenmediği olaylar da yaşamamış değildi, tıpkı ölümünün nedeni gibi. Yılmamış, dolaşmıştı dağ-bayır, şehir-köy, kent-kasaba…
Dile kolay, çocukluğu hariç bir ömür. Ve küskünlüğü kanunların, pardon yasaların zorlamasıyla olmasaydı, 65 yaş mecburiyeti gibi(17), ölümüne kadar da terk etmeyecekti idealini. Bir bakıma sonuçta bu düşüncesi gerçekleşmişti, arzusu gibi.
Yasaları çıkaranlara sitem etmek ne kelime? O yetiştirmişti o yasaları çıkaranları, her ne kadar gücenik gibi davranıyor gözükse de, vardı onların bir bildiği. Yoksa “Yaş 65 yolun sonu eder!” diye bir kural mı vardı?
Burada Öğretmenin ilkeleriyle ilgili olarak bir parantez açmak gerekli olacak galiba. Her ne kadar Abdülkerim Öğretmen, eskiden kalan bir isimle anılan eski toprak olsa da, ara sıra ağzından; Osmanlıca-Farsça-Arapça kelimeler kaçsa da öz Türkçeye meraklı, Türkçeye âşık bir insandı. Şiirler yazardı ara sıra. Ve okur-okur-okurdu.
Örneğin; “Yaş altmış beş, yolun sonu mu?” dediğinde; o muhteşem şairin “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” şiiri(18) gelmişti aklına. Ayrıca “Senin de yolun biter, diner gözünde yaşlar!(19)” dizeleri. Son günlerde bu nedenle göz pınarları kurumuştu, sessizce ağlamıştı tuvaletinde, banyosunda. Ne hanımı duymuştu kendisini, ne de ev sahibi.
“Bir gece ansızın gelecek!” diye beklerdi ölümünü. (Bir ara, ölmemiş olsaydı, ya da birkaç dakikalığına da olsa ölümden geri dönseydi, ya da bir iki dakika daha yaşasaydı; “Hiç böyle bir ölümü beklemezdim!” der miydi ki acaba, özellikle Müdire Hanıma?)
Ve birkaç yıl evvel sıraladığı dizeleri hatırladı(20), açtı defterini tekrar okudu:;
“Al eline kâğıt kalemi, bekleme kimseden yardım,
Yaz birer birer, neler yaptın ömrünce, neler yapmadın?
Doğru ol! Kurusa da dudakların, kalmasa da tadın,
Yaş olmuş altmış çünkü... Teneşire kalmış birkaç adım.
Geç anladıkların vardır belki de, etme sitem sakın!
Geç buldukların vardır belki, unutup anma ki yakın,
Geç gördüklerini, duyduklarını sil de şöyle bakın,
Yaş olmuş altmış çünkü... Teneşire kalmış birkaç adım.
Biliyor insan ateşin yakıp, suyun söndürdüğünü,
Benimsiyor menekşenin üzüp, gülün güldürdüğünü,
Anladığında da geç oluyor, aşkın öldürdüğünü,
Yaş olmuş altmış çünkü... Teneşire kalmış birkaç adım.
Günler yirmi dört saat, artısız geçiyor sabah akşam,
Tasarruf etmek zor, geçecek her salise, neye baksan,
Yaptığın iyiliği, sevabı önüne koyup tartsan,
Yaş olmuş altmış çünkü... Teneşire kalmış birkaç adım.
‘Er kişi niyetine!’ durmalı safta insanlar bir bir,
Düşünmelisin... Hevesle kucaklayacak seni kabir,
‘Dost bildiklerin(!)’ resmini sonra da hatırlayabilir,
Yaş olmuş altmış çünkü... Teneşire kalmış birkaç adım(20).”
Ve bununla ilgili kulağına çalınan bir olay vardı, ispat edemediği: Ülkenin birinde, yaşı 65 olanların Sürücü Belgeleri, yani ehliyetleri ellerinden alınıyormuş ve trafikte araç kullanmalarına izin verilmiyormuş.
Demokratik bir hakkın engellenmesi gibi yorumlansa da, diğer insanların haklarının korunması olarak düşünüldüğünde yararlı bir uygulama(21) diye düşünmüştü, kendi arabası olmadığı, hatta böyle bir özenci olmasa dahi.
Hoş, böyle bir özenci olsa dahi neye yarardı ki? Allah ele muhtaç etmesin, ama kazancı ev kirasına, boğazlarına ve tek-tük ihtiyaçlarına ancak yetiyordu.
Köyü-şehiri yoktu bildiği, bilebildiği, ya da aklında kalan, ne dikili bir fidanı, ne bir evlek(22) toprağı olmuştu. Çulsuz(23) gelmişti dünyaya sabahlardan birinde, “Çok kar yağdığı bir gündü, ayaz vardı!” tarihini ailesinin hatırlamadığı, çulsuz dönecekti Yaradan’ına.
Kış aylarında doğduğunu bu sözler nedeniyle çok iyi bilmişti! Ancak kafa kâğıdında Temmuzun bilmem kaç yazılıydı!
Allah’tan karısı imanlı ve bilgili bir Müslümandı, “Ahir ömrümüzde(24)” ne olur, ne olmaz koyalım kefenlerimizi bohçalarına ve gerekli bedelleri de bir kenara!” demişti.
Demişti de kendinden sonrası ne olacaktı onun için? Düşünmeliydi mutlaka Abdülkerim Öğretmen. Karısının memlekette bir kız kardeşi vardı, bildiği. Ama cenazede karşılaşması hariç, evleneli beri, bir daha ve bir kere bile görmemişti onun yüzünü.
O halde Devlet Baba elinden tutarsa, kendinden kalacak maaş artığıyla “Huzurevi” yolcusu olacaktı karısı. Ölümünü duyacak öğrencilerinden de el uzatacaklar da olur muydu dul karısına? Belki!
Öğretmen olarak yapmayı, daha doğrusu yönlendirmeyi arzuladığı şeylerden biri de dinini-imanını öğrenmeleriydi öğrencilerinin. Onlara ülkelerini, bayraklarını, “Tarihten önce olup, tarihten sonra da olacaklarını(25)”, Türkçeyi öğretmişti de ama din konusunda aktarabildikleri ancak “Din Dersi” ile sınırlıydı.
Bu nedenle Caminin Hocası ile konuşmuştu ve çocuklarının bu konuda öğrenmelerine önayak olmak istemişti. Çünkü “Verecek ışığı olmayanlar karanlığı severlerdi!(26)”
O, çocuklarının eğer yönlerini çizecek etkinliği yaşamak istiyorlarsa yollarını ona göre çizmelerinin gerektiği kanaatindeydi. Bir farkla ki; mahalledeki bilmem ne apartmanının alt katındaki mescitte sadece kulaktan dolma bilgilerle, Kur’an’da yazılı olanları anlamamasına rağmen tecvitli okumasına(27) güvenerek fahri olarak imamlık(28) yapan hocaya gitmelerini istemiyordu çocuklarının.
Hoş, kendisinin de bildiklerine göre namaz sonlarındaki hocayı ikazları hocayı memnun etmemiş, zaten bu nedenle de yıldızları barışmamıştı. Hem de hiç.
Binamaz(29) değildi, ama imama uymak yerine Allah’ına karşı görevlerini, “Günah gibi ibadet de gizli olmalı” felsefesi ile evinde yapardı.
Bu nedenle teravihlerde ve Cuma namazlarında bile o hocanın arkasında durmaktansa uzaktaki camiye gitmeyi yeğ tutmuştu(30). Öğrencilerine de bunun için mescit yerine camiye gitmelerini öğütlemiş, önermişti.
Gelelim en can alıcı ve belki de ölümüne neden olan o günlerin hemen arifelerinde yaşadığı birinci sebebe;
Son sınıftaki kız öğrencilerinden biri idi o… İsmine gerek yok. Dünür(31) gelmişti. Daha on beşini bile bitirmemişti, belki de henüz bitirmişti taze.
Abisi, hatta daha da gerçekçi olarak söylemek gerekirse babası yaşındaki, eşini kaybetmiş bir kişi dünür göndermiş, kendisi de utanmamış beraber gelmişti evlerine dünürle.
Olacak iş değildi. Neden mi? Çünkü o adamın en küçük kızı, eşi olmasını istediği kızla aynı sınıfta idiler, hatta aynı sırada beraber oturuyorlardı.
Çok dokunmuştu bu Abdülkerim Öğretmene. “Herkes haddini bilmeli!” demişti, düşünceli düşünceli okula yöneldiğinde. Oysa Müdire Hanımın suçlayışı anlamsızdı.
Belki de bu olayı kazı-koz(32) gibi yorumlayan Müdire Hanım, haksız bir şekilde Abdülkerim Öğretmene farklı konuda sitemde bulunmuş ve gerçektir ki öğretmeninin katili olmuştu.
Öyle değil mi?...
YAZANIN NOTLARI:
(1) Altılı Ganyan; At yarışlarında sıralı olarak koşudaki atların altısının sıralı olarak tahmin edildiği bahis.
(2) Mahcubiyet; Utangaçlık, sıkılganlık.
(3) Tığ-ı Teber, (Tığteber) Şah-ı Merden; Aslında; “Tığ; silâh, teber; hilâl biçimli, şah-ı merden; mertlerin şahı şeklindedir Öyküde kastedilen de budur, her ne sözün sahibinin Hazreti Ali olduğu bilinirse de. Türkçemize yerleşmiş anlamı; sersefil kalmak, beterden beter, ya da rezilden rezil olmak, elinde avucunda ne varsa yitirmiş, her şeyini kaybetmiş olmanın sonucu gibi bir anlamdadır.
(4) Mübalağa; Abartma. Herhangi bir şeyi tasvir veya tarif ederken sözün etkisini güçlendirmek için olduğundan fazla veya eksik gösterme.
(5) Aşkın ömrü 3 yıldır; Frédéric BEIGBADER’e ait bir kitabın adı.
(6) Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.
(7) Muhannet Etmek; Alçaklık, korkaklık, namertlik, sadistlik etmek. İçten pazarlıklı olmak.
(8) İnisiyatif; Bir kimsenin alınması gereken kararı öncelikle ve kendiliğinden alabilmek konusundaki yeterliliği, üstünlüğü, niteliği. Karar verme yetisi. Bir şeyi yapmaya öncelikle davranma, önceliği ele alma, öncecilik.
(9) Tevellüt; Doğma, doğum (Tarihi).
(10) Tevekkül; Tanrı iradesine boyun eğme, işin sonun Tanrı’ya bırakma, her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme. Bir bakıma sorumlulukla ilgili her şeyi Tanrı üzerine atma, havale etme. Allah’a, kaza ve kadere inancımız. Hedefe ulaşmak için maddi ve manevi her türlü sebebe sarıldıktan, başvurulduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra olayların sonucunu Allah’a bırakmak. Tevekkülden önce, gerekli tedbirlerin alınması da gereklidir doğal olarak.
(11) Görücü Usulü Evlilik; Arada aşk olmadan, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması, oğlanın ailesiyle kızın görülmeye gidilmesi, belki fotoğraflarla kız ve oğlanın tanışması ve sonrasına “Siz bilirsiniz?” reklâmıyla oluşan evlilik.
(12) Terk-i Hayat; Ölme.
(13) İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.
(14) Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.
(15) Zürriyeti Kesilmek; Çocuğu olmaması, ya da başka nedenlerle soyunu devam ettirecek bir durum yoksa sülâlesi, soyu sopu kalmamak,
(16) Makûs Talih; Uğursuz, şanssız talih. Eskiden değişmeyen, şanssızlık dolu, ters giden, düzelmeyen talih anlamında kullanılan bir deyim.
(17) 65 Yaş Zorunlu Emeklilik; 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununa göre zorunlu yaş haddinden emeklilikte 65 yaş tarihinin tamamlandığı tarih esas alınmaktadır.
(18) Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. / Dante gibi ortasındayız ömrün. / Delikanlı çağımızdaki cevher, / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, / Gözünün yaşına bakmadan gider… diye başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ” isimli şiirinin başlangıcıdır
(19) Bana henüz yolunun sonu budur; denmedi / Ben ömrümü harcadım bu yollar tükenmedi… ortalara doğru bir yerlerinde de; “Düştüğüm yollar gibi sonsuzdur benim tasam / Bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam…” Ve sonuna doğru bir yerlerde de; “Senin de yolun biter, diner gözünde yaşlar / Benim uğursuz yolum bittiği yerden başlar!” denilmektedir. YOLCU ve ARABACI, Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
(20) KARATEKİN, Erol. 2000 Yılı. “60 YAŞ EZGİSİ” Dizeleri.
(21) Kişilerin Ehliyetlerinin 65 Yaş Sınırı İle Alınması; Bu ülkenin Japonya olduğu söylenir. Oysa 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunda yapılan değişikliklerle bizde sağırların H Sınıfı Sürücü Belgesi ile araç kullanmaları mümkün. Alkol promil derecesinin sıfır nokta elliden bir nokta sıfıra çıkarılması ile şehir dışı hız limitlerinin şehirlerarası çift yönlü karayollarında 90 Km/Saate, bölünmüş yollarda 100 Km/Saate, Otoyollarda 120 Km/Saate uygun mudur acaba?
(22) Evlek; Tarlanın tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri olmakla beraber yöresel olarak bir dönümün dörtte birine (yani 250 m2 lik bölümüne) verilen ad. Ayrıca suyolu anlamındadır.
(23) Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.
(24) Ahir Ömür; Türkçemizde böyle bir deyim, ya da söz dizisi yok. Aslı; Ahir-i ömür olup son ömür, ömrün son demleri anlamındadır.
(25) Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız; Cemal Reşit REY’in bestelediği Yedek Subay Marşı.
(26) Verecek ışığı olmayanlar karanlığı severler! (Ç)ALINTI
(27) Tecvidli (Tecvitli) Okuma; Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi.
(28) Fahri İmamlık; Kadrosu boş olan bir camiye Devlet Kadrolu bir imam atanıncaya kadar gönüllü olarak görev yapan kişiye denir. Bu kişi genelde ya eski imam, ya da müezzin olur ve gerekirse görevinin gereği olan ücret mahalle halkı ya da köylü tarafından ödenir.
Bu konu genelde Vekil İmamlık ile karıştırılmaktadır.
Vekil İmamlık; Herhangi bir nedenle görevlisi geçici olarak boşalan kadrolu bir camiye kadrolu camii görevlisinin yerine vekâleten bakmak üzere bir görevli seçilir. Bu kişi asil görevlinin 2/3 maaş ile asil görevlinin yerine bakar, maaşını devletten alır ve asil görevli gelince vekil olanın görevi biter.
(29) Binamaz: Namaz kılmayan anlamında olan bu kelime halk arasında yanlış olarak “Beynamaz” şeklinde söylenmektedir.
(30) Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.
(31) Dünür; Evlenmeye karar veren eşlerin evlenip karı koca olduktan sonra baba ve annelerinin birbirlerine göre durumu. Ayrıca kız istemeye giden erkek tarafındaki kimselere de aynı ad verilir.
(32) Kazı Koz Anlamak; Söylenen sözü yanlış, ters anlamak.