Üç kız kardeş…

Üçü de nevi şahsına münhasır(1) denilen tipten. İsimleri büyükten küçüğe Tülin, Selin, Pelin idi. Büyüklerinin, daha doğrusu sadece annelerinin onlar için uygun gördüğü.

Genelde Kur’an’ı Kerim’in ilgili ayetinde; “Birbirinizi ayıplamayın, kötü lâkaplarla çağırmayın!(2)” denmesine rağmen Tülin; Çaçaron(3), Selin; Dombili(3), Pelin de Dişlek(3), Çarpık Bacak(3) olarak anılırdı, fiziksel özellikleri göz önüne alınarak.

Gerçekten söylenilenlere uygundu yapıları. Hani bu gıybetse(4), Allah günah yazmasın!

Üç kız kardeş ve anneleri, şehrin göbeğinde rahmetli babalarından kalan ve müteahhitlerin adam başı ikişer-üçer daire teklif etmelerine rağmen ısrarla kulak arkası ettikleri(5) tekliflere aldırmaksızın gecekondudan iyileştirilmiş bahçeli evlerinde oturuyorlardı.

Kızların ve annelerinin ayrı-ayrı odaları vardı. Babaları onlar doğdukça gecekonduyu kendi imkânları ile genişletmiş, en sonunda bugünkü haline getirmesinin 3-5 yıl sonrasında eceliyle(!) terki diyar etmiş(6), yani göçmüştü.

Anneleri için uydurulan lâkap kızların kendileri için söylenenlerden farklı değildi, babalarının cenaze töreninde;

“Cazgır(3) bir Erkek Fatma’ya, düztabana(3) bu kadar yıl tahammül etmek bile başarı!” demişlerdi. Gerçekten on yıla varmamıştı evliliklerinin süresi hay-huy(7) içinde.

Bu arada hemen eklemek gerekir ki; etraftakiler kızların takma adları, yani lâkapları yanında kendi adlarını da bilirlerdi. Çünkü anneleri onları; “Tülin-Selin-Pelin” diye tekerleme şeklinde çağırırdı.

Ama kızları kendisini hep “Anne” diye isimlendirdiklerinden dolayı çevrede kimse annelerinin adını bilmezdi, muhtemelen mezarında talkını verecek hoca dışında. Eğer kadıncağız uzaktaysa çevresindeki insanlar tarafından “Cazgır, düztaban” gibi unvanları yanında akla gelebilecek diğer unvanlardan(8) da nasibine ulaşan kadarını hak ederdi(!).

Yok, eğer insanlar yakınlardaysa “Şey!” derlerdi sadece, ne “Bayan”, ne “Hanımefendi” demek yahut benzeri bir şekilde hitap etmek içlerinden gelmezdi insan denilen varlıkların (galiba).

Anlatılanlara yahut da duyulanlara, dedikodulara göre “Sadist(9)” bir varlığı varmış onun, saymakla bitmeyecek.

Birkaç tanesi şöyle.

Evlendiğinde, (söylemeğe gerek yok damat, mıymıy(9), gariban(9), sessiz-sedasız, gerçek bir iç güveyi(9)) sevenleri, espri olsun diye odalarına bir kedi koymuşlar. Damat sözüm ona; “Kim koymuş bu kediyi buraya?” diye sorarken ensesinden tutup pencereden dışarı atıp gelinin gözünü ilk günden korkutacak(mıştı).

Oysa Cazgır atik davranmış; “Nereden gelmiş bu kedi?” demesiyle birlikte kediyi tutup camdan dışarı atması bir olmuş. Zaten başka bir şey beklenmesi de olası değilmiş.

Denildiğine göre, kocasının o günden, yani başlangıçtan öldüğü güne kadar sesi-sedası çıkmamış, hem de hiç mi hiç!

Buna, sırasıyla aileye katılan kızların da annelerinin yanında yer almalarını eklersek gariban babanın erken ölümünün nedeni daha iyi anlaşılır herhalde. Bu olayda kedinin boğulup atıldığı da söylenmişse de, buna anlatanların yahut dedikoduyu yapanların bile inanmadığı bir gerçek olmalıydı. Çünkü yaşanan ikinci bir kedi olayı daha vardı ki kedicik; “Sizlere ömür!” olmuştu. Şöyle ki;

Mutfağına girmek şanssızlığını yaşayan kediyi yakalayan kadın, kediciğin tüm debelenmelerine(10) aldırmaksızın boynuna ve kuyruğuna ip bağlamış, ikisi ortasına da bir konserve kutusu bağlayıp kutuya tekme atınca, ne olduğunu anlayamayıp gürültüden ürken kedicik arkasına bakmadan kaçar-koşar, teneke kutu da peşinden doğal olarak.

Nefesi kesilmek üzereyken bir ağacın dalları arasına sinen kedicik, sessizliğe kanıp ağaçtan inmek üzereyken kendi idam fermanını(11) imzaladığından da habersizdir. Konserve kutusu ağacın dallarından birine takılır, kedicik intihar eder(!) ve günlerce o dalda öylece asılı kalır. Leşini bir çöpçü sevabına alıp çöp kamyonuna atar…

Ha! Bu işi Cazgır mı yapmıştı? Kesin olarak bilen yoktu, ama olsa-olsa, yüzde yüze yakın ona yakıştırılacak bir olasılıktı bu. Malûm ya, adı çıkmıştı dokuza, inmezdi sekize!

Kadıncağızın yine sadistliği ile ilgili bir başka tevatür(12) (herhalde yalan olma olasılığı oldukça fazla olsa gerek) kestirdiği bir kurbanın kanını avucuna doldurarak içmesiydi ki, artık şifa niyetine mi, dua niyetine mi, sevap niyetine mi, cehennemden kurtulmak için Sırat Köprüsünden kolayca geçmek niyetine miydi davranışı, bilinmez…

Bir başkası…

Bir gün gözleme mi ne yaparken sokakta oynayan çocukların aşırı gürültü yapmaları nedeniyle birini yakalayıp başına yağlı eliyle vurması şeklinde yanlış bir davranışıydı. Çocuğun annesi;

“Ne biçim yağmış bu, yahu? Çocuğun başını yarım saat sıcak suyla yıkadım, sinen koku çıkmadı!” demiş. Babası da bakmış olacak gibi değil, çocuğu berbere götürüp sıfır numara ile tıraş ettirmiş çocuğun saçlarını. Ama kimse de ses çıkarmamış, muhtemelen çıkaramamış!

Yine böyle gürültülü bir top oyununda atılan top tesadüfen camını kırmış:

“Kim kırdı?”

“Şu kırdı!”

Topu önce bıçakla ikiye ayırdıktan sonra, şalvarının cebine birkaç parça taş koyup erinmeden çocuğun evine gitmiş. Çocuk korkmuş, evde saklanma gayretinde. Kapıya dayanmış Cazgır. Onunla “Lâf Ebeliği(13) yapmak!” kolay mı?

“Camı kırdı çocuğun, hemen taktır!”

“Sen de onun topunu patlatmışsın!”

“Yani camı taktırmıyor musun?”

“Taktırmıyorum! Git! Bildiğin yere şikâyet et!”

Cazgır cebindeki taşlardan birini çıkartıp camlardan birine fırlatır. Cam aşağıya iner;

“Sen istersen git, beni bildiğin yere şikâyet et!” derken ikinci taşı hazır etmişti eline ve tekrar sormuştu;

“Taktırmıyor musun?”

Çocuğun annesinin de sinirleri tepesinde;

“Taktırmıyorum ülen, n’olucak?”

İkinci taşla ikinci cam da iner aşağıya.

“Benden günah gitti! Cebimde daha birkaç taş daha var! “ deyince akıbetinden şüpheli olan kadın;

“Hemen telefon edip camcıyı çağırıyorum!” der.

Bunun devamında, camcının anlattığına göre; “1 mm.lik camlar zayıf oluyormuş, 2-2,5 mm.lik cam taksa daha iyi olurmuş!” demişti Cazgır.

Sıkı mıydı camcının “Hayır!” demesi?

Bir pazarcı anlatmıştı;

“12.00 Liralık sebze-meyve almış, cebinden 6.90 lira çıkarmış. Önce teklif, sonra rica, sonrasında da tehdit etmiş. Pazarcı da; ‘Nuh demiş, peygamber dememiş!’  

Cazgır; ‘Peki!’ demiş. Almak istediklerinin hepsini pazarcının sehpasına koymuş, ancak kaza ile(!) bütün tabla, devrilmiş nedense? Pazarcının yaşadığı telâş içinde ‘pirincin taşını ayıklaması’ oldukça zor, güç ve zaman alıcı olmuş…”

Bir konfeksiyoncunun anlatışı şöyleydi;

250 Liralık bir şeye en son 100 lira teklif etmiş. Sonuç mağazanın diğer sahibi cebinden 10 lirayı ödemiş de o şey kendisine 100 liraya mal olmuş, mağaza ise 110 lira almış gibi olmuş!

Bir de diğer bir konfeksiyoncunun başına gelen var anlatılan;

Raftaki bir sürü kumaş topunu indirtmiş, ona bakmış, buna bakmış, dudak bükmüş, burun kıvırmış, kafa sallamış, ağzından anlaşılmaz sesler dökülmüş, sonunda hiçbirini beğenmeyip, teşekkür bile etmeden “Biz sonra gene geliriz!” deyip sırtını dönmesi olmuş.

Türk satıcı herhalde “Güle güle!” dememiş. Yahudi satıcı olsaydı; “Yine bekleriz efendim!” derdi herhalde, değil mi?

Ancak bu olay Türk satıcıya ders olmuştu meselâ! O günden sonra gelen her müşteriye, sanki mağazaya girenin alması zorunlulukmuş gibi; “Alacaksanız topları indireyim!” der olmuş.

Tesadüf Cazgır gelmiş yeniden ve aynı terane(14). Ama Cazgır akıllı, hemen dışarı çıkıp Belediye Zabıtası ile birlikte gelmiş ve adamcağıza yüklü bir ceza makbuzu kestirmişti. Buna rağmen raflardaki toplardan neredeyse yarıya yakınını indirtip açtırıp bakmış ve yine almadan ve teşekkür etmeden sırtını dönmüştü. Bu kere Zabıta Memuru da şaşkınlaşmış!

Hiç mi iyi huyu yoktu Cazgır’ın? Olmaz olur mu? Her ne kadar ekmek seçerek fırıncıyla, kıymanın yağı nedeniyle kasapla, çürük-çarık konusunda pazarcıyla, çöpçüyle, sütçüyle, sucuyla kavga etmiş olsa da, sokak köpek ve kedileri için bir taneydi.

Elde kalmış ekmekleri, etleri, kemikleri toplar, ekmekleri ıslatır, hususi tavasında etleri ve kemikleri işler, her ne kadar adı “Kedi Katiline” çıkmış olsa da onları ve su taslarını çöp konteynırının(15) gölgesine koyardı kadrolu köpek-kediler için. O köpek ve kediler de zamanlarını bilir, kavga etmeden doyununcaya kadar beslerlerdi kendilerini.

Güvercinler için ayrı bir yeri vardı. Herhangi bir sıkıntıları olmaması için ağaçlardan birine yaptığı iskeleye, ya da tablaya kuru ekmeklerin bir kısmını ıslatarak koyardı, ayrıca su tasları da vardı güvercinlerin, her gün devirdikleri ve kendisinin yılmadan yıkayıp, temizleyip değiştirdiği.

Her hafta en az bir liralık mısır-buğday-arpa karışımı alırdı mutfak penceresinin müdavimi(16) olan kumrular için. Onlara yaklaşan güvercin ve kargaları nöbetleşe kovalardı aile.

Tüm bu işleri görevli gibi çekinmeden, erinmeden(17) her gün düzenli olarak yapardı.

Bunlara ek olarak, belki de en önemli insanlık belirtisi şeklinde yorumlanacak bir güzelliği; biri cumartesi, diğeri pazar günleri saat 10.00-11.00 arası kendisini ziyaret etmeyi unutmayan, asla başını çevirmediği, boş olarak göndermediği iki kadrolu dilencisi vardı. Aslında onlara dilenci demekten çekiniyordu, ama başka ne isim verildiğini de bilmiyordu.

Kavgacılığı, şirretliği(3), Cazgırlığı yokluktan değil, belki de belli, belirli prensiplere sahip olmasındandı. Bu konuda en açık örnek, bahçelerindeki zerdali ağacından düşüp de bacağını inciten çocuğa; “Neden hırsızlık yapıyordun bakayım?” diye sormak yerine alelacele bir taksi tutup çocuğu hastaneye yetiştirmeğe çalışma gayreti idi. Kızı Tülin’e;

“Annesine haber ver hemen, sen de bir taksi tut, yetiştir annesini peşimizden!” demişti. Bu çocuk topunu patlattığı, annesiyle didiştiği, camlarını indirdiği ailenin el bebek-gül bebek gözlerine baktıkları tek çocuğuydu ailenin. Söylemek fazlalık olabilir mi?...

Cazgır sonunda kızlarının da her bakımdan kendisine benzemeleri nedeniyle bunalmış, üstelik küçük kızının yaşadığı bir gerçeği öğrenmesi, kendisinin de vaktinden önce ölümüne sebep olmuş ve o gün itibariyle kapı-pencere-baca kapatılmış dış dünyayla irtibat kesilmişti.

 Sözü, kestirip atmak uygun değil. O sıralarda kızların her üçü de babalarının vasiyeti uyarınca okudukları için, anneleri her üçünü de ellerinden tutarak okullarına götürüyor, yemiyor, içmiyor, hatta yerinden bile kıpırdamıyor, okul zilinin çalışıyla birlikte onları eve getirip kapatıyordu;

“Sağa bakma! Sola bakma! Önüne bak! Doğru yürü! Sallanma!” tehditleri her daim dudaklarında idi. Belki de unvanını gerçekten mi hak etmişti, ne?

Babalarının vasiyeti;

“Ben okuyup adam olamadım, hiç olmazsa bebelerim okuyup adam olsunlar, okuduklarını göreyim!” demiş, ama ömrü okumalarının sonuna ulaşıp görmeye vefa etmemişti!

Ailenin geçimi babalarından kalan emekli-dul-yetim maaşı ve köylerindeki akrabalarından karınca kararınca veyahut gönüllerinden koptuğunca gönderilenlerdi. Hamarattı(3) Cazgır; eriştesini, bulgurunu, tarhanasını, salçasını, kurutulmuş sebzelerini kendi hazırlardı yazdan.

Evet belki kocasına, kocasının istediği gibi bir hayat yaşatamamış, belki de kocasının erken ölümüne sivri dili, kavgacılığı, şirretliği neden olmuştu, ama onun vasiyetini tutmak, hiç olmazsa çocuklarının liseyi bitirmeleri için gücünün yettiğince tedbirli(!) olarak peşlerinde dolaşmaya gayret etmişti.

Kızlardan hiçbirini ne fırına, ne kasaba, ne markete, ne de bakkala-çakkala gönderirdi. Kendi giderdi. Hatta kendi dışarıya çıkarken belki güvensizlik diye yorumlanabilir, ama izin saatleri dışında kapıyı üstlerine kilitlerdi kızlarının, nasihat etmeyi unutmadan;

“Pencereden falan bakmayın, gözlerinizi patlatırım, duyarsam!” gibi yahut da “Çok acil bir durum olursa, yangın-mangın gibi, mutfak balkonundan bahçeye atlayın, en kötü ihtimalle bacağınız kırılır o kadar, ölmezsiniz, bir şey olmaz!” derdi, her zaman değil, ara sıra.

Komşu oğlu Nebi vardı tanıdıkları. Sonraları “Kara Nebi” denir olmuştu, biraz daha büyüyünce. Sanki nebinin(18) sarısı, kırmızısı olurmuş gibi. Babası subaydı bu oğlanın, gözleri fıldır-fıldır(19), her şeyi bilirdi.

Yahut da bildiğini anlatırdı, ballandıra-ballandıra. Herkes gibi Pelin de ağzına bakardı onun.

Sonrasında Nebi ve ailesi kaybolmuşlardı, bir gün. İyi de olmuştu, bir bakıma. Nedeni belli idi çünkü! Şöyle ki;

Çocuklar mahallede oynarlarken Pelin’le Kara Nebi “Evcilik Oynamağa” karar vermişler. O yaşlarda olması asla düşünülmeyecek, olmayacak şeyler yapmışlar. Oğlan 14-15 yaşlarında, Pelin henüz ortaokula başlamış o sene.

Oğlan çok şeyi biliyor ya, “Annem-babam gibi evcilik oynayalım!” diye teklif etmiş. “Sen bana şöyle de, ben sana böyle diyeyim, sonra da babamla-annemin yaptıklarından yapalım!” demiş.

Sonrası malûm, hem o yaşlarda, bilmeden, anlamadan. Bunları Pelin, ağzı açık bir şekilde hayretle ve merakla dinleyen ablalarına anlatırken duyulması kadar olağan bir şey yoktu.

Olayı ablalarına anlar-anlamaz anlatırken anneleri de odasından kulak misafiri olmuş, duyduklarından sonra kahrolmuştu.

Bu kahır annelerinin de tıpkı babaları gibi dünyasını değiştirmesine neden olmuştu. Tek farkla; kocasını kendi, kendisini de küçük kızı Pelin göndermişti öteki dünyaya.

Kahır dolu günlerinde annesi büyük kız Tülin’e nasihat, ya da vasiyet etmişti: “Bana bir şey olursa öğren, kardeşlerine bak, sıkıp boğma, ama serbest de bırakma, azat etme!” demiş, beraberce çarşıya, pazara, markete, kasaba çıktıklarında neyi, nasıl, neresine bakarak, ne şekilde almasının gerektiğini uygulayarak gösterme çabasında olmuştu.

İyi ki de öyle yapmıştı. Gerçi hiçbir ölüm sıralı ve beklenen ölüm değildi.

Bir sabah kızlar yataklarından kalktıklarında görmüşlerdi ki; kahvaltı masası hazır değil. Anlamışlardı annelerinin de babaları gibi kendilerine haber vermeden öldüğünü.

Ha! O Cazgır kadın sonrasında öteye gidince; “Kocasına kavuşup ahreti(20) de kocasına zindan etme, başının etini yeme(21)!” haklarını kullanmış mıydı, bilinmez.

“Birçok giden memnun ki yerinden(22) diyen şair gibi, kim gidip de geri dönmüştü ki? 

Annelerinin cenaze işlerinin nasıl yapıldığını bilen komşu amca ve teyzeler yardımıyla saklamışlardı(23) annelerini.

İş başa düşmüştü Tülin için. Başa düşen işi tek başına kotarması(24) mümkün değildi. Üstelik Pelin henüz liseyi bitirmemişti. Ayrıca ona, annesi gibi göz-kulak olması da mümkün değil gibi geliyordu kendisine.

Kardeşi Selin yardım ediyor olsa da, alış-veriş et, yap-pişir-sil-süpür-yıka-temizle, üstesinden gelebildiği işler değildi.

O sıralarda Kara Nebi’lerden sonra o evde oturan kiracılar da, babanın tayininin çıkması nedeniyle evi boşaltmışlardı. O aile çocukları olmayan, kaba anlamda “Ne kokan, ne bulaşan” bir aile olmalıydılar (galiba).

O adam subaydı, bir-iki defa kapıya gelen cipe binerken görmüşler, omzundaki yıldızların adedini tam olarak sayamamışlardı. Kadını ise gördüklerini neredeyse hatırlamıyorlardı. Evinden ayrılırken, camdan görmüşlerdi.

Güzel kadındı. Hem ilerlemiş yaşına rağmen kendilerinden daha güzel. Tanrı esirgesin, kendilerine bakınca utanır gibi olmuşlardı.

Keşke Tanrı onlara da biraz nasip etseydi bazı bir şeyleri. Namları duyulmuş olmasına rağmen acaba onları da karılığa kabul edip isteyecek birileri çıkar mıydı?

Dua ediyorlardı çok zaman, büyükleri inancı öğretmemelerine rağmen. Ama Allah kabul edici idi. İnançtan haberleri olmasa da kendine ulaşan duaları kabul ederdi. Dua etmek bir bakıma inanmanın şekli değil miydi?

O karşıdaki eve daha sonra yaşlı-başlı bir aile taşınmıştı, o evi satın aldıklarına dair bir haber de dolaşmıştı, ortalıklarda. Yaşlı baba, evden-camiye, camiden-eve gidip-dönen bir pirifâni(25) idi kendi düşüncelerine göre.

Yaşlı kadına da sokaktan geçen pazar arabalarından bir şeyler alırken, ya da markette rastlıyordu Tülin. Pasaklı biri değildi, başı örtülüydü ama öyle sıkı sıkıya, türban(26) misali değil. Yakası kapalı elbisesi, yerleri süpürecek kadar uzun değil, diz kapaklarının üç-dört santim kadar altında idi. Fakir olmasalar gerekti.

Tüm bunlar önemli değildi. İki genç adam vardı ki her gün sabahtan evden çıkan, başları önünde, akşam aynı vakitlerde eve dönen…

Tülin ve Selin onlara bir kere pencerenin tül perdesinin arkasından rastlamışlar, sonrasında da geliş-gidişlerini hep gözler olmuşlardı.

Bir gün…

Bir ay…

Derken bir seferinde belki de isteyerek karşı karşıya kalmışlardı. Şişmanca olanı;

“Ben Bilgin, Sezgin’in ağabeyi!” demişti.

Kızların nutukları tutulmuştu, ne kadar süre birbirlerine karşılıklı bakıştıklarını hatırlayamıyorlardı. Hele ki Selin Bilgin’den, Tülin Sezgin’den gözlerini ayıramazlarken!

Kekeleyerek de olsa adlarını söylediler. Yoksa söylememişlerdi de, söylediklerini sanmışlardı. Kısaca çarpılmışlardı.

Kardeşleri Pelin okuldan gelinceye kadar tek konuştukları konu, Bilgin ve Sezgin idi, unvanlarını saklama gayretinde olan Tülin ve Selin’in. Tüm gün bir şey yapmadan konuşuyorlardı da, konuşuyorlardı.

Bazen yapmaları gerekenleri Pelin okuldan geldiğinde yahut karınları acıktığında ya da giyecek bir şey bulmadıklarında yapmayı akıl ediyorlar, hatırlıyorlardı.

Ve gün çok zaman başlamakta gecikiyordu onlar için tül perde arkasında, ya da bitmek bilmiyordu bazen pencerelerde, kapılarda.

Gönüllerindeki boşluk dolmuştu dolmasına da acaba karşılarındakiler gönüllerinden haberdar mı idiler, tüm menfi etkenlere rağmen? Yani o gençler kendilerine yakıştırılan lâkaplardan, takma adlardan haberdar mıydılar, acaba?

Bir günün akşamüzerinde kapıları çalındı usulca. Gelen Bilgin idi, kapıyı Tülin açtı ve içeriye seslendi kısaca;

“Selin! Gel!”

Sesteki aceleciliği anlayıp kapıya geldi koşarak Selin. Bilgin gecikmeyi istemeksizin ve gözlerini Selin’den ayırmayı istemeden, kekeleyerek de olsa;

“Eğer bir aile büyüğünüz varsa, bu akşam, rahatsız etmezsek, tanışmak ve bir kahvenizi içmek için size gelmek istiyoruz, izniniz olursa…”

Bu kadar uzun bir cümleyi, kekeleyerek de olsa, teklemeden, kalbinin nasıl çarptığını hissettirmeden nasıl kurabildiğine hayret eder gibiydi.

Selin; “Peki!” demek istercesine ablasına baktı. Tülin belki de tedbirli olmak gereğini hissettiğinden;

“Peki, ama yarın bu saatte bekliyoruz, efendim!”  dedi, Selin’in anlamamışçasına bakan gözlerine aldırmadan.

Selin, Bilgin gittikten sonra dayanamayıp; “Neden?” diye sorduğunda;

“Anlamıyor musun Dombili? Ya seni tanımak istiyorlar, ya da sana dünür(27) geliyorlar. Böyle ev kıyafetleri ile mi çıkacaksın karşılarına? Hem kahvemiz, şekerimiz, çiçeğimiz, meyvemiz nerede? Eksiklerimizi tamamlarız, banyonu yaparsın, akça-pakça olursun, hatta kuaföre gidip saçlarını da şöyle bir düzelttiririz. Sana yeni elbiseler almamız da gerekecek…

Böylesi daha iyi olmaz mı? Nasipse bundan böyle kendi hayatını yaşarsın, ama bizi unutmamak kaydıyla…”

“Neler düşünmüşsün bir çırpıda abla? Sağ ol! Sizi unutmam mümkün mü? Yalnız…”

“Ne yalnız?”

“Sizler de benimle birlikte yıkanın, akça-pakça olun, kokulanın, giyinin…”

“Eee! Olacak o kadar tabii. Abla ve kardeşler olarak pasaklı mı görünelim yani? Ama bunları Pelin’e anlatma yollarını düşünelim biraz. Hem onun okulunun bitiş saatine kadar bütün ıvır-zıvır(28) işleri bitirmemiz gerek. Bizimle alış verişe onun da çıkmasında yarar var!”

“İyi ki ablamsın! O kadar detaylı düşündüğüne seviniyorum, annemiz gibisin!”

“Eee! Boşuna mı ‘Çaçaron!’ demişler bana? Olsun o kadarcık işte!”

Gün bitti, gece Pelin’e anlatmakla bitmedi. En sonunda Pelin;

“Lise bu sene bitiyor. Seneye üniversiteye giderim, evde mi kalırım, ya da bir hayırsever çıkar da ben de mi başımı bağlarım, bilemiyorum. Önümü göremiyorum çünkü…” dedi.

Ertesi gün, ertesi akşam oldu. Üç kız kardeş, tertemiz, pırıl-pırıl, tam takım idiler, hem her bakımdan. Ayrı renkteki elbiselerini, aynı renkte aksesuarlarla bütünlemişlerdi, küpe, iğne, toka, kemer, ayakkabı gibi.

Gören birileri onların üçüz değilse bile üç kız kardeş olduklarını “şıp diye anlardı! (29)

Onlar, akşamla birlikte söyledikleri vakitte gelmişlerdi. Anne-baba ve iki genç adam…

Hani Türk filmlerindeki gibi genç adamların ikisinin ellerinde birer buket çiçek, ayrıca gondol(30) şeklinde gümüş tabaklar içinde çikolatalar vardı. Herhalde âdetten olsa gerekti. Çiçekler Tülin ve Selin’e, gondollar Pelin’e verilmişti.

İçeri girerlerken hepsi birden ayakkabılarını çıkarmaya yönelmişlerdi öncesinde.

“Lütfen efendim, ayakkabılarınızla girin, terliğimiz yok!” diyen Pelin’in şakası mı, şımarıklığı(3) mı idi buluşu bilinmez, ama şımarıklıksa Pelin’in şımarıklığı devam edecekti.

Tülin’in garibine giden şey; Selin için istekli olduklarını hissettirdikleri halde kendisine de buket verilmesinin anlamsızlığı idi. Ayrıcalık yoksa Pelin’e de verilmesi gerekirdi, diye düşündü.

Kahveler içildi yalnızca.

Ve yaşlı adam boğazını temizledi;

“Gençler! Kusura bakmayın. Allah rahmet etsin, büyükleriniz yaşasaydı, bu seremoni(31) daha kolay olacaktı. Ama benim görevim kızım Selin’i Sezgin’e...”

Bilgin düzeltmek zorunda kalmıştı;

“Tülin Sezgin’e baba, Selin Öhö! Öhö!” deyip susmuştu. Babası da düzeltmiş, düzenlemişti sözlerini…

“Tülin kızım seni Sezgin’e, Selin kızım seni de Bilgin’e istiyorum, Allah’ın emri, Peygamberimizin kavliyle. Eğer cevabınızı hemen vermek lütfunda bulunursanız, kalan konuları nişan-nikâh-düğün-dernek yerleşmeyi istediğiniz ev konularını aranızda konuşur, anlaşırsınız. Oğullarım diye söylemiyorum, ama anlaşacağınızı umuyorum!”

Gelin adaylarının da, damat adaylarının da başları eğik, gözleri kapalı ne diyeceklerinin, nasıl diyeceklerinin düşüncesi içindeydiler. Pelin boğazını temizledi;

“Söz bana düşmez, ama Türk filmlerinden aklımda kaldığı kadarıyla tekrarlamaya çalışayım; Gençler birbirlerini görüp, beğenip, istemişler. Bizlere de, hepimize  ‘Peki!’ demek düşer!”

“Ah! Bir oğlum daha olsaydı, ona da seni isteseydim keşke akıllı kız!”

İltifattan bir kere daha şımarmıştı Pelin;

“Amca şöyle bir zihnini yokla, uzaktan-yakından bir akraba çıkmaz mı?”

“Ah! Keşke çıksa kızım!”

“Allah’a şükür! Çünkü benim niyetim, babamın vasiyetini tutup okumak, çok okumak, sonrası nasip, ya da Allah Kerim!”

Tanrı bir şeyleri yazmışsa mutlaka gerçekleşiyordu…

Kaprisli kızlar olmalarına rağmen bir yuva kuracak olmanın sevinci, heyecanı ve mutluluğu ile Tülin ve Selin’in fazla istekleri olmamıştı Sezgin ve Bilgin’den.

Nişanı ve nikâhı aralarında gerçekleştirmişler, gelinlik giymelerine rağmen düğün-dernek istememişlerdi.

Yeni evlerini kiralayıp ya da alıp tanzim edinceye kadar Selin ve Bilgin yaşadıkları evde, Tülin ve Sezgin de babalarının-annelerinin yanında kalacaklardı.

Pelin üniversiteyi kazanıncaya, belki de mezun oluncaya kadar evi Selin ablası ve Bilgin eniştesiyle üleşecekti. Eğer dışarıda bir üniversiteyi kazanırsa ki, bu arzusu idi, feragat(32) belgesi gibi evi kendilerine teslim edecekti hemen, anında.

Selin ve Bilgin balayına çıkmayı arzu etmemişler, Tülin ve Sezgin ise dışarılara bir yerlere gitmeyi düşünmüşlerdi. Selin ve Bilgin evlerine geldiklerinde Pelin doğal olarak “Amca” dediklerine misafir olmuştu, Tülin ablası ve Sezgin eniştesini otobüsle tatil yöresine uğurladıktan sonra… 

Ertesi gün ayın on üçüydü(33) ve batıl itikat(34) da olsa dünyanın her yerinde uğursuz bir gün idi ve uğursuzluk daha o günün sabahında gerçekleşmişti.

Yeni evlilerin gece yolculuğu yaptıkları otobüs sebep her ne olursa olsun, karşılarından gelen bir başka otobüsle çarpışmıştı ve ölenlerin içinde yeni evli, balaylarına bile başlayamayan Tülin ve Sezgin de vardı.

Kimlik Tespiti yapan Olay Yeri İnceleme Grubu Nikâh Cüzdanından adresi, telefon numarasını tespit etmişler ve haberi vermek mecburiyetini genç bir polis üstlenmişti…

Baba o anda yıkılmıştı salonun ortasına. Anne aynı acıyı yaşamasına rağmen ona göre tahammüllü ve ılımlıydı. Önce 112 Ambulansı aradı. Sonra Pelin’e;

“Koş kızım, ablana-eniştene haber ver, giyinip, gelsinler hemen!” dedi.

Pelin, kendi evlerinin kapısını parmak uçlarıyla dakikalarca çalıp cevap alamayınca kapı aralığından da gaz kokularının gelmesini hissederek tedirgin olmuş ve zili çalmamıştı.

Kapıyı anahtarı ile açınca gördü ki her şey yerli yerindeydi, kesif gaz kokusu dışında. Pelin’in en son banyoya bakmak geldi aklına. Şofben sönüktü, ablası ve eniştesi banyo küvetinde cansızdılar.

Bir kere daha yıkıldı Pelin. Bir gün içinde iki artı iki dört canı birden yitirmişti. Kendisinin tek başına üstesinden geleceği bir his değildi bu. Oysa beterin beteri vardı.

Ambulans gelmişti. Perişanlığı fark edilebilir durumda olmasına rağmen aileye olanı nasıl anlatacağının, nasıl söyleyeceğinin tedirginliği içindeydi. Görevliler iki sedyeyi de üstü örtülü olarak çıkartıyorlardı kapıdan...

İki yaşlının da yorgun kalpleri oğullarının ve gelinlerinin ölümlerini sindirememiş ambulans gelinceye kadar oğullarına ve gelinlerine ulaşmışlardı.

Muhtemelen ahrete gittiklerinde yaşamları ile ilgili haberleri olmayan diğer oğullarını ve gelinlerini de orada görmek, onlarla karşılaşmak şaşırtacaktı kendilerini.

Bir destekle olduğu yere çöktü, çöküverdi. Kimdi destek veren? Bilmiyordu, bilmesi de önemli değildi zaten. Ağlayamıyordu bile. Günah keçisi(35) değildi. Buna sabır taşı bile dayanamazdı.

Bir günde, hatta bir anda, altı sevdiğini birden yitirmek! Göz pınarları kuru, kupkuruydu. Yoksa ağlama duygusunu mu yitirmişti?

Bir ambulans, ya da cankurtaran her ne deniyorsa ondan bir tane de doğup büyüdüğü eve gönderilmesini istedi görevlilerden. Havalandırmak için açtığı pencereden eve giren güvercin ve onu kovalayan kedi evi talan etmişti. Şüphelenen polisler, o acıyı yaşarken uzunca bir süre sorguya çekmişlerdi kendisini.

Hatta nezarete bile atmışlardı, güvenemeyerek. Güvercin tüyleri, bitmiş olan tüp kanaatlerini doğrultmak yeterliliğini göstermemişti onlara. Belki de o kadar varlığın tek başına kendisinin olmasını kıskanmış olabilirler miydi?

Ne zamanki Otopsi Raporları, kaza haberi ulaşmıştı ellerine özür bile dilemeden; “Gidebilirsiniz!” demişlerdi kısaca.

Çıldırmaması mucizeydi. Hele ki yalnız ve tek başına…

Kesilmişti yemeden, içmeden, bacakları daha da çarpılmış, çekilen diş etleri nedeniyle dişleri daha da belirginleşmiş, ağzına sığmaz gibi, dudaklarınca hapsedilemez olmuşlardı:

“Bir teselli ver(36) Tanrım!” dedi…

Altı adet mezar yan yana…

Yeterli miktarda parası vardı, onların yanına bir mezar yeri de kendisi için satın almıştı. Buna hangi yürek dayanırdı ki? Ama Allah insanlara metanet(37) ve dayanma gücü vermişti. Bundan sonrasını düşünüyordu. Yaşar mıydı? Belki, muhtemelen. Ne kadar? Bilemiyordu, bilmesi de mümkün müydü ki zaten? Bu nedenle mezar yerini satın alarak tedbirli olması gereğini yaşamak istemişti.

Ve bu engin acı halinde bile müteahhitler aradan geçen zamanı yeterli görmüş olmalıydılar ki, yeni tekliflerle gelmeğe başlamışlardı kapısına. Öyle ki kapıdan kovdukları, bacadan girmeğe çalışır olmuşlardı.

Örneğin alışveriş ettiği bakkal, okuldan tanıdığı arkadaşları, öğretmenleri, konu-komşulardan bile kapısına yönelenler olmuştu.

Çok varlıklı yalnız bir kızdı o. Üstelik nikâhları dolaysıyla amcanın evi de tüm içindekilerle birlikte miras yoluyla kendisinin olmuştu. Bu yası yaşadıktan sonra 8-10-15 dairen olmuş olsa ne olurdu ki?

Giyindi, elindeki tüm belgeleri bir poşete sığdırdıktan sonra ilin Milli Eğitim Müdürlüğüne gitti.

“Okul yaptırmak kaydıyla, ben ölünceye kadar benim, sonrasında sizin!” dedi kısaca.

Milli Eğitim Müdürü Noteri çağırdı makamına. Genç kız, yaşının verdiği acemilikle ve okumaktan vazgeçmesi nedeniyle, 18 yaşını çoktan bitirmiş olmasının da verdiği cesaretle tüm belgeleri, tapuları, mahkeme kararlarını Notere vermiş onun önerdiği şekilde el yazısıyla söylediklerini yazmıştı.

Müdür kendi eliyle gidip fotokopi yaptırdıktan sonra, ıslak imza olmasını temin için hepsini ayrı ayrı mavi kalemle kendisine imzalatmış, kendisi ve Noter de imzaladıktan sonra, iki adedini Notere verip, bir adedini kendine almış, bir adedini de “Evde bir yerlerde, dolaplarından birinde saklı bulunsun!” diye Pelin’e vermişti.

Pelin köydeki mal-mülkü için de vasiyetini Milli Eğitim Müdürüne söylemiş ve babasına ait köydeki tarla ve bahçeleri kullanan akrabalarına bağışlamıştı.

Artık rahattı Pelin. Ama rahatlığını istemeyen, menfaatini gözeten vardı herhalde, hem yıllardan sonra. Bir sabah erken vakitlerde kapısı çalındı. Hiç çalan olmazdı kapısını bu şekilde. Müteahhitlerden yılgınlık gelmişti. Bu nedenle tedirginlikle;

“Kim o?” dedi.

Kapı önündeki:

“Ben Nebi! Kara Nebi! Hatırladın mı?” dedi.

Kapıyı açmadı Pelin;

“Peki, ne istiyorsun?”

“Yaşamındaki bugüne kadarki ilk ve tek aşkın, kocanım ben senin. Küçük yaşta karı-koca olmuştuk, hatırlıyor musun? Üstelik ben seni hâlâ o günkü gibi seviyorum.”

İnanmıştı Pelin, teselliye, şefkate ihtiyacı vardı. Psikiyatra(38), psikoloğa(38) gitmeksizin sarılacağı bir ele ihtiyacı vardı. Hem kimseden de çekincesi yoktu.

Açtı kapıyı. Simasında değişiklikler olsa bile o, Nebi idi, Kara Nebi. Karalığı gerçekten koyu esmer oluşundan mı, lâkabından mı, yaşamından mı, yoksa ailesinden mi geliyordu? Önemli değildi. Tek önemli olan şey; teselliye, sevgiye ihtiyacının olmasıydı Pelin’in.

Ve bunu Kara Nebi verebilirdi ellerini tutarak, gözlerine bakarak, hatta öperek…

Yatağını paylaşmak mı? Bu aklından geçmediği gibi, hem kendini hiç de hazır hissetmiyordu, hem de resmen kocası olmadan, olmazdı. Bu düşünceleri içinde yaşarken, teselli beklediği adamın içten pazarlıklı(38) olduğunu bilemezdi.

“Duydum, okudum, üzüldüm. Hemen teselli olayım arzusuyla koştum sana. Evvelimiz var, iyi ki bağlanmışım sana!”

“Bu kadar zamandır neden sesin çıkmadı!” demek geçti Pelin’in aklından.

Kara Nebi devam ediyordu;

“Hemen evlenelim! Geçen yılların boşluğunu tüketelim. Karım ol! Canım ol! Çocuklarımızın anası ol!”

“Acılarım çok ve büyük. Hemen olmaz. Bana zaman ver, hislerimi tartayım, sana senin istediğin gibi bağlanayım!”

“Olur! Sen nasıl istersen! Ama bu ev bize küçük gelecek. Müteahhide verelim. Kocaman bir site yapsın, en büyük daireyi de bize versin. Diğer verdiklerinin kirası ile de geçinir gideriz. Ha? Ne dersin?”

Hayret etmişti Pelin, alelacele söylenen sözlere ve teklife…

“Bu imkânsız!” dedi.

“Nasıl imkânsız?”

“Ben tüm varlığımı Milli Eğitime bağışladım!”

“Nasıl yaparsın bunu kaltak(39)! Nasıl bana sormadan böyle işlere karışırsın sürtük(39)?” deyip üstüne çullandı Pelin’in.

Enine-boyuna, güçlü-kuvvetli bir adamdı Nebi. Bu yüklenişe Pelin’in zayıf, hatta çürümeye yüz tutmuş bedeni direnememiş, boynu kırılmış ve anında kavuşmuştu sevdiklerine. Ama yaşama doymadan. Çünkü gözlerini kapatamamıştı, gözleri açıktı.

O kurt, menfaatini her şeyin üstünde tutan adam izlenilmiş olacağının düşüncesinde değildi. Sessizce kapıdan çıktı, uzaklaştı. Daha sonralarında Nebi vicdan azabı duyup teslim olmuş muydu yahut da katil olarak yakalanmış mıydı, bilinmez. 

Bu konudaki tüm sorular yanıtsız, tüm düşünceler boştu.

Ancak…

Yıllar bazen istenirse çabuk geçiyordu. Şimdi Pelin’in evinin olduğu yerde, tüm gerekli salonları, bahçeleriyle mükemmel iki yapı var;

“Pelin İlköğretim Okulu ve Pelin Lisesi…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Pelin; Aslında Pelin Otu denilmesi gerek. Taşlık bölgelerde yetişen acı, kokulu, çok yıllık otsu bir bitki olup iştah açıcı, kuvvet verici, ateş düşürücü olarak kullanılmakta. Bu isme sahip olanların iddiasına göre de; “Cennetteki şifalı bir çiçek”.

Selin; Gür akan su anlamına geldiği gibi, bodur, sürekli yeşil kalan bir bitki (Orta Asya’da) dir.

Tülin; Ayın çevresinde oluşan dairesel hâle. Ayna.

(1) Nevi Şahsına Münhasır; Taklitsiz, kişiye özel, kendine özgü, kendine has, yalansız, kendi gibi davranışları ve karakterleri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz.

(2) Bilindiği, ya da benim aklımda kaldığı üzere öyküdekiler dışında yakıştırılan başka lâkaplar da vardır. Örneğin; Mızıkçı, Mohini, Tombiş, Yarma gül, Duba, Patates Çuvalı, Çaput, Kokoş, Kavgacı, Huysuz, Fitneci, Anut (inatçı) vb. gibi. Birbirinizi ayıplamayın, kötü lâkaplarla çağırmayın! Kur’an’ı Kerim Hucurât Suresi, 11. Ayettir.

(3) Çaçaron; İtalyancadan dilimize yerleşmiş (ciacchierone) karşısındakini susturacak biçimde, çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze” anlamındadır.

Dombili; Vücut yağlarından nasibini fazlaca almış, şekil itibariyle yumurtaya benzeyen bir vücut yapısı olan kişilere takılan bir lâkap.

Dişlek; Dişleri, ya da kimi dişleri dışarıya doğru olan. Tuttuğunu koparan, sözünü geçiren, dişli.

Çarpık Bacak; Dizlerin bitişik, fakat bileklerin bitişmediği durum.

Düztaban; Ayağın normalde olması gereken iç uzun kavisinin kaybolarak dışa doğru kayması ile söz konusu olan ayak deformesi. (Öyküdeki anlamı; Uğursuzluk).

Cazgır; Halk dilinde fitneci anlamında kullanılan bir kelime olup asıl anlamı özellikle yağlı güreşlerde güreşecek olanları alana davet edip, yüksek sesle izleyicilere tanıtan, hatta onlar için dua eden, bir bakıma başarılar dileyen kimse.

Şirret; Kavga çıkarmaktan hoşlanan, geçimsiz, huysuz, yaygaracı, edepsiz, kavgacı (Genelde kadın).

Hamarat; Ev işlerinde çalışan, elinden iyi iş gelen, becerikli kadın.

Şımarık; Şımartılmış, her isteğini elde etmeyi amaçlayan, ancak hiçbir yaratıcı gayret ve çaba göstermeksizin (Bir bakıma soytarılıkla) amaçların elde edilmesine yarayan   huy.

(4) Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır. Kuranı Kerim’in Hucurât Suresinin 12. Ayetinde (49/12)  başlarında şöyle buyrulmuştur. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?…” Bu konuda Peygamberimize ait olan bir hadiste; “Gıybetin denizleri kirletecek kadar kirli olduğunu” ayrıca “Bir kimse biri hakkında arkasından doğru konuşmuşsa gıybet, yalan konuşmuşsa iftira olduğunu” belirtmiştir.

(5) Kulak Arkasına Atmak (Kulak Arkası Etmek); Önem vermemek, dinlememek.

(6) Terki Diyar Etmek (Eylemek); Bir yerden gitmek, bir alışkanlıktan vazgeçmek, bir beraberliği bırakmak. Hatta ölmek.

(7) Hay Huy İçinde; Boş ve sonuçsuz çaba. Herkesin aynı anda konuşmasından ve eğlenmesinden oluşan gürültü.

(8) Unvan; İsim, lâkap, titr, san.

(9) Sadist; Elezer. Başkalarına acı çektirerek cinsel doyum sağlayan, acı çektirmekten zevk duyan.

Mıymıy, Mıymış; Sümsük. Uyuşuk davranan, miskin, aptal, mıymıntı, hımbıl, mızmız, sünepe.

Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.

İçgüveyi; Daha çok “İçgüveysi” anlamında kullanılır. Damadın, gelinin ailesinin yanına, evine yerleşmesi durumu olarak özetlenebilir.

(10) Debelenmek; Bir acının etkisiyle ya da bir baskıdan kurtulmak için çırpınmak, tepinmek, kıvranmak, kımıldamak, devirmek, oynamak, yuvarlanmak.

(11) İdam Fermanı; İdam emri, idam buyruğu.

(12) Tevatür; Çok yaygın söylenti.

(13) Lâf Ebeliği; Lâf Ebesi olma durumu. Çok konuşma, herkese lâf yetiştirme. Lâfazanlık.

(14) Terane; Çok yinelendiğinde usanç verici bir durum alan söz dizisi. Ezgi, makam, nağme.

(15) Çöp Konteyneri; Evsel ve katı atıkların geçici olarak toplanması için şehrin uygun yerlerine konulan çöp kabı.

(16) Müdavim; Bir yere devamlı olarak gidip gelen.

(17) Erinmek; Üşenmek. Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, tembellik yapmak.

(18) Nebi; “Kitap getirmemiş peygamber” demektir. Bir bakıma peygamberinin getirdiklerini uygulayan, devam ettiren bir vatandaş! Lügate göre ise; yüksek olmak ve haber vermek anlamında “n-b-e” kökünden türemiş bir kelime (Çoğulu; Enbiya)!

(19) Gözleri Fıldır Fıldır Oynamak; Telaşlı, meraklı, imalı bir biçimde, art niyetli olarak sağa-sola bakınmak. Zekice, çabuk çabuk, niyeti bozuk bir şekilde her tarafa bakmak.

(20) Ahret (Ahiret); Dini inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza dek kalacağı ve Tanrı’ya hesap vereceği yer, öbür dünya. Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Kıyametten sonra tüm varlıkların toplanacağı yer.

(21) Başının Etini Yemek; Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.

(22) Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, / Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden… Yahya Kemal BEYATLI’nın “SESSİZ GEMİ” isimli şiirinin son satırı.

(23) Ölüyü Saklamak;  Ölünün mezara konulması anlamında yerel bir deyiş.

(24) Kotarmak; Hazırlık yapmak. Bir işi tamamlamak, bitirmek. Pişen yemeği bir başka kaba boşaltmak.

(25) Pirifâni; Yaşlı, ihtiyar, kocamış, pir olmuş kimse. Genç karşıtı.

(26) Türban; İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı.

(27) Dünür; Evlenmeye karar veren eşlerin evlenip karı koca olduktan sonra baba ve annelerinin birbirlerine göre durumu. Ayrıca kız istemeye giden erkek tarafındaki kimselere de aynı ad verilir.

(28) Ivır-Zıvır; Küçük, önemsiz.

(29) Şıp Diye Anlamak; Ansızın, beklenmeyen bir anda, olanı biteni fark edip anlamak, vakıf olmak.

(30) Gondol; Genellikle İtalya’nın Venedik şehrinde kullanılan 10 metre uzunlu, 1-1.50 metre genişliğinde yassı ve iki başı yukarıda, kıvrık, tek kürekle yürütülen kayık (Öyküde; bu biçimde bir tepsiye dizilmiş şekerleme, ya da çikolata anlatılmak istenmiştir).

(31) Seremoni; Tören. Genellikle resmi yerlerde, resmi işlerde uyulması gereken kural, yol ve yöntemlerin tümü.  Maça çıkan sporcuların tanıtımı ve birbirlerine şans dilemeleri, hakemlerin sporcuları kontrolleri.

(32) Feragat Etmek; Hakkı olan şeylerden kendi isteğiyle vazgeçmek.

(33) Mitolojik Bir Öykü; Hazreti İsa’nın havarileri 13 kişiydi, çarmıha gerildiğinde. Bir diğer varsayıma göre ayın yıl içinde 13 kez dolunay halde olması uğursuzluktur. İslâm bilginlerinden bir kısmı 13 rakamının uğurundan şöyle bahsetmektedirler. Fatih’in İstanbul’u Fethi (1453) ile Peygamberimizin Doğum Tarihi (571) rakamlarının toplamı 13 olup, bu da uğur telâkki edilmektedir.

(34) Batıl İtikat (Batıl İnanç, Hurafe); Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve dinin kabullenmediği doğa üstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Sonradan uydurulan ve genellikle İslâm’ın gerçeği ile bağdaşmayan, çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye, söz veya deyimlerdir. Çok insanın bu şekilde yanlış inançları vardır. Ayıplanmamalı. Muhlis’in yaşadıklarının dışında; açık merdiven ayakları arasından geçmeme, tahtaya üç defa vurma gibi. Kulağınız yanıyorsa biri sizi anıyor demektir: Sol kulak yanıyorsa kötü, sağ kulak yanıyorsa iyi şekilde. Geceleri tırnak kesilmez, ıslık çalınmaz, sakız çiğnenmez. Tırnaklar veya saçlar kesildikten sonra yakılmalı veya gömülmelidir. Kurban kesilirken hayvan dilini dışarı çıkarırsa kurban sahibi o yıl içerisinde ölür (müş!). Gece ölen kişinin üzerine sabaha kadar bıçak konulur. Ölünün yıkandığı evde üç gün kesintisiz olarak ışık yanar. Bir kişinin önüne tavşan, ya da tilki çıkması uğursuzluktur, mümkünse gidilen yoldan geri dönülür. Ateşi söndürmek için su dökülmez, ateş toprakla örtülür.” gibi aklıma gelenlerse (tabiidir ki örnekler çoğaltılabilir) tipik batıl işlemlerin başlarında yer alır.

(35) Günah Keçisi; Yahudi inancına ait bir toplumsal rahatlama biçimi. Her yıl bir keçiye sembolik olarak günahlar yükleniyor ve taşlanarak çöle kovalanıyor. Böylece insanlar bir yıl boyunca işledikleri günahlardan sıyrılmış oluyor. Günahları yüklenen keçi, insanları tertemiz kılıyor (muş).

(36) Bir teselli ver diye başlayan Yine aylardan Kasım diye nakaratı olan şarkı. Gökhan İMAMOĞLU eseridir.

Bir teselli ver… Orhan GENCEBAY

(37) Metanet; Dayanma, dayanıklılık, sağlamlık.

(38) İçten Pazarlıklı; Öfkesini, kinini, gizli niyetini, saklayan, açıklamayan,  kimseye sezdirmeyen, iyi görünüp kötülük yapan, sinsi, ikiyüzlü, çıkarcı, kendisi dışındaki kimseleri önemsemeyen kişi.

(39) Kaltak; İffetsiz ve namussuz kadın. Eyerin, üzeri meşin, halı gibi şeylerle kaplanan tahta bölümü.

Sürtük; Durmadan konu komşu sokak gezen, evinde pek durmayan kadın. Bayağı kadın, orospu.