“Allahaısmarladık!” derken, başlangıcında “Annem beni yetiştirdi!(1)” demiştim. Amma ne ummuştum, ne bulmuştum? Herkes giderken Mersin’e, ben gitmiştim tersime. Arzum, umudum, sevincim, gayem, düşüncelerim kursağımda kalmıştı.
Herkes gibi ana kucağından askere uğurlanmıştım ben de. İlk eğitimimi Jandarma Komando olarak yapınca göğsüm kabarmış, neşelenmiş, coşmuştum.
Her Allah’ın günü ana yüreklerine od(2) düşüren, ülkem için çıbanbaşı olan, bazılarının kabul etmediği, ama düpedüz “Terörist” dediklerime karşı dağlara yönelecek, aldığım eğitimin gereğini uygulayacaktım, tüm kalbimle, tüm gençliğimle.
Ülküm, gayem, amacım onlardan en aşağı birini toprak altına göndermek, eğer Tanrı yazmışsa, uygun görmüşse vatanım için söylenen şehadet şerbetini(3) içmekti. Bir Türk Askeri için bundan daha büyük bir şans ve şeref olabilir miydi ki?
Olmadı ama. Yazları ve konaklamaları ile meşhur bir sahil yolu üzerindeki Jandarma Kontrol Bölgesine çekmiştim kuramı.
Ve Komutanlarım rıza göstermediği için bir başka arkadaşla değiştirememiş, değişiklik yapamamıştım.
Hepimiz ana kuzusuyduk, ama gerçekten etkilenmiş olduğumdan dağa çıkmayı ve çarpışmayı gerçekten istiyordum. Belki değil, mutlak etkilenişim vardı bu düşüncelerim için.
İntikam mı?
Olabilirdi. Çünkü evimizin iki kapı ötesindeki bize ağabeylik yapan Mesut Ağabey hoplaya-zıplaya gitmişti askere, daha doğrusu biz onu öyle uğurlamıştık ve o Türk Bayrağına sarılı bir tabutla evinin önünden geçirildikten sonra yerleştirilmişti musallaya.
Sonrasında annesinin, babasının, kız kardeşinin feryatları içinde şehitliğe doğru yönelip Tanrıya emanetini sunma gayretinde olmuştuk. Bir ara tabutunu ben de taşımıştım Mesut Ağabeyin ve o şehidin o ana kadar dinmeyen kanı gömleğime damlamıştı, birkaç kez, tabutu çinko ile kaplı olmasına rağmen.
Hâlâ iftiharla saklıyorum o gömleği ve beni intikama yönlendiren en önemli sebep de bu iki-üç damla kan olsa gerekti.
Mezarına indirirken tüm aile son bir defa yüzünü görmek istemişlerdi şehidin. Hoca talimatlı olsa gerekti; “Mekruh(4), günah, yasak!” gibi saçma sözlerle zırvalamış(5), omzunda işaretler olan bir sürü subay da aileyi zapt etme, mezar başından uzaklaştırma gayretinde olmuşlardı.
Bunlardan bayan olan bir kısmı sular, ya da kolonyalarla yüzlerini silerek teselli etme amacında olmuşlardı aileyi.
Mesut Ağabeyin vücudunun delik-deşik, paramparça olduğunu söylemişti onu ilk taşıyan askerlerden biri. Muhtemelen na’şını(6) görmüş olmalıydı.
Çünkü yüzünün de tanınmayacak gibi olduğunu onun ağzından duymuştum. DNA testi yapmak gerekmemişti. Çünkü yakaladığı teröristi insancıl bir şekilde yürütürken, o terörist intihar etmeyi göze alarak onu bir mayına bastırmış ve sadece Mesut ağabey parçalanmıştı.
Mayın kenarında olan terörist, belki can havliyle kendini kenara atıp kurtulmak istemişse de gene de kaderin önüne geçememiş ve zıbarıp(7), gebermişti.
Aslında büyüklerim bana; “Her ne olursa olsun, bir ölü arkasından kötü sözlerle konuşulmamasını” öğütlemişlerse de ben o an için o öğüdü kulak arkası etmiştim. Bunda Mesut ağabeyin kız kardeşine ilgi duyuyor gibi olmamın etkisi de var mıydı? Bilmiyorum, ne inkâr etmem, ne de tasdik etmem mümkündü o andaki duygularımı?
O Jandarma noktasına ya da karakoluna giderken yaptığım yahut da aldığım eğitimi değil, ondan öncesi yaşadığımı, yaşadıklarımı bu şekilde düşünüyor ve bence yavan geçeceğine inandığım askerlik dönemimi nasıl bitirip sonuçlandıracağımı “İbibiklerin nasıl öteceğini(8)” düşünüyordum.
Oysa belki tüm demeyeyim de bir kısım asker adayının düşüncesi olsa gerekti; “Azıcık aşım, kaygısız başım!” gibi bir deyiş. Ayıp değil ya, yalan ya da yanlış söyleme gayretinde mi olaydım? Ben böyle düşünenlerin de olabileceğini düşünüyordum.
İstediğim noktaya ulaşmam zor olmadı. Karakol diyeceğim yer tüm ihtiyaçların görülüp karşılanabileceği bir yer, bir evdi, bir lojmandı, lojmanda Komutanın her türlü yoksulluğa göğüs gererek yaşayan ailesi ve henüz okula gitmeyen iki çocuğu vardı.
Benim karakola gelişimden birkaç gün kadar öncesinde yıllık iznini almayıp da sona bırakan bir er kardeşimiz görev yerinden ayrılmıştı. Tezkeresi sonra gönderilecekti kendisine.
Ve doğal olarak onun ranzası da, dolabı da benim olmuştu, aynı görevi üstlenecek bir er olarak.
Görevimin tarifi ve alıştırmalardan sonra rutin(9) kontrollerle geçiyordu günlerim, biri diğerinden farklı olmayan. Belki biraz abartılı olacak, ama buradaki arkadaşlarımın hepsi enine-boyuna, dalyan gibi arkadaşlardı ama sanki bana biraz zekâ özürleri var gibi geliyordu.
Yanılabilirim, fakat çok zaman Komutan, ya da ben yönlendirmek zorunda kalıyordum her birini. Zaten göreve çıkanlara göre onların seviyesinde bile olmayan biri aşçı, boş zamanlarında aşçıya yardımcı olan bir diğeri temizlik görevlisi olan iki er daha vardı, görebildiğim, ya da tanıyabildiğim kadar.
Komutan çok zaman telefon başındaydı, evde bile. Çünkü paralel bir hatla her zaman kendisine ulaşacak herhangi bir ihbara ya da harekete karşı uyanık olmak için dikkatliydi. Bazı geceler ben uyukluyordum, gelecek sese ayarlı olarak, karakolda telefonun başında. Sanırım o zamanlar kumanda düğmesini çoluk-çocuk rahatsız olmasın diye ayarlıyor olmalıydı Komutan.
Nöbetim bazen gündüzleri de oluyordu, eğer Komutan kendisinin de kontrollere katılmasında zaruret(10) görmüşse. Aksi takdirde grubun başında genellikle ben oluyordum. Tüfeklerimiz her zaman dolu, sadece emniyetleri kapalı, lokal(11) ya da telsiz telefonlarımızın şarjları her zaman tamamdı.
Benim, tüfek dışında, diğerlerine göre ayrıcalığım bir de Kırıkkale tabancamın olmasıydı. O kadar işte.
Hepimizin üstü-başı düzgün, ütülü, on beş günde bir kendi aramızda sıfır numara saç tıraşlı ve her gün sakal tıraşlı ve gece-gündüz uyanık, ayık, hazır-nazırdık(12).
Bir gün Komutan telâşla ve elindeki bir notla çıktı karakoldan, o arada kontrolü yapan arkadaşları otobüsten indirdikten ve otobüse “Devam et!” işareti verdikten sonra önce kendi tabancasının emniyetini açtı ve;
“Emniyetleri açın, mermilerinizi kontrol edin” deyip geçen tüm araçlara durdurmadan “Geç!” işareti yaptıktan sonra elindeki nota bakarak bir otobüsü durdurdu, elindeki kâğıdı buruştururcasına cebine koydu.
Bana, “Arkadaşlarımdan birini yanıma alıp arka kapıya yönelmemi” emrettikten sonra kendisi de ön kapıdan bir diğer arkadaşımızla birlikte otobüsün içine yöneldi.
Otobüsün camlarından gördüğüm kadarıyla Komutan her bir hüviyeti dikkatle kontrol ediyor, ağzının hareketlerine bakılırsa hüviyetleri iade ettiklerine teşekkür ediyordu.
Nedense orta sıralardaki bir dede ile münakaşaya başlamıştı Komutan. Sonrasında anlattı. Dede;
“Yaşımı, başımı görmüyor musun? Ne hüviyetiymiş? Asker kaçağı, katil, hırsız, terörist miyim ben?” demiş.
“Amca biz görevimizi yapıyoruz. ‘Yaşlıların hüviyetlerini kontrol etmeyin!’ diye bize emir verilmedi ki, onun için lütfen hüviyetinizi gösteriniz!”
“Lâf ola, beri gele işte! Al! Orada yetmiş yaşımda olduğum da yazılı!” demiş hüviyetini verirken.
“Teşekkür ederim amca!”
“Bana teşekkür ettiğiniz için ben teşekkür ederim size.” demiş dede kızgınlıkla.
Devam etmeye gerek görmemişti Komutan. Ama bu konuşmalar arka sıralardaki bir adamda tedirginlik yaratmıştı. Aranıp da bulunmak istenen, o olsa gerekti.
Adam aniden oturduğu yerden kalkmış, yan koltukta oturan, albenisi(13) olan, balıketindeki(13), mini şortlu, yarı çıplak kızı kendisine siper etmeğe çalışarak geri-geriye otobüsün arka kapısına yönelmeğe çalışırken, bozuk bir Türkçeyle;
“Kapıyı aç şoför, kıpırdayan veya bana bir şey yapmaya kalkışan olursa telefonla bagajdaki bombayı patlatırım, hepimiz ölürüz.”
Komutan dikkatli idi, çünkü kendisine iletilen ihbarda; “Canlı bomba olması da muhtemel olan zanlının canlı yakalanması yanında, bagajına ve cebinde kumanda olup olmadığına dikkat edilmesi” emredilmişti.
Kızı zapt etmeğe çalışan, elindeki telefon ve neresinden çıkardığı belli olmayan bıçağı genç kızın boğazına dayarken bir taraftan da talimatlar sıralıyordu adam;
“Bir araba durdurun, yolcularını indirin, bu kızla beni o arabaya bindirin, bagajımı da verin!”
Şoför arka kapıyı açmıştı, onu vurup öldürmem, ya da eline-ayağına nişan almam an meselesiydi. Ama genç kıza zarar vereceğimizden çekindiğim gibi, teröristin elindeki cep telefonuyla da ne yapmak istediğini bilemiyordum, bana ulaşamayan sesler nedeniyle.
Her ne kadar aldığımız dersler arasında cep telefonuyla bombalara hükmedildiği öğretilmiş ise de o anda aklıma gelmemiş, ya da gelememişti.
Ayrıca o adamın “Canlı yakalanması” talimatını da unutmamıştım. Mutlaka talimatı ulaştıran büyüklerimizin bildiği ya da onların bilmesi gereken şeyler var olmalıydı.
Daha sonrasında eğer aklıma gelen doğru ise, bu adamın elinde tuttuğu telefon gerçekten otobüsün herhangi bir yerindeki bombanın kumandası olabilirdi. O zaman o sadece kendinin değil, eylemiyle bir sürü insanın canına da kastetmiş olacaktı.
Yok, eğer gitmesine herhangi bir şekilde izin verirsek ki hiç sanmıyordum, olası ki, bu bombayı plânladığı yerde patlatacak ve yine bir sürü insanın canını yakmış olacaktı. Buna asla izin veremezdim, her ne olursa olsun.
Her ihtimale karşı hazırdım, tek mermi, can alıcı tek bir mermi ile herkesi kurtarmalıydım, bunun eğitimini almıştım çünkü.
Terörist dediğim adam telefonu elinde sallayarak otobüsün arkasına doğru ilerlemeğe çalışırken genç kızın bağırışı ulaştı kulağıma;
“Ay kalbim var benim, bayılıyorum galiba!” dedikten sonra dizlerinin üstüne çöker gibi oldu, terörist onu zapt etmeğe çalışıp eğilirken genç kız olanca şiddetiyle kafasını yükseltip teröristin çenesine vurarak onu sendeletmiş, elinden kurtulurken de kendisini yan koltuklardan birinin üzerine atmıştı.
Bu arada teröristin elindeki telefon da otobüsün arka kapısının eşiğine düşmüş ve onu görmüştüm.
İki el silah sesi oldu. Birini ben doğrultmuş ve her şeyi göze alarak ve yapılacak başka bir şey olmadığına inanarak silâhımı ateşlemiştim. Aynı anda Komutan da silâhını ateşlemişti. Terörist genç kızın üzerine doğru yıkılmıştı. Ama o kız atik davranmış ve üstünden atmıştı onu.
Terörist hangisinin önce olduğu bilinmeyecek şekilde göğsüne tam kalbinin yakınına ve ensesinin hemen biraz üstünden kafasına aldığı iki mermi ile değiştirmişti dünyasını.
Gerekli yerlere telefon etti, gerekenleri yaptı, ifadeleri alıp, not etmesi gerekenleri not aldı Komutan eylemin sonunda.
Ve sonra elbiseleri, daha doğrusu tişörtü veyahut da gömleği kirlenen genç kızı ve üstüne abandığı delikanlıyı banyoya davet etti Komutan. Cesedi olduğu gibi, olduğu yerde bırakıp otobüs içindeki yolcuları misafir etmek amacıyla indirip hava almalarını, gerilimlerinden kurtulmalarını sağlamaya çalıştı.
Gerekli başka ifadeler de alındıktan sonra en fazla on beş dakika, yarım saat içinde gitmelerini sağlayacağına dair söz verdi onlara. Genç kızın üstüne abandığı o delikanlının yanında bir de genç kız vardı, sevgilisi mi, kardeşi mi olduğunu pek anlayamadığım.
Ancak o genç kızın kafa atan genç kıza bakışlarını ve;
“Herkesin kalbi var, doğrusu iyi buluştu!” deyip yanındaki delikanlının sahibiymiş gibi koluna sarılması onların, sevgili, ya da nişanlı veyahut da yeni evli olduklarının ispatı olsa gerekti, genç kızın kıskançlığı dikkati alınırsa.
Benim zavallılığım bir jandarmaya yakışmayacak şekilde ellerinde yüzük olup olmadığını kontrol etmeyi unutmuş olmamdı, ne işime yarayacaktıysa? Ne olurlarsa olsun benim için önemli değildi ki, nihayeti iki vatandaş idiler onlar. Değil mi?
Karakolda şofben nedeniyle sıcak su her zaman hazırdı. Önce olayı yaşayan genç kız girdi banyoya, çantasıyla. Uzundan biraz uzunca kaldı galiba içeride. Muhtemelen kanlanan gömleğini belki de iç çamaşırını yıkamış olmalıydı eğer varsa ve sonrasında da duşunu almış olsa gerekti.
Zira o delikanlı ve yanındaki, karakolun içinde bile nereye baktığı belli olmayan siyah gözlüklerini çıkarmayan her nesi oluyorduysa o genç kız oflayıp puflamışlardı.
Oysa içerideki genç kızın otobüste kendini hiç sayarcasına hareketi sadece onların değil, otobüsteki tüm yolcuların, hatta bizlerin bile yaşamımızı kurtarmış olabilirdi.
Çünkü teröristin çantasında her şeyi hazırlanmış, parça tesirli olması için çivilerle desteklenmiş bir bomba ve cep telefonu dışında, kullanmaya imkânının olmadığı araç kapı kumandasına benzer bir şey vardı.
Delikanlının yanındaki genç kız girmedi banyoya, herhalde üstünde onu iğrendirecek, ya da yıkaması yahut da yıkanmasını gerektiren bir şey olmamış olsa gerekti. Delikanlı banyoya girdiğinde cankurtaran ve birkaç polis arabası gelmişti karakolun önüne.
Arabalardan inen bir-iki kişiden önde geleni, Komutanı dinledikten, aldığı ifadelere baktıktan sonra önce ona, sonra da olayı yaşayan genç kıza sarılıp kucakladı ve ellerini sıktı, bu arada ortalıklarda gezinen yolculara da “Geçmiş olsun!” demeyi unutmamıştı.
Ceset arabadan alınıp cankurtarana yüklendikten ve otobüsün içinin gereğine uygun temizlenişinden sonra otobüs yoluna devam etti hemen. İfadelerinin alınmasından sonra bagajları alınan aynı soy isimli genç kızla oğlan da polis arabalarından birine binerek gidecekleri yere yöneldiler.
O genç kız ki adı Elif’ti, (tutanakların kaydından aklımda kaldığı kadarıyla) herkes gitmesine rağmen Komutanın masasının önündeki sandalyeden kalkmamıştı. Ben de Komutanın masasının karşısında ayaktaydım.
“İsterseniz ve rahatsız olmazsanız sizi bizim ciple, ya da geçecek arabalardan biri ile şehre gönderebilirim.” dedi Komutan.
“Ben plânsız-programsız bir şekilde hayatımı yaşıyorum. Bağımlı değilim. Ama bu vakitte gitmeyi arzuladığım yere gitmeğe kalkışırsam istediğim şekilde kalacak bir yer bulamam. Biliyorsunuz oteller de pahalı ve bütçem de o kadarı için yeterli değil!”
Bir süre düşünür gibi yaptıktan sonra ne diyeceğine karar vermişçesine devam etti;
“Eğer rahatsız etmezsem, burada kalmak isterim. Mutlaka boş bir döşeğiniz vardır. Nasıl olursa olsun alışkınım, çekincem yok, yatarım. Mutfakta neleriniz var ona göre de sizlere yiyecek bir şeyler hazırlamağa gayret edeyim.”
“Evet, güzel kız! Bir misafir odamız var, Komutanlar için. Çarşafları falan temiz. Bu gece kalabilirsiniz. Siz gittikten sonra tekrar değiştiririz merak etmeyin. Yemek yapmanıza da gerek yok. Belirli bir menü listemize göre aşçımız var o yapıyor. Teşekkür ederiz.”
“O zaman böyle çarşaf-marşaf, ya da kirlileriniz falan vardır, onları yıkayayım yahut da ütülerinizi yapayım.”
“Onlar için de çamaşır makinemiz var, ütü içinse göz hapsi alacak biri mutlaka bulunur, onu da o gerçekleştirir, dinlene-dinlene. Düşündüğün için sağ ol! Yalnız sizin karnınız acıkmıştır şimdi. Bakalım karavana yemeğimizi beğenecek misiniz? Beraber yeriz. Sonra siz istirahate çekilirsiniz…
Yarın da istediğiniz saatte sizi kaldırırız, kahvaltınızı ettikten sonra ister ciple, ister yoldan geçen bir vasıtayla sizi istediğiniz yere göndeririz.”
“Anladım, teşekkür ederim.” dediğinde cep telefonu çalmıştı;
“Özür dilerim, babam yok, annem de çok meraklıdır, biraz uzun süreceğe benzer, arkadaşlardan biri bana kalacağım yeri gösterebilir mi?”
Demiştim ya, orada ve ayaktaydım, sanki konuşmaları dinlemeye mecburmuşum gibi. Ne Komutan ikaz etmişti beni, ne de ben kendiliğimden onların yalnız konuşmaları gerektiğini akıl edebilmiştim. Ama sanırım kazık gibi dikilişim işe yaramıştı.
“Ayhan!” dedi Komutanım. “Arkadaşımızın çantasını da alıp kalacağı yeri gösterebilir misin?” dediğinde genç kızın cep telefonu ısrarla çalmağa devam ediyordu. Telefonu açıp;
“Bir saniye anne!” deyip telefonu kapattı.
Odasının kapısına geldiğimizde daha kapıdan içeriye girmeden telefonunu yeniden açmak zorunda kalmıştı; “Alo anne?” diyerek sorarcasına ve bana sanki “Teşekkür ederim!” anlamında elini dudaklarına götürüp bir öpüş işareti yaptıktan sonra elini göğsüne bastırdı.
Anlaşılmayacak bir şey yoktu.
Güzel kızdı, görebildiğim, daha doğrusu kendime karşı dürüst olmam gerek, baştan aşağı süzebildiğim kadar. Kılık-kıyafetini boş ver, bir gözleri vardı ki, insan bulutların üstüne çıkardı maviliklerinde. Saçları sonbaharın habercisi yapraklar gibi sapsarı, teni kar tanelerinin oynaştığı bir mekândı, diyebilirim.
Kısaca, Tanrının boş vaktine rastlamış, Tanrı onu özene-bezene şekillendirdikten sonra kendi makamından yeryüzüne göndermişti. Ama ben melek nedir, onu mu tarif etme gayretindeydim? Olabilirdi, bence mahzuru yoktu.
Konuşması mı uzun sürmüştü, yoksa bana mı öyle gelmişti?
Elif’in biraz sonra kapısının açıldığını hissettim, koğuşta ortalıklarda serseri mayın örneği dolaşırken. Yakınlardaydım. Samimi ve doğal bir şekilde beni çağırışını duydum;
“Ayhan?”
“Buyurun efendim?” dedim sorarcasına, ona doğru koşarken.
“Bu kıyafetlerle böyle uluorta dolaşmam ve yemeğinize ortak olmam mümkün değil. Üstelik de tüm giyeceklerim yazlık, kardeşlere ayıp olacak, ama pijama ya da eşofman benzeri bir şeyiniz varsa verin, giderken iade ederim.”
“Hemen!” dedim. Ona en yakışanı altlı-üstlü yazlık da olsa benim lâcivert eşofmanlarım olacaktı. Nasıl olsa bir takım da kışlığım vardı. Hem belki kokusu da sinerdi, kısa bir süre de olsa onun soluduğu havaya ortak olduğumu, yaşadığımızı hatırlardım.
Ne oluyordu bana? İlk göz ağrımı unutmuş, ya da unutma moduna girmiş, bu başına buyruk genç kıza, ilgi duymaya, yakınlaşmaya mı başlamıştım? Anlamam da, bilmem de imkânsızdı, hele ki daha önce de söylediğim ve her zaman kendim için gereğini düşündüğüm gibi, kendime karşı dürüst olma mecburiyetim vardı. Galiba ben kaşarlanmış bir sapıktım!
Eşofmanları götürürken Komutan;
“Sor bakalım, yemeğini bizimle mi yer, odasına servis mi yaptırayım? Malûm bunun gibi sosyete çocukları(14) bakarsın masamıza gelmeyi zül sayabilirler(15), hele ki bir de kahraman olmuşlarsa.”
Komutanın söylediklerini aynen iletmem uygun değildi. Nerede yemek istediğini sorduğumda, cevabı tam ders olarak Komutanımın yüzüne çarpılacak gibiydi.
“Sizi meşgul etmeyeyim, sizlere rahatsızlık vermeyeyim, sizlerle aynı masada olmak, sizlerle bir öğünü üleşmek bana gurur verir, şeref duyarım, mutlu olurum.”
“O halde saat sekizde kapınızı tıklatırım efendim!”
“Efendim sözü bana mecburiyetmiş gibi geliyor, kendimi öcü gibi hissediyorum. İstersen ismimi Elif diyerek, ya da çok istiyorsan sonuna ‘Hanım-Manım’ gibi bir şeyler ekleyerek söyleyebilirsin. Tamam mı Ayhan?”
“Başüstüne efendim!”
“Elif!”
“Başüstüne Elif efendim!”
“Tek başına Elif!”
“Tek başına Elif Hanımım!”
“Pes! Bu kadar şaşıracak ne var ki, anlamıyorum. Neyse yemek salonunda görüşürüz olur mu? Bilmem biliyor musun, güzel bir söz vardır; ‘Nush ile uslanmayana etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir(16)’ diye. Bunu nasihat yerine; ‘Öğrenmeyene etmeli tekdir’ diye değiştirsem, bilmem yararı olur mu? Sen Ayhan’sın, ben de Elif, unutma, tamam mı?”
“Tamam Komutanım!”
“Sağ ol asker. Bana kimseyle iddialaşmamam gerektiğini öğrettiğin için!”
Dilim çözülmüş müydü? Nerde? Daha da peltekleşmiş(17), üstelik hiç gerekmediğini bildiğim halde, topuklarımı sertçe birbirine çarparak yüz seksen derece arkama dönmüştüm. Onun arkamdan hınzırca(18) gülümsediğini ne görmem, ne fark etmem, ne de hissetmem mümkün değildi…
Yemek vaktinde kapıyı çalmak görevi gene bana verilmişti. Belki de Komutanın diğerlerine ait çekincesi olsa gerekti. Benim şehir tecrübem olduğu gibi, tahsilim de diğerlerine göre fazlaydı çünkü.
Kapısını çaldım, eşofmanımı giymişti altlı-üstlü. Bolluğuna gülsem kızardı, bu nedenle “Merhaba!” bile demekten çekindim, ama o gülümsedi ve imtihana çeker gibi sordu;
“Benim adım ne?”
“Elif Hanımım!”
Sarıldı dudaklarını kulağıma yaklaştırdı, bağırmadı ama seslice;
“Elif! Sadece Elif!” derken ikinci söyleyişinde “E” harfini de, “i” harfini de oldukça uzun uzatmıştı. İlk defa fark etmiştim ki benden biraz daha uzundu ve onun bu hareketi ile bir hoş olmuştum ve sadece yutkundum.
Bir mahkûmun darağacına, ya da bir sporcunun madalya törenine gider gibiydik arkalı önlü yürürken. Atalarımız; “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” demişlerdi. Kulağıma da olsa o kadar yaklaşması bana, zulüm değil miydi?
Odasından çıkan Komutan gülümsemesini zor zapt ederek katılmıştı bize.
Salona girdiğimizde önce “Dikkat!” komutu, sonra yerlerimize oturmadan dua başlamıştı; “Tanrımıza hamdolsun…”
Elif duayı sükûnetle dinlemiş ve yerine oturmadan evvel, bana söylediklerini tekrarlamıştı;
“Beni aranıza kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Hepiniz Allah’ıma emanet olun ve afiyet olsun peşinen!”
“Sağ ol!” sesleri yükseldi hepimizden Komutan ve ben dâhil. İki arkadaşımız kontrole, bir arkadaşımız da telefonun başında nöbete devam ediyordu. Nüfusumuz kalabalık değildi masamız da, ama kaşık-çatal sesleri yanında, höpürtüler ve ağız şapırtıları duyuluyordu ister istemez.
O odasına çekilirken nöbetimin olduğunu, bir isteği olup olmadığını sordum. “Teşekkür ederim!” deyişini anlamamıştım. Sormam gereğini hissettim;
“Evet, anlamında mı, hayır anlamında mı, anlayamadım efendim!” dediğimde kafasını kaldırdı, bu bir tehdit ya da ikaz gibiydi, hemen anlamıştım;
“Elif!” dedim. Sitemi alt boyutta;
“Şükür!” demek oldu ve sordu;
“Nöbetin kaçta, yani kaçta nöbete çıkacaksın, hangi saatler arası?”
“23.00 – 03.00 arasında nöbetim.”
“O zaman nöbete çıkmadan önce bir bardak su getirirsen sevinirim!”
“Tabii Elif Hanım!”
İçimde ona karşı sempati diyebileceğim kıpırtılar hissediyor olsam da bence hiçbir şekilde ileri gitmemem gerekliydi, gitmedim de. Hem ben neydim ve üstelik kimdim ki?
Çay demlemiştik. Komutan;
“Güzel kızımız da içmek ister belki, sen bir bardak götür, içmezse sen içersin, yok içmeyi isterse; ‘Tekrar ister misiniz efendim?’ diye sormayı unutma Ayhan! “ demişti.
Bir su bardağını peçeteye sararak cebime koymuştum, bir elimde sürahi, diğer elimde de tabağıyla çay bardağı vardı, artık her nedense zapt etmekte güçlük çektiğim.
Kapı önündeki sandalyeye çay bardağını koyarak kapıyı tıklattım.
İçeriden konuşma sesleri geliyordu, ama “Gir!” denildiğini duyamadığım için kapıyı ikinci kez yeniden tıklattım. Tam sürahiyi de sandalye üzerine bırakmak üzereyken kapı açıldı. Üstünde hâlâ eşofmanlarım vardı ve telefonla konuşuyordu.
Eliyle “Gel-koy-otur” gibi işaretler yaptı konuşmasını kesmeden. Tam olarak ne söylemek istediğini anlamadığım için ayakta bekliyordum.
Konuşmasına ara vermeden, sürahiyi elimden alıp masaya koydu, sonra da çay bardağını. Ben de sevabıma(!) cebimdeki bardağı masaya bırakıp dönmek üzere iken elimden tutup sandalyeye oturtup “Bir dakika” der gibi sessizce işaret ettikten sonra konuşmasını bitirmek gayretinde oldu. Gereği müstecaptı(19).
Ne konuştuğunun, kimle konuştuğunun farkında bile değildim, tek kelimesine dikkat etmek aklımın ucundan bile geçmemişti, sağırdım, ama o izah etmek gereğini hissetmiş gibiydi:
“Üniversiteden erkek arkadaşım. Daha doğrusu erkek arkadaşım olma düşüncesinde bir sınıf arkadaşım. Konuştuklarımız tırı-vırı(20), şundan-bundan işte. Herhalde telefonunun bedavası olan bir gün olsa gerek ki; ‘Dedim ki, dedim ki!’ deyip durdu…
Sende sanki arkandan kovalayan varmış gibi hemen geri dönme çabasındasın. Nöbetin gece on birde başlıyormuş. O halde söyle neden? İtici öcü birimiyim senin için? Yoksa giyimim-kuşamım, hal ve tavırlarımdan mı hoşlanamadın?”
“Ben haddimi bilirim efendim. Ben vasıfsız bir asker, siz bir üniversiteli, muhtemelen varlıklı ve arkadaşı olan birisisiniz.”
“Yani son söylediklerimden etkilendiğini mi söylemek istiyorsun? Söylemesem bilmeyecek, bilemeyecektin. O halde başlamamak neden?”
“Ben hancı, siz yolcu iseniz uzak olmamız, uzak durmamız uygun değil mi?”
“Eee! Ben size; ‘Benimle arkadaş ol, beni sev, bana âşık ol’ mu dedim ki? Uzak durmak istemeni anlayamadığımı belirtmek istedim, sadece. Ben kimseye bağlı değilim, kimse de beni bağlayamaz, ne arkadaşım, ne sevgilim ve ne de nişanlım falan var. Ben ne isem oyum. Başkası, başka birisi de olmam imkânsız…
Hem sonra beni tanımıyorsun ki, itici olsam yahut da meselâ çekici olsam. Benim beklentim yok, ama yaşantında seni kıskanacak biri mi var yoksa? Öyleyse, o zaman uzak durmanı anlayabilirim.”
Gerçekten şehit Mesut ağabeyin kız kardeşi Mesude’nin benim ondan haberdar olduğum gibi, onun benden haberdar olup olmadığını bilmemek bir yana hatırlayamıyordum bile. Ama üç-beş saate sığdırılan bir yakınlaşma için de yalan söylemek mubah(21) olmamalıydı, ama doğrudan değil, dolaylı olarak, bunun için;
“Belki…” dedim.
Başını eğdi sadece, ne anlam taşıdığını düşünemiyor, bilemiyordum. Ufak bir sesle, belki de kontrol etmek amacıyla;
“İstersen onu, ya da ulaşmayı istediğin birileri varsa onları benim cep telefonumdan arayabilirsin!”
“Sağ ol bacım!” dediğimde ilk defa böyle söyleyişimden rahatsız olmuş gibi geldi bana.
Ve beynime takılanı sormak gereğini hissettim, iticilik-çekicilik anlamında;
“Beni tanımıyorsun, dediniz. Yoksa öğrenmek istediğiniz ben miyim?”
Kapıya yöneldiğimde tavrımın; “Aç tavuğun kendini darı ambarında görmesinden” farklı olmadığını anlamam gecikmemişti:
“Yok daha neler?” deyip kapısını kapatınca konularımızın ve konuşmalarımızın sona erdiğini gayet iyi anlamıştım.
Kapısından ayrıldım, ranzama uzandım. Dinlenmek için mi? Hayır! Nöbetime başlayıncaya kadar sadece ve yalnızca düşünmek için.
Nasıl gaflet(22) içinde olmuştum ki beni tanımak isteyebileceğini düşünerek öylesine?
“Hani; “İçim geçmiş!” denir ya düşünürken, düşünmekten yorulmuştum ve içim geçmişti. Nasıl mı fark ettim? Gayet kolay! Nöbeti devralacağım arkadaş;
“Uyan, tertip, sıran geldi!” diye uyandırmak için dürtüklediği zaman.
Oysa ikimizin de tertiplerimiz farklı idi!
Gece, nöbetim boyunca trafik mi gevşekti, yoksa ben ayakta uyumağa devam ettiğimden dolayı gelene-geçene “Geç!” diye mi işaret veriyordum? İnsan içmeden de sarhoş olabiliyormuş. Nasıl ki cep telefonu yasaksa, içki de ve Komutanımızın hassaslığı nedeniyle sigara da yasaktı bizlere.
Bu nedenle “Gel teskere, gel!” diye şapkasını yere vuran hiç kimse bu eylemi sırasında sigara bile içemezdi.
Kendi adıma söylüyorum, Orhan Veli’nin(23) dediği gibi kimse; “Kelimelerin kifayetsiz olduğunu bu derde düşmeden önce” bilmezmiş!
Nöbetim bitmiş, koğuşa ranzama dönmüştüm. Bu kere yalnız değil, hayallerimle baş başa idim. Üstelik zihnimde Mesude’den özür dilemiştim, yaşamama rağmen, onu hayallerimde yaşatmayışım nedeniyle.
Ve hayallerim de, rüyalarım da hep Elif’le süslüydü. Umut edip de umutlarımın gerçekleşemeyeceğini bile bile. Her ne kadar; “Dağ, dağa kavuşmaz, insan, insana kavuşur” denmişse de bilinirdi ki; Ne “Dağ yolunda yonca ile gül dalında gonca(24)” ve ne de “Bir şahinle bir serçe” kıyaslanabilirdi.
Ama hayalleri yasaklayan bir yasa var mıydı? Üstelik “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar(25)” dı.
Yorgundum, her şeye rağmen. Fiziksel yorgunluğuma, gönül yorgunluğum da eklenmiş olmalıydı, dermansızlık egemen olmuştu tüm mevcudiyetime.
Bu kere düşünürken değil, başımı yastığa koyar koymaz uyumuş değil, handiyse(26) sızmıştım.
Kendime geldiğimde güneş yükselmişti ve yükselen güneşle birlikte umut dünyama yoklar, yokuşlar, karanlıklar dolmuş, doluşmuştu. Çünkü yatağımın ayakucunda muntazam bir şekilde dürülmüş eşofmanlarım duruyordu.
Telâşla kalkıp giyinip sormak istercesine arkadaşlardan birine rastlamağa çalıştım. Olmadı. Komutanın odasına yöneldim. Selâm verişimden, gözlerimdeki meraktan, daha tek kelime bile söylemeden anlamıştı sormak istediğimi.
Aksi takdirde onu Komutan yaparlar mıydı?
“Gitti güzel kız. Hepimizi ayrı ayrı kucakladı. ‘Hakkınızı helâl edin! Sizleri meşgul ettim, bağışlayın!’ gibi bir şeyler dedi. Nöbetten dönen sizler istirahat ettiğiniz için sizleri rahatsız etmemek düşüncesiyle, senin eşofman takımlarını ayakucuna koyduktan sonra koğuş kapısından hepinize ayrıca öpücük gönderip selâmlarını bıraktı.”
Sükûtu hayal(27) mi, beklentilere ulaşamamanın hüznü mü, bir kere daha görüşemeyecek olmanın kahrı mı, gönlümün boş kalacağının endişesi mi, yoksa unutmak gereği mi idi düşüncelerimde yoğunlaşan?
Zaman her şeyin üstesinden gelirmiş!
Peh! Kim demişse beni bilmeden, anlamadan ortalığa koyuvermiş olmalı bu deyişi.
Birkaç saate sığışan özlemim dayanacağım boyutlarda değildi. Neden sonra hatırlamıştım yatağımı düzeltmediğimi. Eğer Komutan fark ederse bu göz hapsi almam ve görevli herkesin bayram etmesi demekti. Sanıyorum kenarından köşesinden şöyle bir dokundurmuştum.
Bu göz hapsi nasıl bir şey miydi? Göz hapsi alan biri en az bir gün süreyle tüm günün bulaşıklarını yıkardı meselâ. Veya her uyanışta herkesin yataklarını düzeltirdi, sinüsünü-kosinüsünü hesap ederek(28).
Bazen bu ceza tüm postalları boyamak, ya da tüm koğuşları süpürmek, camları silmek gibi de şekillenirdi.
Cezadan bol ne vardı ki, yeter ki Komutan plânlamış olsun. Kimsenin gözünün yaşına bakmaz, çok sıkışırsa yapılacak işler için “Neden gözünün üzerinde kaşın var?” deyip basardı göz hapsini. Kısaca göz hapsi, angaryanın(29) bir diğer adı idi.
Hemen ranzama yöneldim. Yatağımı topladım, eşofmanlarımı dolaba yerleştirmek üzereyken eşofmanımdaki bir hışırtı dikkatimi çekti. Üst cebimde bir not ve pembe bir mendil vardı. Notta;
“Unutmak istemiyorsan, ara!” sözü ve bir cep telefonu numarası yazılıydı. Anadolu’da bir deyiş vardı; “Pembe, gönlüm sende!” der gibi. Ya da bir türkü; “İnce giyerim ince, pembe yakışır gence(30)!” gibi.
Acaba vermek istediği mesaj bu muydu?
Peki, onu unutmasam da, nasıl ulaşacaktım ona? Demokrasilerde çare, bende hile-hurda-yalan tükenmezdi, desem pek mübalağa(31) etmiş olmam gibi geliyordu bana.
Ve yasak olduğu için cep telefonum olmamasına rağmen eğer ona kavuşmam için unutmamak çözümse, eğer benim davranışım onun duygularının yönlenmesine yardımcı olacaksa bu çareyi ne yapar, ne eder yaratırdım kendime. İnanıyordum.
Telefon Nöbetçisi olduğum, olayı takip eden günlerden birinin ertesinde bizim normal hatlı telefondan Elif’in telefonunu bir kez çaldırdım ve hemen kapattım. Çünkü şehir içi konuşmak bile yasaktı özel olarak, kaldı ki cep telefonu.
Cep telefonunda görünen numaraya göre hemen geri dönmüştü bana Elif;
“Ayhan?” dedi yalnızca ve sorarcasına.
“Evet, benim. Başka imkânım yoktu, unutmadığımı belirtmek, şansımı kaybetmeden denemem için. Bağışla! Üstelik haddimi bilmeden aramanı beklediğim için. Peki, neden uyandırmadılar, ya da uyandırmadın beni, vedalaşmam için…”
Birden susmama, ya da duraksamama rağmen o kendisini savunma içgüdüsüyle cevap vermeğe çalışmıştı;
“O kadar güzel uyuyordun ki, kıyamadım, belki de rüyanda görmek istediğini görüyordun.”
O sırada Komutan girmişti odaya, nutkum tutulmuş ve ben onun için duraksamak zorunda kalmıştım. “Bir saniye!” dedikten sonra ayağa kalkıp Komutana selâm verdim, askerce.
“Önemli bir şey mi?” dedi Komutanım. Yalandan kim ölmüştü ki, demiş miydim?
“Memleketten akrabam tatile gelmiş de, ‘Ne zaman, nerede görüşebiliriz?’ diye soruyordu.”
“O zaman ona; ‘Hemen!’ de. Olduğu yere bizim külüstürle git. Telefonların pilleri artık şarj tutmaz oldu, değiştirmemiz gerek. Aşçılara da sormayı unutma, ‘Bir şey lâzım mı?’ diye.
Ayrıca bir kutu pabuç boyası ile cilâsını da cebinden almayı unutma. Bir şeylerin gözümden kaçtığını da sanma sakın!”
Bu; göz hapsi demekti.
“Başüstüne Komutanım!” dedim. Komutan kapıya yönelirken onun telefonda bekliyor olması umuduyla ahizeyi tekrar elime aldım;
“Tamam Selçuk’cuğum, Komutan izin verdi, en fazla yarım saate kadar Postanede olurum.”
“Selçuk? Selçuk’cuğum?”
Komutan odadan çıkmıştı, belki rahat, ya da özel konuşmam için.
“Evet Selçuk! Komutan pattadanak(32) odaya girdi, şaşırdım, ne deseydim yani? O güzel kızla konuşuyorum, buluşmak ve derdimi anlatmak, içimi dökmek için mi deseydim? Ben hemen yola çıkıyorum ve seni görmek, seninle el ele tutuşmak için sabırsızlanıyorum!”
“Ben de!”
Tam odadan çıkıp nöbeti arkadaşıma devredecekken Komutan;
“Yahu kızcağız paldır-küldür gitti. Ayhan sen göz hapsine ek olarak bir kutuya bahçedeki incir ağacından yemiş(33) topla, iyilerinden ballılarından. Arkadaşları ile birlikte yerler herhalde. Ben de şimdi kendisine cepten ulaşıp senin yarım saate kadar postanede bir akrabanla buluşacağını söyleyeyim. Akrabanın adı Selçuk’tu, değil mi?”
Yalanın bana yakışmayacağını düşündüm Selçuk ismini tasdik etmemi bekleyince, her ne kadar yalandan ölen olmamışsa da;
“Komutanım telefon etmenize gerek yok. Selçuk; Elif’tir zaten!” dedim.
Komutan başını kaldırdı, hayret eder gibi, şaşırmış gibiydi. Sadece;
“Anlıyorum, fazla gecikme, en geç akşam nöbetinde burada olmanı isterim, cipi uygun bir yere bırak, şehir için izin belgeni yanına almayı unutma...
Ve en önemlisi yalan söylemek temayülünde(34) bulunduğun için bir hafta süre ile bulaşık yıkama cezası veriyorum sana. Ama doğruya döndüğün için de affedildin!”
Kim tutardı beni artık! Ben neydim? O kimdi? Önünde diz çökerdim, eğer bana ait bir özlem görürsem gözlerinde ve “Benim ol!” derdim.
Yeterli vaktim yoktu, bence, bana göre. Arkadaşlara rica ettim. Bir dondurma kutusunu dolduracak kadar yemiş topladık Komutanın emrine uygun olarak.
Cipi çalıştırdığımda Komutan;
“Selâm söyle!” dedikten sonra fısıldadı;
“Allah neyi uygun görmüşse, o olsun!”
“Âmin Komutanım!”
Cipi İnzibat Karakolunun önüne park ettikten sonra var gücümle postaneye koştum. Kıyafetim resmi idi, ama gönlüm içten idi. Hem burada kim kime, dumduma(35), herkes kendi havasında idi ve kendi hayatını yaşıyordu. Bu nedenle karşılaşıp kucaklaşmamız kimsenin dikkatini çekmemişti;
“Tümüme egemen oldun!”
“Bir gün içinde, benden uzak olduğun birkaç saati sığdırdığın gün içinde mi?”
“Bazen ömür yirmi dört saattir!”
…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Elif; Arap alfabesinin ilk harfi olup bir, tek olmayı, vahdaniyeti anlatır. Ayrıca dost, sevgili, doğruluk, dürüstlük, insancıllık, üstün vasıflara sahip olma anlamlarını da taşır. “İncecikten bir kar yağar” diye başlayan şarkının Güftesi herkesin bildiği gibi Karacaoğlan’a aittir. Sadettin Kaynak onun dizelerini Segâh Makamında bestelemiştir.
Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü. Yunus EMRE
(1) Annem beni yetiştirdi / bu vatana yolladı / al sancağı teslim etti / Allahaısmarladık… şeklinde Alay Marşı. (Bazen “vatana” yerine “ellere” de denilmektedir).
(2) Od; Farsça “Ateş” demektir. (Çok kişi bu sözü yanlış olarak “ot” şeklinde söylemektedir ki yanlıştır).
(3) Şehadet Şerbeti; Bir deyim, şehit olarak ölenlerin içtiğine inanılan şeydir.
(4) Mekruh; Haram gibi kesin ve bağlayıcı olmamakla birlikte yapılmaması istenen, hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey.
(5) Zırvalamak; Saçmalamak, gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylemek veya bu tür davranışlarda bulunmak.
(6) Naaş (Na’ş); Ölen kimsenin vücudu.
(7) Zıbarmak; Çok içip sızmak, yatıp uyumak, ölmek, gebermek.
(8) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser, Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamlarında Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.
(9) Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen.
(10) Zaruret; Zorunluluk, zorunluk, gereklilik. Sıkıntı, yokluk, fakirlik.
(11) Lokal; Belli bir bölgeye, belli bir yere değin ve ilgili.
(12) Hazır Nazır; Emre Amade. Hazır, hazırlanmış.
(13) Albeni; Çekicilik. Çekici olma durumu. Alım. Alımlılık. Cazibe.
Balıketi; Ne zayıf, ne de şişman, etine dolgun kız, ya da kadın.
(14) Sosyete; Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve kendilerine özgü yaşam biçimleri olan topluluk. Toplum, cemiyet.
(15) Zül Saymak (Addetmek)(Bir olayı, ya da sözü); Küçültücü, alçaltıcı, ayıplanacak olarak değerlendirmek.
(16) Nush ile yola gelmeyene etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. ZİYA PAŞA (Nush; Nasihat).
(17) Peltekleşmek; Tutuk, titrek konuşmak. Dilin dişlerin arasına alınır gibi konuşulması, bir kısım harflerin istenildiği gibi değil, kusurlu söylenişi.
(18) Hınzırca; Domuz gibi. Zarar vermek ister gibi, acımasızca, sinirlendirici ve ters davranışlarda bulunurcasına, katı yüreklilikle, kötü düşüncelerle.
(19) Müstecap; Dileği (ya da isteği) kabul edilen kimse.
(20) Tırı-Vırı; Değersiz, boş, aptal, bön.
(21) Mubah; Yapılmasında, ya da terkinde dini yönden de herhangi bir sakınca bulunmayan, serbest, uygun.
(22) Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.
(23) Orhan Veli KANIK, “ANLATAMIYORUM” isimli şiirinde şöyle demekteydi: “Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle. Bilmezdim, Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin kifayetsiz olduğunu, Bu derde düşmeden önce!”
(24) Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Orhan Seyfi ORHON’a, Bestesi Kasım İNALTEKİN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır.
(25) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
(26) Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
(27) Sükûtu Hayal; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı.
(28) Sinüsünü-Kosinüsünü Hesap Etmek; Bir konuda titizlenerek etraflıca araştırmak, dizmek, hecelemek, bilmeye çalışmak, tanzim etmek, gereğine uygun bir biçime getirmek.
(29) Angarya; Bir kimseye veya bir topluluğa zorla, ücret verilmeksizin yaptırılan iş. Usandırıcı, bıktırıcı, ya da yapmak zorunda olmadığı bir işi istemeyerek, ya da ek emek sarf ederek yapmak. (İmece değildir).
(30) İnce giyerim ince, pembe yakışır gence… Tekirdağ yöresinden türkü.
(31) Mübalağa; Abartma. Herhangi bir şeyi tasvir veya tarif ederken sözün etkisini güçlendirmek için olduğundan fazla veya eksik gösterme.
(32) Pattadanak; Pattadak. Birdenbire, ansızın.
(33) Yemiş; Bazı yerlerde” İncir” kelimesi yerine kullanılan meyve.
(34) Temayül; Eğilim, bir yana eğilme, tandans, trend.
(35) Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.