Genç kız arabasını park etmeye çalışırken sıkıntılıydı. Yaşlı adam onun kendisini aynasından ve geriye bakarak gördüğünden emin olarak “Gel! Gel!” diye işaret yaptı eliyle, sonra “Dur!” dercesine avucunun içini gösterdikten sonra, “Direksiyonu döndür!” şeklinde işaret etti.

Arabanın iyi bir şekilde park edilmiş olup olmadığını sağını-solunu da kontrol ettikten sonra, “Tamam!” işaretini verdi ve arabanın yanından çekilmek gayretini yaşadı yaşlı adam, teşekkür bile beklemeden.

            Kapısını açmak üzere olan genç kız, yaşlı adamın kendi tarafından yaklaştığını görünce kapısını açmayıp açık penceresinden “Buyur Amca!” dedi.

            “Benim vaktim kısıtlı değil kızım, senin acelen olabilir, gençsin, sen buyur kızım!”

            “Sizin gibi insanlar var mı hâlâ dünyada?” diyerek teşekkür eden genç kız, koşarak hastane kapısına yöneldi ve gözden kayboldu.

            Karnı aç olan ve bir kısım testler için önerilen vakitten önce hastaneye gelen yaşlı adam, kanını aldırdı, EKG’sini çektirdi, EKO’sunu yaptırdı(1), sonuçlarını alıp doktora gösterebilmek için kafeteryaya gidip beklemeğe başladı.

Ne canı bir şeyler yemeyi istiyordu, ne de canının istediği bir şeyleri alabilecek ekonomik özgürlüğe sahipti. Devletin verdiği, ev kirasına, elektrik-su, odun-kömür gibi gerekli giderlere ve ucu-ucuna ancak boğazına yetiyordu.

Yoktu başka yerden, başka yerlerden desteği. Bu nedenle hastanenin buzdolabı vitrinlerine bakıyor, hatta fark edilmeyecek bir şekilde yutkunuyor, yan masada gazetesini açmış adamın gazetesindeki büyük harflerle yazılı olanları gözlerinin erebildiği kadarıyla okuma gayretini yaşıyordu. Birden;

            “Amca!” diye bir ses duydu ve irkildi. Çünkü ne yakından, ne de uzaktan kimi-kimsesi yoktu. Boş, bomboş olan yaşamını kendi başına tüketen bir varlıktı, kendini insan olmaya, insanlığa bile yakıştırmıyor;

“Eh, işte! Sürünmeden, sürüklenmeden, kimseye ağırlık olmadan, bir çırpıda emanetimi verip göçsem!” diyordu.

Vasiyet gibi bir şeyler karalamıştı;

“Yararı olacaksa bedenim kadavra(2) olarak kullanılsın, yoksa iki kıçı kırık eşyam satılıp kefenim alınsın!” diye yazmış, üst kattaki komşulara ve ev sahibine de anlatmıştı dileğini.

Kim seslenirdi ki hastanede kendisine bu şekilde. Bilenler “Gıyasettin Amca!” derdi, bu ses sadece “Amca!” diye seslenmişti bu nedenle de irkilmesine neden olmuştu.

Döndü baktı, sabah arabasını park etmesine yardımcı olmağa çalıştığı o genç kız gibi geldi kendine, miyop gözlerinin saflığıyla. Dikkat etmemiş, dikkatli bakmamıştı yüzüne, cismine çünkü.

Ve üstündeki beyaz önlükten, yakasındaki karttan anladığına göre doktordu o. Kendisine doğru yöneldiğinde kendisini görmüş olmaktan dolayı mutlu gibiydi.

“Amca, hastaneye geldiğini niye söylemedin ki bana? Yardımcı olurdum. Elinden tutardım, yol gösterirdim. Sakın iyiliğe iyilikle karşılık olarak yorumlama. Sadece karşımda iyi bir insan olduğuna inandığım için yapmak isterdim düşündüğümü!” derken elini öpmek için eğildi.

“Estağfurullah kızım! Sizler bizlerin sığınağı, korunağısınız, meleklerimizsiniz. Değil başınızı el öpmek için eğmeniz, yaşınız ne olursa olsun biz hastaların sizlerin ellerinizi, yanaklarınızı öpmemiz, kucaklamamız gerek!” dedi.

“Sözlerinizle gurur duydum, sağ olun efendim. Hocayla viziteleri yaptık, şimdi oradan geliyorum. Biraz moralim bozuk. Beyin ölümü gerçekleşmiş olsa da, bir hastamızın yaşam ünitesinin fişi her nasılsa çekilmiş. Hastamızı kaybettik maalesef. Onun için moralim bozuk, size bir çay…”

Doktor Hanımın sözünü bitirmesine kükrercesine bağıran bir ses engel oldu;

“Doktor! Doktor! Annemin katili doktor!” diyen iriyarı yapılı bir adam silâhını doğrultmuş, üstüne doğru geliyordu. Arkasından koşan bir genç kız;

“Dur! Yapma ağabey!” deyinceye kadar adam silâhını ateşlemiş, doktor için heyecanlanan yaşlı adam, silâhla genç kız arasına girmekte beis(3) görmemişti.

“Sen ne yapmağa çalıştın be çocuk!” derken göğsünü tutuyor, sanki akan kanını durdurma çabasını yaşıyordu.

“Ağabey” diyerek genç adamın peşinden koşan genç kız;

“Sen ne yaptın ağabey? Doktorun hiç suçu yok, annemin günbegün erimesine gönlüm razı olmadığından, tıbbın yapacağı bir şey kalmadığından annemin fişini ben çektim. Katil aranıyorsa o benim.”

Genç adam şaşkın bir şekilde silâhını yere doğru eğerken, güvenlik görevlileri onları, koşuşan hemşire ve hastabakıcılar ise, bir sedye ve doktorla yaralı ihtiyarı ilgili yere yönlendirmeğe çalıştılar.

Şuuru(4) hemen kapanmamıştı yaşlı adamın;

“Boş verin! Değmem! Ha bugün, ha yarın diye beklemekten yorulmuştum. Ne mutlu bana ki, bir iyilik sonucu gidiciyim!”

“Öyle deme amca! Daha çay bile ısmarlayamadım sana, iyileşip ayağa kalkacaksın, beraber çay içeceğiz. Hem söz veriyorum, seni yemeğe de götüreceğim. Bu kızının sana yemek ısmarlamasına ‘Hayır!’ demezsin değil mi?”

“Yorgunum kızım, çok yorgun…” cümlesini tamamlayamadı.

Hem nabzına ve hem kapaklarını kaldırarak gözlerine bakan doktor; “Çabuk!” dedi. “Çabuk hocama haber verin, yetişsin!...”

Doktor, maskesini takmış, telaşla izliyordu yapılanları, bir taraftan da hocasına bakıyordu, endişesini saklamadan.

Hoca gülümsüyordu maskesinin altından;

“Endişelenme güzel kız! Seni, senin için canını verecek kadar seven bir sevgilin olduğunu bilmiyordum. O seninle yarınları da paylaşmak için yaşayacak, müsterih(5) ol! Sen sadece koş, verdiğimiz kan yeterli olmayabilir, biraz daha kan bul, getir. Doğrudan doğruya da yükleyebiliriz.”

“Allah razı olsun hocam. Beni seven, benim için bu fedakârlığı yapan bu yaşlı amcanın adını bile bilmiyorum, ama dünyada kalmış ender insanlardan, muhterem, saygı duyulacak, sevilecek bir insan o. Benim ve şu anda hastanede olan herkesin kanlarını test ettirip hemen ulaştıracağım size.”

Arkasına baka baka çıktı genç kız odadan ve var gücü ile önce Hastanenin Kan Merkezine, sonra Anons Masasına yöneldi, aranılan kan grubunu anons ettirmek için. Saniye bile gecikmek istemiyordu…

Başarılı ameliyatla kurşun çıkarılmış, ilgililer adalete teslim edilmiş, günlerden sonra yoğun bakımdan kendi odasına yönlendirilmişti yaşlı adam.

Genç doktor, nöbeti olmadığı zamanlarda kendisi kalıyordu yaralının başında. Pansumanının özenle yapılmasına nezaret ediyor, ilâçlarının vaktinde verilip verilmediğini kontrol ediyordu.

Devlet; yaşlı adamın Sağlık Karnesi olmasına rağmen tüm giderler için “He!” demiyordu maalesef.

Onu vuran tarafın da hapiste olması çözüme yardımcı olamıyordu. Bu nedenle doktor hanım, çıkan bir kısım giderleri cebinden ödüyor;

“Kim bunu hastaya hissettirirse, öteki dünyada iki elim yakasındadır!” diyordu.

Odasında, kendine geldiğine inanıp gözlerini açtı Gıyasettin Amca. O gün genç doktor hastalarının muayene ve tedavileri için görevinde olduğu için annesi duruyordu yaralı Gıyasettin Amcanın başında.

Başını kaldırdı yaşlı adam. Anne-kızın birbirine çok benzediğini düşünmemiş olsa gerek, belki de ilâçların etkisiyle;

“Merhaba doktor kızım, bu kadar çok zaman mı geçti, sen benim yaralandığım o günkü yaşıma gelmişsin sanki! Kim bilir ben de ne berbat olmuşumdur, şimdi?..

Sakalımdan, saçlarımdan hissediyorum, ama yüzüm de çok buruşuk mu? Hangi yıldayız, ben kaç yaşımdayım şimdi?” gibi dinlenmiş olmasının aceleciliği ile sorularını ve düşündüklerini arka arkaya sıralamıştı.

Annesi belki kızından ders almıştı, belki de içinden öyle gelmişti;

“Hey kendine gel arkadaş! Ben kızımın annesiyim. Öyle çok çirkinmişim gibi bakıp kaba sözler de söyleme bana. Yoksa kızıma söylerim, ağzına biber sürer, sana kocaman-kocaman iğneler yapar, ona göre!” dedi.

“İyi bir evlât, güzel, cici, hanım-hanım bir doktor, kızınız. Yaptığıma asla pişman değilim. Bir kere daha olsa gene aynısını yaparım. Bin kere de…

Çünkü onlar bizim yarınlarımız ve yarınlarımız onlardan çok şey bekliyor. Canlarının sağlığı için, onların can sağlığına dua eden o kadar çok insan var ki, sırada. Bu nedenle onlar yaşamalı, hem çok, uzun ve sağlıklı yaşamalı!”

Doktor hanım geldi, daha doğrusu geçerken uğramıştı. Gıyasettin Amcasının annesiyle sohbetini görünce meraklanmıştı, gene de belli etmedi;

“Yaşamımı belki de tamamen sana borçluyum Gıyasettin Amca. Sen o fedakârlığı yapmasaydın, ne olurdum ben kim bilir?”

“Biraz önce annene ‘Böyle bir şey tekrarlanacak olsa aynını gerçekleştirirdim!’ diye anlatmıştım. Hem söyle bakalım, ben yarı baygınken ‘Çay ısmarlayacağım, yemek ısmarlayacağım’ diyordun. Nerede, ne zaman? Şimdiden şapırdatmaya başlayayım dilimi-damağımı.,,

‘Unuttum, ya da o telâşla söyledim!’ deme, kesinlikle inanmam. Hem ne zaman ayağa kalkıyorum, onu da söyle bana hanım kızım. Evime gitmem gerek, etrafı örümcekler, kara böcekler sarmıştır. Benim de onları beslemem gerek!”

“Yalnızmışsınız, cebinizdeki defterden ev sahibinize haber verdim. Onlar sizi anlattılar. Sizi oralara bağlayan hiç bir şey yok!”

“Eyvah desene ‘Kira’ diye tutturdu, gene!”

“Yok, ‘İyileşsin hallederiz!’ dedi.”

“Hiç sanmıyorum, ama hadi öyle olsun! Aslında evin kirasını ayırıp koymuştum, evdeki çekmeceme, inşallah hırsız-mırsız girip çalmamıştır. Hoş hırsız falan girse benim fakirhaneye, sevabına harçlık bırakıp da gider yani!”

Genç kız evinin kirasını da ödediğini söyleyemez, söylemezdi. İçinde biriktirdiği, saklamayı uygun görmediği, belki de annesiyle kararlaştırdığı düşüncesini söyledi birden;

“Bir şey söylesem, neden, niçin gibi ahret sualleri(6) sormadan, sadece istediğim için, içimden geldiği için söyleyeceğim, bu isteğime ‘Evet!’ der misin?...”

Durakladı genç kız, cümlesinin sonunu nasıl bağlayacağını bilemedi;

“Söyle kızım! Sana nasıl ’Hayır!’ diyebilirim ki? Beni eskimiş de olsa hayatıma geri döndüren sensin. İstersen peşinen ‘Evet!’ diyeyim, hemen ‘Peki!’ diyeyim.”

“Babam ol!”

Durakladı yaşlı adam. Kulağa hoş gelen bir cümle, güzel tarzlı bir dileyiş idi bu. Bir genç kıza, bir yaşlı kadına baktı.

İkisinin de kafaları eğikti. İstediklerinin ne anlama geldiğini bildiklerinden emin gibiydiler. Yoksa ilâçların etkisiyle “Kazı-koz mu anlamıştı?”

“Babamı çok erken kaybettik, annem büyüttü, beni bu günlere o getirdi. Yıllardır baba şefkatine muhtacım. Bu duyguyu sizde yaşadım, amca gibi değil, baba gibi…

Sevecen, inanılır, güvenilir, yardımsever ve evlâdı için canına hiçe sayan. Evimizin direği ol. Bize bak! Bizi koru! Kısaca evimize hami(7) ol, annemin de, benim de babamız ol!”

Sözünün sonunda lütfen yoktu. Çünkü sesi yalvarırcasınaydı.

Doğrulmak istedi yaşlı adam, beceremedi, hatta bu kadarcık hareket bile onu soluk soluğa bırakmıştı:

“Güzel bir teklif, yalnızlığımda düşüneceğim!” dedi, düşünmek için, belki de yorgunluğunda gözlerini kapattı. Horlamayı çok iyi bilmesine rağmen, sesi-soluğu duyulmuyor gibiydi yatağında.

Kendine bir araba park edilmesinde yardımcı olduğu için değer verilmesinin mutluluğundan mıydı huzuru? Muhtemeldir, belki!

Dalmıştı, ya da daldığını zannediyordu. Ama düşünmüştü, hem içten, hem derinden.

Gözlerini araladı, biliyordu ki başucundaydılar ve cevabını bekliyorlardı:

“Bak güzel kızım. Bakın sevgili kardeşim, hanımefendi. Yaşamımda tüm sevdiklerim beni ben başıma bırakıp gittiler, terk ettiler yani. Şimdi siz sahiplenip ‘Babamız ol!’ diyorsunuz. Hayhay, memnuniyetle…

Bu; bir bakıma benim kurtuluşum, beni sevdiklerine, hiç olmazsa seveceklerine inandığım insanları kucaklamak olur benim için. Amma…”

Yaşlı adam, gözlerini gezdirdi her ikisinin de yüzlerinde. Sözlerinin sonunu bekleme telâşı içindeydiler, merakla, hatta endişeyle.

“Amma güzel kızım, yarın birini seveceksin, âşık olacaksın, ya da eloğlu seni alıp gitmek isteyecek. Ben, sen istedikten, kalbinin sahibini bulduğuna gönülden inandıktan sonra, seni benden isteyene nasıl; ‘Hayır, vermem!’ diyebileceğim ki, sonumun belgesini imzalar gibi, imzalarcasına…

Ve bunun sonucuna nasıl dayanırım ki? Boşluktaydım, dolduracaksınız boşluğumu, ya sonra gidince sen, belki de anneni alarak nasıl dayanıklı olacağım tekrar boşlukta kalmaya…

Yok, kızım o kadar güçlü değilim. Bu nedenle bırakın yalnızlığımla öleyim. Bu ölümü benden esirgemeyin, ne olur?”

“Bir kere daha büyüklüğünüzü gösterdiniz. Ama bilmediğiniz çok büyük kusurlarınız var…

Birincisi babamız olacaksınız. Bir baba kızı evlenecek diye kızını ortada bırakır mı? Tabii ki ‘Verdim, gitti!’ demeyeceksiniz. Peki, kızı babasını ‘Evlendim!’ diye dışlayabilir mi? Hadi kızı babasını dışladı diyelim. Evleneceğim diye bir evlât kendisini doğuranı kapının önüne koyabilir mi?”

“Çok dolambaçlı konuşuyorsun, doktor kızım. O kadar zeki değilim, hem benim senin gibi nefesim de kuvvetli değil, beni yorma!”

“Gene ve biraz uzun olacak, ama beni almak isteyen önce anne ve babamın rızasını alacak, ondan sonra ‘Eşi olmamı isteyip’, bekleyecek!”

“Biliyorum, çok naz âşık usandırır, ama nazlanmıyorum. Gerçekten baban gibi seninle, kardeş olarak annenle beraber aynı dünyada olmak, sizlerle beraber yaşamak isterim, ama nasıl, bilemiyorum.”

“Şöyle ki kolay! Nişanlımla birbirimizi henüz tam olarak tanımıyoruz. Kaldı ki tanımış olsak bile, derler ki; ‘Taş-taş üstüne olur, ev-ev üstüne olmaz!’ Bu nedenle kirada olan bize ait alt katımızı kiraya verirken yaptığımız sözleşme gereği, Nikâh Davetiyemizi gösterdiğimiz anda kiracı evimizi boşaltacaktı. Üstelik bu sözleşmeyi Noter tasdikli yaptığımız için bir sorun yaşamayacağız…

Kısaca ben, ya da biz sizin alt katınızda, devamlı sizlerle beraber olacağız, ta ki Tanrının sizlere kucak açacağı ana kadar. Anlaştık mı babacığım!”

Her ikisini de, yavrularına kanatlarını açan bir gurk tavuk(8) gibi kollarının arasına alma arzusunu yaşamıştı yaşlı adam.

Kollarını açtı, onları kucaklarken;

“Anlaştık kızım! Anlaştık kardeşim!” dedi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Gıyasettin; Dinin yayılması için yardımı dokunan kişi.

(1) Tıpta bazılarımızın bildiği gibi; EKG (Elektrokardiyografi), EKO (Ekokardiyografi), Eforlu EKG (Koşu Bandı Efor Testi), Sintigrafi, MR ( Manyetik Rezonans=EMAR) diye anılan muayeneler.

(2) Kadavra; Tıp öğreniminde görerek, uygulayarak öğrenim amacıyla üzerinde çalışmalar yapılmak üzere hazırlanılmış, ölü insan, ya da hayvan vücudu.

(3) Beis; Engel, uymazlık, kötülük, zarar.

(4) Şuuru Kapanmak; İnsanların şahsiyetleri, mekân ve hadiseler hakkında bilgilerini yitirmeleri, beynin fonksiyonlarının bir kısmını yitirmesi nedeniyle bilgisiz bir uyanıklık hali.

(5) Müsterih; Bütün kaygılardan uzak, gönlü rahata kavuşmuş, içi rahat olan.

(6) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler”  anlamındadır.

(7) Hami; Destek olan, gözeten, kollayan, koruyan, koruyucu. Kayıran, kayırıcı.

(8) Gurk Tavuk; Civciv çıkarmak için yumurtalar üzerine oturup sabırla süreyi bekleyen tavuk.