“Sülün gibi(1) kızlar!”
“Beğendiğin, ya da ilgini çeken biri var mı?”
“Var, desem ne olacak ki? Bu sosyete(2) güzelleri ‘Selâmünaleyküm’ deyip arkadaş mı olacaklar ki benimle?”
“Onlar bir kere sosyete güzelleri değiller. Okudukları ve gelirleri olmadığı için böyle özel günlerde para kazanmak için görev yapmak zorunda olan hostesler. Bu bir…
İkincisi; üzümünü ye, bağını sorma! Sadede gel(3)! Beğendiğin hangisiyse onu söyle ve bekle!”
“Ben Dost Meleğinim(4), afsunlarım(5), sihirlerim(5), gereğini yaparım diyorsun, yani. Sahi sen Alâattin’in Lâmbasından çıkıp ortalıklarda gezinen cin misin yoksa?”
“Hâlâ vakit geçirdiğinin farkında mısın? Zaman değerli! Boşa geçmesin! İstediğini söyle ki, ben de sana onu kazanıp almanda yardımcı olayım, olabileyim.”
“Peki, şu siyah elbiseli, uzun boylu, topuksuz pabuçlu sarışın desem?”
“Hemen!...”
İki arkadaştılar. Askerden dönüşlerinde mecburi hizmetlerini yapmak için aynı iş yerine atandıktan sonra tanışmışlar, aynı otelde, ayrı odalarda kalmak masraflı olduğundan, uzaktan da olsa birinin yani Dost Meleğinin bir akrabalarının yardımıyla, dayalı-döşeli bir ev kiralayıp orada kalır olmuşlardı.
O birinin yani Dost Meleğinin uzaktan akrabası evin sahibiydi de. Zaten kira-mira işlerini, masraf gider işlerini de o Dost Meleği hallederdi. Ev sahipleri yalnız, çocuklarının her ikisi de yurtdışında olan, onlara ayırım yapmadan evlât gibi sarılan karı-koca idiler.
Hem öylesine evlât gibi sarılıyorlardı ki, her ikisinin de “Teyze” ve “Amca” dedikleri bu insanlar hiçbir karşılık beklemeden eksiklerini gideriyorlardı.
Yemeklerini yapıyor, çarşı-pazar eksiklerini gideriyorlar, kendilerinin yıkamak için ayrı ayrı gizledikleri çamaşırlarını bile arayıp bulup yıkıyor, ütülüyorlardı, hatta özelleri denecek donlarını, çoraplarını bile…
Kendi üst katlarında bir aile daha vardı, onların kiracıları olarak, yeni evli, her ikisi de çalışan. Onların onlara göre bir ayrıcalıkları yoktu, muhtemelen. Kendileri ise yaşlılıkları nedeniyle yorulmamak, merdiven çıkmamak için alt katta oturuyorlardı.
Ama merdiven çıkmamak hakları Dost Meleği ile arkadaşının eve taşınmaları dolaysıyla kaybolmuş gibiydi, ya da bu haklarını kendiliklerinden yitirmişlerdi, oflayıp-puflamadan(6).
Amca ve Teyzenin çok zaman karşılaştıklarında söyledikleri; “Artık zamanlarının geldiği, birer ayaklarının çukurda olduğu, bu nedenle de gelin adaylarını görmek istekleri idi. Bunda “Amca” ve “Teyze”nin kendilerini ara sıra ziyarete gelen, görmedikleri, ama hissettikleri genç kızların etkileri de olabilir miydi ki?
Çünkü onları mutlu gördüklerinde biliyorlardı ki, gelenler sevdikleri birileri, belki de akrabalarıydı.
Bu arada Dost Meleği olan gencin de onların geldikleri vakitlerde bir yerlere kaybolması gözünden kaçmıyordu ev arkadaşının. Bazenler çoğalıyordu bazen…
“Aman! Bana ne?” diyerek kulak şapırdatmasına(7) rağmen Dost Meleğinin uzaklaşmasını merak etmiyor da değildi. Ona kıyasla eğer elinden bir tutan olmazsa sittin sene(8) Gönlünün Sultanına(9) ulaşamayacak gibi görüyordu çünkü kendini.
Bir ömrü beraber tüketmeye ahdettiği(10) kişiyi bulmak, öyle pazardan elma-armut seçerek almakla olacak bir şey değildi ki. Evet, her ikisinin de öz anne-babalarının belirlediği aday adayları vardı ama insanın varlığına egemen olmasını dilediği, yani Gönlünün Sultanı olsun istediği ile uzaktan-yakından ilintileri yoktu aday adaylarının.
Bu konuda her ikisinin de görünüşe göre düşünce ve duyguları uyuştuğundan hır-gür de yoktu aralarında. Oysa düşünceleri ve hareketleri aynı yönde olmalıydı insanların ve o yalnız evlerinde beraber yaşayan iki kişiden biri, bunu bilerek önemsemiyordu!
Her ikisinin de evde odaları gibi, televizyonları ve bilgisayarları ayrıydı. Kablosuz internetleri, elektrik-su-doğalgaz giderleri müşterekti, tıpkı buzdolapları gibi. Farklılıkları yok muydu?
Meselâ, siyasal görüş olarak aynı düşüncede olup, aynı gazeteyi okumalarına rağmen ayrı spor takımlarının sempatizanları(7) idiler ve beraberlik haricinde hangisi mutlu ise, vay diğerinin haline idi!
Üstelik değişik zamanlarda biri ya da diğeri, bezik, tavla ya da piştide galip gelmişse, öteki geç-erken demeden, hangi vakitte olursa olsun, kaybedilen her ne ise alıp getirmek zorundaydı, ister manavdan, ister bakkaldan, isterse marketten.
İşe gidip-geldikleri ortak arabaları da birinin üzerine kayıtlı, giderleri müşterek idi. Evet, kardeş değillerdi, ama bir elmanın iki yarısı gibiydiler. Farklılıkları? İşte o biraz bariz(12) şekilde vardı.
Aytaç, yani Dost Meleği şehirde doğup büyümüş, cesur, atak, kaba anlamda yırtık(13), atılgan, Mehmet ise “Köyden inip şehre, şaşırmıştı birdenbire” tipinde, şaşkın, sünepe(13), çekingen ve hatta gariban(13) idi.
Aytaç’ın cüzdanında kızların bir katalog dolusu kadar fotoğrafları, adres defterinde adres ve telefon numaraları, Mehmet’inkinde anne-baba ve kardeşinin fotoğrafları vardı. Ne defterinde, cep telefonunda değişik isim, ya da telefonlar, ne de bir başka önemsenecek bir şey vardı. Doğalgaz, Acil Yardım bile kayıtlı idi telefonunda ama SIM Kartın(14) hafızası bile yeterince isimle dolu değildi.
Bu ayrılık, ya da farklılık nedeniyle Aytaç akşamları çok zaman geç gelirdi eve, Mehmet’i merakta bırakarak, hiçbir şey söylemeden. Bazen de hiç dönmezdi eve, arkadaşını seven bir insan olduğundan cep telefonundan mesaj bırakırdı anlamlıca.
“Yemeğini, kahvaltını yalnızlığınla ziftlen(15)! Ben yoğum!” gibi ya da benzeri alaylar ile. Alınganlığı(13) yoktu Mehmet’in, belki de hak ettiğini düşünüyor olduğundan.
Bu, kendisinin yaşam biçimiydi ve yetiştirilme, görgü, bilgi ve deneyimler konusunda Aytaç’la aşık atması(16) mümkün değildi.
Destek, ya da yardım teklifi olmaz mıydı Aytaç’ın? Olurdu tabii, hatta abartarak söylemek gerekirse her gün, ancak normalde ise haftada en az bir kere. Mehmet onu sadece yanıtlardı, belki de çekinerek, duygularına set vurmak istercesine:
“Teşekkür ederim!” diye ve anlamlar anlamsızlaşırdı bazen.
O gün bir Pop Starın Açık Hava Konseri vardı ve Aytaç Mehmet’in tüm “Teşekkür ederim” dileklerine boş vererek iki bilet almıştı. Söylemekte mahzur yok, Aytaç’ın destek, iltifat ve zorlamasıyla birazcık da olsa alkolle boğazlarını ıslatarak bu konsere gitmişlerdi.
Ayaktaydılar, hem herkes, yerinde tepinen, bağıran, çağıran, hatta isterik(17) bir şekilde ağlayan. Sahneye uzak değillerdi, ama yakın da değil. Karşılarında göz göze gelmek gayretinde gibi gözüken, grup halinde sekiz-dokuz kız, uvertür(18) de olsa musikinin ahengine uygun olarak ellerindeki pet şişelerinden su içerek sallanmaktaydılar, şimdilik.
İşte Mehmet’i etkileyen ve “Sülün gibi!” dedirten bu grup idi…
O, siyah elbiseli, uzun boylu sarışın, hemen yanındaydı Aytaç’ın iteklemesiyle. Gözlerine bakamıyordu utanırcasına. Genç kızın bakışları da karşılaştıklarında kafası ile “Neden?” dercesine çevrilmişti sanki.
Mehmet başını salladı;
“Nasıl?” dedi, “Merhaba!” bile demeden.
“Ne nasıl?”
“Arkadaşım rica etti diye, hemen!”
“Önemli mi? Ben Ayça Burçin!”
Hiç sırası-sekisi yokken, yıllardır tanışıyormuşçasına, bir akşam önceki maçtan aklında kalmış gibi bir muziplik(19) geçti aklından;
“Ben de Barselona. Arkadaşlarım bana kısaca ‘Barça’ der!”
“Peki, Barça Bey.”
“Barça!”
“Peki, Barça!”
“Bir genç kızı bu kadar çabuk etkileyeceğim aklıma gelmemişti!”
“Anlamadım!...”
Tuhaflaşmış, ne dediğini, ne demek istediğini şaşırmış gibiydi Mehmet, çam devirdiğini(1) fark etmesi için zamana ihtiyacı yoktu ama olan olmuş gibiydi. Aynı cümleler farklı anlamlar taşırdı bazen.
Mehmet demek istediğini yanlış mı anlatmıştı acaba? Genç kız bunun için devam etmek gereğini hissetti;
“Yalnız bir genç kız, ya da kadın yanınıza geldiğinde aklınız-fikriniz onun belinden aşağısıyla ilgilenmek, sadece sizin değil, tüm erkeklerin arzusu. Bir Aytaç Ağabeyim gibi olamadınız, hiçbiriniz. Yazıklar olsun hepinize ve teessüf ederim(21)!” deyip ayrıldı Mehmet’in yanından.
Mehmet, sap gibi kalmıştı(22) orta yerde, üstelik Aytaç hiç görünmüyordu ortalıklarda, Ayça Burçin arkadaşlarının bulunduğu yere, onlara katılmak için yönlendiğinde.
Beyninin kıvrımlarında yüzlerce değilse de, onlarca sorunun fink atması(23) yanında, söylediğinin, bir cümleyle edepsizlik sınırına yaslanmasına üzülmüş gibiydi Mehmet.
Ağır, ağır gruba yaklaştı, çok çok öncesinden aldığı içki onu sendeletmiş miydi yoksa, sarhoş gibiydi:
“Bağışlayın gençler! İçinizden birini, kurgulamayı yanlış yaptığım bir cümle ile üzdüm. Onun sinirlerinin üst düzeyde yorgun olduğuna inandığım bu anda, özür dilemektense, onu yarın saat birden beşe kadar özür dilememi kabul etmesi için Yenişehir Tren İstasyonu Bekleme Salonunda bekleyeceğimi söylemek istiyorum sizlere…
Biliyorum, onun o siniriyle gelmeme ihtimali çok ama çok fazla, ama ben yine de şansımı denemek isteyeceğim.”
Yoğun gürültüde sözlerinin tam olarak anlaşıldığından emin olmasa da boş vererek ayrıldı oradan, nedense kendinde değil gibiydi. Bir cümleyle acaba; “Bir çuval inciri, berbat mı etmişti” ki?
Yol-iz bilmezdi, Aytaç neden paldır-küldür, iz bile bırakmadan ayrılmıştı ki yanından? Tanıştırsaydı, “şöyle-şöyle!” diye bilgilendirseydi ya! Hem niye biletini alıp da kaybolmuştu ki? Bunalmıştı.
Girişte aldığı bir duble cin-tonik kendini kesmemişti. Önüne ilk çıkan ayaküstü, tek tekçilerden birine daldı, meze olarak sadece sarı leblebi istedi, içkisinin yanına. Telefonu çaldı bu anda.
“Hayırdır, fırça yiyip uzaklaşmışsın mekândan?”
“Sorma!”
“Geçmiş olsun, evde anlatırsın artık!”
“Hiç sanmam!”
“Var mısın iddiaya?”
“Ne gibi?”
“Aynı güzellerle bir akşam yemeğine, hesaplar senden!”
“Ya kazanırsam?...”
“Sonuçta mutlaka kazanan sen olacaksın, kaybetsen de, kaybetsem de. Biliyorsun, ‘Şansta, ya da kumarda kaybedenler, aşkta mutlaka kazanırlar! Ben de iddiada kaybetsem bile kazanan sen olacaksın!’ demek istedim.”
“Keşke inanabilsem!”
“İnan! İnan! En geç bir hafta sonra bu yemeği ısmarlayacaksın, hatta garanti ederim, bunun devamı da olacak!”
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ki?”
“Birincisi ev arkadaşımı, ikincisi kız kardeşlerimi tanıyorum!”
“Kız kardeşlerim mi? Anlamadım, ama peki! Görüşmek dileğiyle!”
“Oldu! Yalnız içtiğine dikkat et, küfelik olma, efendice, akıllıca bin Halk Otobüsüne ve ben gelinceye kadar beklersen konuşuruz, sızar bekleyemezsen de bence mahzuru yok!”
“Anlaşıldı!”
“Anlaşıldı!”
O gece konuşmaları mümkün olmadı ikisinin. Sabaha gelindiğinde de mahmurluğu ile baş başa bırakmıştı Aytaç Mehmet’i. Yastığının baş tarafına; “İyi istirahatler!” diye not yazıp saati ve adını eklemişti altına.
Mehmet uyandığında, daha doğrusu cep saati çalıp da uyandığında plânladığı şey için yeterli vakti olduğunu görüp sevindi.
Duşunu alıp giyindi, sözünü ettiği vakitten 15-20 dakika önce Yenişehir Tren İstasyonuna gidip Bekleme Salonundaki banklardan birine fark edilecek şekilde oturdu.
Geçen Banliyö Trenlerini, Posta Trenlerini, Marşandizleri gözledi, hem o yönden bu yöne, hem bu yönden o yöne. İnsanları izledi, pespaye(24), rüküş(24), kendini matah(24) sayan, mağrur(24), iyi, efendi, temiz, mütevazı(24)…
Kimi elindeki yarım su şişesinden susuzluğunu gidermeğe çalışıyor, kimi sakız çiğniyor, kimi gazetesinin boş ya da reklâm sayfalarından başına şapka yapmış kalan sayfaları okuma gayretindeydi.
Uluorta, bağıra-çağıra, ya da cep telefonuyla gürültülü bir şekilde konuşanlar da vardı. Ancak saatler ilerlemesine rağmen ne o vardı meydanlarda, kenarlarda, köşelerde, ne de Allah rızası için ona benzeyen biri, izlendiğinin farkında olmadan.
Aytaç, Ahmet’in perişanlığını görmeleri için kız kardeşlerim dediklerinin banliyö için gidiş-dönüş biletlerini almış, kendilerini banliyönün penceresinden gizleyerek ilk sefer dışında, oradan-buraya, buradan-oraya istasyonlar arası gezdirmişti.
Peronlardan çıkmadıkça yeni bilet almaları gerekmediğinden, banliyö treninin onun karşısına gelecek vagonunu seçerek bir istasyon önüne, bir istasyon berisine yerleşerek gidip geliyorlardı.
İşlemlerinin yeterli olduğuna inandıklarında, daha doğrusu banliyöye bindiklerinden beri kendilerine gözükmeyen kondüktör biletlerini kontrol edince, saat beş olmamasına rağmen Aytaç;
“Siz son istasyonda inin, sonrasına telefonlaşıp karar veririz! “deyip Mehmet’in beklediği istasyona tesadüfen gelmiş gibi yapıp hayret edercesine dikildi Mehmet’in karşısına;
“Hayırdır, ayılmak için, hava almaya mı çıktın buralara?”
“Ayılmak değilse de ‘hava almak(25)’ deyimi doğru olsa gerek!”
“Pardon! Anlamadım!”
“Önemli değil! Peki, sen ne arıyorsun bu güzergâhta(26)?”
“Çocukları gezdirmeğe çıkarmıştım, seni görünce ben indim trenden, onlar devam ettiler!”
“Peki, akşam tanıştırdığın sarışın, yani adının Ayça Burçin olduğunu söyleyen kız da içlerinde miydi?”
“Tabii ki, akşam özellikle; ‘Banliyö ile bir yerlere gezmeğe gidelim, gezdir bizi ağabey!’ diyen de o idi zaten.
“Yani beni burada beklerken gördü!”
“Sanırım, ama emin değilim, hem neden sordun ki?”
“Önemli değil, hadi gidelim, nereye istersen bu tatil günü.”
“Olmaz çocuklara söz verdim onlarla birlikte olacağıma ve akşamüzeri de onları evlerine bırakacağım.”
“Sen ‘Çocuklar’ dersin, onlar ‘Ağabey’ derler sana, nedir bu işin aslı, sakıncası yoksa anlatır mısın?”
“Uzun hikâye!”
“Olsun, vaktim müsait, sakıncası yoksa dinlerim!”
“Peki, özetlemeğe çalışayım. Halamızın bir evi vardı burada, çocuğu olmamıştı ve duldu. Üniversiteyi kazanan ablam yurtlarda yer bulamadığından, daha doğrusu ve açıkçası yurtta kalmasına ailemizin bütçesi yetmediğinden üniversite boyunca halamla kaldı…
O ona destek, öteki ona can yoldaşı idi. Ben parasız yatılı olarak başka ilde olduğumdan benim sorunum yoktu. Bu arada Ayça…”
“Ayça, gerçek ismi mi?”
“Tabii ki! Ama böyle ikide bir araya gireceksen anlatmayayım, istersen. Hemen merakını gidereyim ablamın ismi de Tuğçe. Ben de Aytaç, bilmem hatırlayabilecek misin? Ayça Burçin dışında bir de ufağımız var, o da Gökçe. O henüz lisede, her neyse.”
Bir şeyler anlayıp anlamadığını, ya da yorumlayıp yorumlamadığını anlamak istercesine gözlerini Mehmet’in gözlerinde gezdirdi Aytaç.
Şoka girmek(27) yerine düşünür gibi olduğunu görünce de devam etme arzusunu yaşadı, çünkü “Konuşmak bir mana ise, susmak da bir mana idi,” düşünürün dediği gibi(28):
“Velhasılım kelâm(29) ilerleyen zamanda halamı kaybettik. Halam vasiyetinde evini babama bağışlamıştı. Tuğçe Ablam mezun olmadan önce muhtaç olan bir arkadaşının kız kardeşini aldı eve…
Ayça Burçin ondan geri kalmadı o da bir arkadaşını, arkadaşı da bir diğer arkadaşını, daha doğrusu kardeşini getirince eve, ev oldu Parasız-Yatılı Öğrenci Yurdu. Gelen-gidenle evdeki öğrenci sayısı asla üçün altına inmedi, on birin üstüne de çıkmadı.
Yatmağa ve ders çalışmaya yeterli yer ancak o kadardı çünkü. Bir iki günlüğüne sıkış-tepiş zorunluluklar olduysa da o zorunlulukları hallettik, gücümüzün yettiğince.
Ablam mezun oldu, evlendi, eşinin iş durumu dolaysıyla ayrıldı evden, şehirden, ama gönlünü eksik etmedi evden maddi olarak. Çünkü evin munzam(30) giderlerinin karşılanması gerekiyordu. Daha sonra benim isteğim karşılığı buraya tayinimin çıkması onlara ağabeylik yapmamı sağladı…
Onlara o günkü gibi hosteslik, düğün-derneklerde komilik, ya da yardımcı garsonluk gibi işleri bulup çalıştırdım onları boş zamanlarında, çünkü maddiyat gerçekten gerekliydi. Ablamın katkısı, benim desteğim gereğince yeterli olmuyordu, özellikle nüfusun arttığı dönemlerde…
Sonra oraya katılan genç arkadaşlardan biriyle karşılıklı iletişimimiz oldu ve tüm kızların gözlerinin önünde nişanlandık onunla ve mezuniyetini bekliyoruz...”
Susması gerektiğini anlatmak istercesine söze girmek gerektiğini hissetti Mehmet;
“Demek ki o gece kaybolmanın nedeni, nişanlınla baş başa kalmaktı ve Ayça Burçin’e; ‘Git, tanış!’ dediğinde de benim ‘Baltayı taşa vuracağımdan’ kesinkes emindin, değil mi?”
“Bir can yoldaşı ile ilgilenmen, burnunu sürtmen gerekiyordu. Kızlar çok istedikleri için o konsere tümünün biletlerini ben aldım. Ayrıca neden bazı-bazen parasız kalıp senden borç para almamın nedenini de açıklıyor buraya kadar anlattıklarım, değil mi?..
Biliyorsun; ‘Veren el, alan elden daima hayırlıdır ve sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmaması gerekir!’ derler. Bu nedenle içlerinden biri ile gönül yoldaşı olmanı diledim. Sen, kardeşimi seçtin.”
“Peki, bugün beni de onların Aytaç Ağabeylerinin gezisine katılmasını mümkün kılamaz mısın?”
“Bu konu hiç aklıma gelmemişti, dersem yalan olur. Dur, istersen bir telefon edeyim!”
“İstemez miyim? Ama senden çekiniyorum.”
“Neden? Arayıp da senden iyi bir enişte mi bulacağım?”
“Kardeşinin yerine konuştuğunun farkında mısın?”
“Hani bir Anadolu deyişi vardır: ‘Kızı kendi haline bırakırsan, ya davulcuya, ya da zurnacıya varır!’ diye Sen bayağı iyi bir davulcuya benziyorsun, demek ki kız kardeşimi kendi haline bırakmam da sakınca yokmuş! Hem ben bir Anadolu çocuğuyum, şehirde yetişmiş olmama, ismimin cafcaflı(31) olmasına bakma. Babamın yetkilerini bir ağabey olarak kullanmaya hakkım var. Yani ben Ayça’nın ağabeyiyim. Ben ne dersem, o olur!”
“Ama zorla da güzellik olmaz ki. Ya gönlünde biri varsa…”
“Doğru! Telefon edince bunu da sorayım!”
Aytaç cep telefonunu çıkardı ve tuşlarına dokundu:
“Ayça, gönlünde biri var mı?...
Yok mu?...
Tamam, orayı boş tut, bir taliplisi var, önceden bildiğin...
Bir de diğer kardeşlerine sor bakalım, benim ev arkadaşım sizleri gezdirmeğe katılabilir mi? Üstelik çok ısrar etti, iyi bir yerlerde sizlere akşam yemeği ikram edecekmiş…
Tamam, ilk banliyö ile geliyoruz...”
Mehmet hayretle bakıyordu Aytaç’ın yüzüne. Bu ne sürat, bu ne anlayış, bu ne birikimdi, dilenenleri açık açık söylemek için? Çok şeyden, hatta her şeyden şikâyet etmek kolaydı, ama mutluluğu elde etmek için uğraş gerekirdi.
Uğraşmış mıydı, yoksa düşlemiş miydi sadece Mehmet?
Mutlak bir gerçek vardı. Kişi ne kadar uğraşırsa uğraşsın yahut da ne kadar inkâr etmeğe yeltenirse yeltensin, gayretli de olsa duygularına müdahale edemez hükmedemezdi.
Ayça Burçin ve Mehmet karşılaştılar ve bir an yalnız kaldılar. Ayça Burçin elini uzattı;
“Merhaba! Ben Ayça Burçin!”
Mutluydu Mehmet, şımardı;
“Merhaba! Ben Barça!” dedi.
Mutluluğu düşünmek, ummak ve sonucunda mutlu olmak, mutluluğu yaşamak; zamanı unutmak demekti. Mutlu olunduğunda zamanı unuttuğunun farkına varırdı insanlar.
Ayça Burçin ve Mehmet zamanı unutmuşlardı…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Ayça; Yeni ay. Hilâl. Ayın ilk günlerindeki durumu. Yarım daireden daha küçük görüntüsü, ilk günlerinde aldığı yay biçimi.
Aytaç; Ay gibi parlak taç takmış olan.
Burçin; Dişi geyik.
Tuğçe; Cennetteki Tuğba ağacının dallarına verilen isim.
(1) Sülün Gibi; “Dalyan gibi” deyiminin, kızlar için uygulanan çeşidi. Farklı olarak bu deyim içine “yürüyüşünün de güzel olduğu” özelliği eklenebilir.
(2) Sosyete; Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve kendilerine özgü yaşam biçimleri olan topluluk. Toplum, cemiyet.
(3) Sadede Gelmek; İlgisiz sözleri bırakıp asıl konuya gelmek.
(4) Dost Meleği; Şans meleği, uğur böceği şeklinde uydurduğum bir deyiş.
(5) Afsunlamak (Efsunlamak, Sihirlemek); Fisun-Füsun (sihir, büyü kelimesinin çoğul hali) büyülemek.
(6) Oflayıp (Ahlayıp) Puflamak; Sıkıntısını, bezginliğini, usancını, acısını ya da yorgunluğunu “Of! Ah! Puf!” diyerek belli etmek.
(7) Kulak Şapırdatmak (Şarpıldatmak); Yerel olarak geçiştirmek, duymazdan gelmek, üstüne yatmak, dinlememek, önemsememek, üzerinde durmamak.
(8) Sittin Sene; Mübalağalı olarak uzun bir sene anlamındadır, ancak asıl anlamı 60 sene demektir.
(9) Gönlünün Sultanı; Sevdiği, âşık olduğu, ya da âşık olacağının simgesel ismi, görüntüsü.
(10) Ahdetmek; Bir işi ne olursa olsun yapmak için kendine söz vermek.
(11) Sempatizan; Duygudaş. Bir kimseye ya da bir konuya sempati besleyen, üyesi olmakla beraber bir partinin, bir örgütün görüşünü benimseyen, onu destekleyen, ya da bir öğretiyi, görüşü, akımı tutan, yandaşı olan.
(12) Bariz; Belgeye gereklilik göstermeyen, gözle görülen, çok açık, göze çarpan, çok belirgin, apaçık, açık.
(13) Yırtık (Argo olarak); Utanması çekinmesi olmayan. Yırtılmış durumda olan. Eskimiş, parçalanmış.
Sünepe (ya da Sümsük); Aşağı yukarı aynı anlamda kelimeler olup; uyuşuk davranan, pısırık, miskin, mızmız, mıymıntı anlamlarındadır.
Alıngan; Çabuk alınmayı huy edinmiş olan, çabuk gücenen.
Gariban; Kimsesiz, zavallı, garip, yabancı, gurbette yaşayan.
(14) SIM Kart (Subscriper Identfy Module, Abone Kimlik Modülü; Günümüzde tüketiciye sunulan cep telefonlarından birinin GSM (Global System for Mobile) denilen sistematik çalışmasının eseri bir bakıma mikroçip şeklinde tüm bilgilerin üzerinde toplandığı kart. Cep telefonlarının kimlik kartı denebilir. Telefonun numarasını, pin kodunu ve o kişinin rehberi kayıtlıdır. SIM Kartı yoksa telefon mobil ağa bağlanamaz. CDMA (Code Division Multiple Access) telefonlar; SIM Karta ihtiyaç duymamaktadır.
(15) Ziftlenmek; (Hakaret anlamında) Yemek yemek, içki içmek.
(16) Aşık Atmak; Yarışmak, yarış etmek.
(17) İsterik (Histerik); Aşırı istekli olma, çok isteme, istemekten kendini alamama, kendini kaybetme. Herhangi bir konuda duygularına hâkim olamama durumu. Bir şeyi her şeyden çok istemek, arzulamak.
(18) Uvertür; Başlangıç, açıklık. Poker oyununda açılış, operada perde açılmadan önce orkestranın çaldığı parça.
(19) Muziplik; Şaka yapmaktan hoşlanma, şakacılık.
(20) Çam Devirmek; Pot kırmak, gaf yapmak, lâfın nereye gideceğini düşünmeden konuşmak.
(21) Teessüf Etmek; Esef (acınma, üzülme, yazıklanma) ettiğini belirtmek.
(22) Sap Gibi Kalmak; Birdenbire yalnız kalmak, terk edilmek. Desteksiz ve destekçisiz kalmak.
(23) Fink Atmak; Şurada burada gönlünün istediğince gezip eğlenmek.
(16) Pespaye; Düşük nitelikli, beş para etmez, aşağılık, alçak, soysuz.
Rüküş; Gülünç bir biçimde giyinmiş ve süslenmiş (kadınlar için).
Matah; İnsan, mal, eşya için küçümseme yollu söylenen bir söz.
Mağrur; Kendisini önemseyen, büyüklenen, böbürlenen, kurumlu, büyüklenme belirtisi olan, gurur belirten.
Mütevazi; Alçak gönüllü, gösterişsiz, iddiasız.
(25) Hava Almak; Umduğunu elde edememe, beklediği sonuca ulaşamamak, hiçbir şey kazanamamak, umduğunu bulamamak, eline bir şey geçmemek, başaramamak (Açık bir alana çıkıp ciğerlerine temiz hava çekmek, ya da açık havada gezinmekle hiç ilgisi yoktur).
(26) Güzergâh; Yol üstü, yol boyu, uğranılacak, geçilecek, çok geçilecek yerler.
(27) Şok Olmak (Şoke Olmak, Şok Geçirmek, Şokta Olmak, Şok Yaşamak, Şoka Uğramak, Şoka Girmek); Çok şaşırmak, şaşakalmak, beklenmedik, hoşa gidecek veya hoşa gitmeyecek bir şeyle, belirli olmayan bir zamanda karşılaşmak, şaşkına dönmek, şaşkınlıktan dona kalmak. Afallamak.
(28) Konuşmak bir mana ise, susmak da bir mana; Mehmet Akif ERSOY’a ait bir deyiş. Bunun atasözü olarak söylenişi herhalde; “Söz gümüşse, sükût altındır!” demek olmalı.
(29) Velhasılım Kelâm; Kısacası.
(30) Munzam; Eklenmiş, katılmış, ek, muntazam.
(31) Cafcaflı; Gösterişli, fazla şık, gösterişli, şatafatlı (Karışık, gürültülü, patırtılı, hatta tehlikeli anlamları da vardır).