Seksenleri, hatta seksenlerin ortasından sonrasını yaşıyor, daha doğrusu yaşamaya çalışıyordu yaşlı adam. Gençliği topraktaydı, yaşlılığı ise; çocuklar, torun, topalak derken şehirde, hatta arada sırada da olsa şehirlerdeydi…
Sıkıntılar olurdu, “Gel!” derlerdi, rahmetli eşi ile birlikte yaz-kış-bahar demeden düşerlerdi yollara evlât için, bebeler, torunlar için. Çünkü bilirlerdi ki; yollar değil, gittiğin yöne, ulaşmayı istediğin yere yolculuklardı önemli olan. Hele sondan bir evvelki torun için…
Üniversiteden mezun oluncaya kadar tam dört yıl başında bekledikleri yetişmiyormuş gibi, bu daima “Fıstık” olarak çağırdığı torunu, öğretmen olarak atandığı yere de sürüklemişti kendilerini.
Sonra ne olmuştu? O kadar peşinde koştukları, “Allah onun mürüvvetini(1) görmeden bizlerden emanetini almasın!” derken bir depremde anneanneli-torunlu beton yığınları arasında kalmışlardı.
Günler sonra çürümeğe yüz tutan bedenlerine kavuşup toprağa teslim etmek zor gelmişti yaşlı adama. Üzgünlüğü, üzüntüsü kendine özgüydü. Küsmüştü Tanrıya enikonu(2).
Deprem olduğunda cami avlusunda sabah namazı için erkenden gitmiş ezanı bekliyordu. Tanrı lütfetmiş onun canını bağışlamıştı sanki çok gerekliymişçesine.
Oysa onlar yerine kendisi göçseydi daha hakkaniyetli olmaz mıydı?
İnsanın böyle durumlarda da, sonrasında da, sonralarında da bazen kendisini kaybedesi geliyordu, kaybediyordu da kendini, üstelik bulunması hiç mümkün olmayacak bir şekilde hem…
Namazı, niyazı bırakmıştı yaşlı adam, hemen daha o günde, yıkılan evin tozları bile daha tam çökmeden. Ne ses geliyordu o beton yığınının altından, ne de bir soluk, umutlu olacağı.
Günlerce kazı yapanların, köpeklerin, kurtarma görevlilerinin yanında kalmıştı, yemeden, içmeden, solumadan, nefes almadan handiyse.
Ve sonra meşum(3) sonu verivermişlerdi kollarına. Torunun gözleri açıktı, öyle korkar gibi, hayret eder gibi değil, yaşama doymamış gibi, doymamışçasına.
Hanımının gözleri kadere razı olmuşçasına kapalı idi.
Evvelden ezan okunurken ayaklarını toplardı, radyonun, televizyonun sesini kısardı, şimdilerde ise, daha doğrusu o günden sonra umursamaz, kayıtsız gibiydi, ramazanlarda bile.
Sadece içinden gelmese de kandillerde, bayramlarda ve Cumalarda ilişkisi oluyor, giriyordu cami kapısından içeri.
Onun, yani Allah’ın bildiğini kuldan saklamasına gerek yoktu ki. Mecbur hissediyordu kendini kâfir(4) olmamak için.
Oysa kâfir olmaya dünden razıydı.
O günden bugüne ömrünü tüketmekle meşguldü yaşlı adam. Çektiği azabı yeterli görmemişti Tanrı, ömrüne ömür katıyordu sanki. Tüketmek bilmiyordu zamanını, yalnızlığını yaşadığı evinde.
Derdini, hicranını(5), hüsranını(5) bavuluna, çantasına, heybesine yükleyip de kaçmalı mıydı?
İnsan kendinden nasıl kaçabilirdi ki? En çok da özlemini sınırlamasını bilememekten hayıflanıyordu(6). Şaşkındı, neye şükredeceğini, neye kahırlanacağını bilmez gibiydi. Ağlıyordu çok zaman, sessiz, kendi işiteceği kadar.
Kaderin yazgısı hep böyle miydi? Kendini kendiyle paylaşmasını istemeyenler, bilmeyenler, kısaca kendisi gibi olanlar hep ağlarlar mıydı? “Söz gümüşse, sükût altındır!” demişlerdi.
Sessiz, sükût katkılı ağlamalar da altın, mücevher değerinde miydi? Hem Allah işitmez miydi sessiz haykırışlarını, yardımcı olmayı bilmez miydi, ne olurdu ki, tüketmek için uğraş verdiği yaşamını bitirmek için elçisini gönderip sevdiklerine kavuştursaydı kendini?
Evet, ibadet de, taat(7) de uzaktı ondan, ama uzak olan bir tek kendisi miydi? Dünyada, hatta ve hatta evrende ondan uzak olanlar yok muydu? Hem de hiç mi?
Sonuna her zaman hazır olduğu evi, o menhus(8) günden, daha doğrusu o günü takip eden birkaç günden sonra hep aynı idi, hep aynı kalmıştı. Çok zaman kızını kaybeden kızı, ara sıra, bazı bazen de gelinleri şimdi kira ile oturduğu eve gelip temizlik yapıyorlar ve fakat herkes çöküntüden neler kurtulabildiyse, neler sağlam kaldıysa, aldıklarını aynen aldıkları yere özenle, tıpkı karısının bıraktığı gibi bırakıyorlardı.
Çerçeveler, sehpalar, örtüler…
Akla ne gelirse, akla ne geliyorsa. Köşe-bucak, perde-merde, toz-moz işlerini gelinlerden ziyade, kızı hallediyordu. O da kendi gerçekleri nedeniyle her zaman değil, çok zaman.
Eee! Gerçekti ki; “El elin eşeğini türkü çığırarak arardı!” Gelinler de öyle idiler işte, “Dostlar alışverişte görsün!” örneği.
Yaşlı adamın yemek için hiçbir yardıma ihtiyacı yoktu. Canı isterse yaprak sarmayı da, karnıyarığı da, hazırdan da olsa mantıyı da yapabiliyordu.
Sonra gelişen dünyada canı Rus salatası mı, humus(9) mu istedi? Şarküterilerden(10) alıyordu.
Canı İskender-miskender, ya da kebap-mebap, tatlı-matlı türü bir şeyler mi istemişti? Lokantalar, Pastaneler ne güne duruyorlardı ki? Ama çok nadirdi canının böyle bir şeyler istemesi, neredeyse evinden dışarı çıkmak bile istemezdi. Sadece…
Evet, sadece akşamları, ama her akşam beynini uyuşturacak kadar yüklendiği içkisini bittikçe almak için çıkıyordu dışarıya, cuma vakitleri, kandiller ve bayram namazları haricinde. Zaten çok zaman da ihtiyaçlarını cuma namazından dönerken yol üstündeki marketten gideriyordu.
Eh! İçkisini alırken de, hem içkisinin, hem ekmeğinin, sütünün, yumurtasının, yoğurdunun buzdolabında daima stoklu olmasına dikkat ediyordu.
Yaşam şeklinde görüldüğü gibi monoton(11) bir yaşantısı vardı ihtiyar adamın.
Oysa “Hemen” diye düşündüğü ahretine(12) kavuşmak fikrine karşın, Tanrı emanetine el koymayı geciktiriyordu da, geciktiriyordu. Aslında var olan ve varlığı asla inkâr edilmeyen Tanrının kendisine isyan edeni cezalandırması gerekmez miydi?
Oğlanlar, belki de gelinlerin yılgınlıkları nedeniyle kendisinin bakılacağı bir yere gitmesi konusunda ısrarcı idiler. Gelinler nihayeti arada bir, belki de kocalarının ısrarları ile geliyorlar, evinde yapılması gerekenleri, üstünkörü, yalap-şalap(13) yapma gayretinde olup, şöyle bir dolanıp gidiyorlardı.
Aslında gelişlerinin her seferinde onları ve torunlarını hediyesiz bırakmıyordu, öyle karınca-kararınca(14) değil, oldukça yüklüce. Bu bazen çeyrek altın olabildiği gibi, mağazadan elbise-ayakkabı falan, istediklerini almaları için açık hesabına yönlendirmek de oluyordu.
Bazen kendisinin de katıldığı istedikleri bir yerde akşam yemeğine götürüyor, tüm hesabı incelemeden ödüyordu. Biliyordu ki hiçbir kişi öteye bir şey götürmüyordu ve kalanlarının hepsi, kalanların olacaktı.
Biliyordu ki insan eti ağırdı. Onlara ağır geldiğinin farkındaydı yaşlı adam. Ama Allah’ın verdiği ömrü de bitirmek zorundaydı. “Ben geliyorum!” diyerek gidişini hızlandırmak yakışmazdı kendisine ve arkasında kalacaklara. Hem zaten cehennemlikti, bir de işkence mi çekecekti, cehennem öncesi?
O gün çocukları topluca gelmişlerdi evine. Kıskanırcasına torunlarını getirmemişlerdi. Belki de konuşacaklarının önemine ve özelliğine onların katılmamalarının uygun olacağını düşünerek.
Oğlanlardan önce ortanca, sonra küçük oğlan boğazlarını temizlemişler sonra da almışlardı mikrofonu ellerine.
Kızı yani en büyük olan, yani kızını ve annesini depremde kaybeden kızı suskundu, o günden sonra, her zaman olduğu gibi. Zaten o günden sonra yüzü hiç gülmemiş, suskunluğu hiç açılmamıştı zaten. Hem gözlerinin altında siyaha yakın torbalar oluşmuştu, muhtemelen önemsemediği.
“Baba! Malında-mülkünde gözümüz yok! Sat, neyin varsa istersen veya bağışla hayır kurumlarına. Yalnızlığın ve yalnızlığında sana içtenlikle yardımcı olamamak üzüyor bizleri…”
Duyabildiği, ya da anlayabildiği bu kadardı yaşlı adamın. Sonunu ya dinlememiş, ya da dinlemek istememişti.
“Asla ve asla! Ne Huzurevi, ne Düşkünlerevi, ne Yaşlı Bakım ne de Şefkat Evleri. Her ne diyor, her neyi kastediyorsanız. Ben oralara sığınmam. Ben zaten ölüyüm, hatıralarımdan, özlediklerimin kokularından uzaklaştırarak beni bir kere daha mı öldürmek maksadınız?
Kimseden bir isteğim yok, kimseye de müdanam(15) yok! Merak etmeyin, ben kendi başıma, yalnız başıma ölmesini de bilirim ve buna da hazırlıklıyım zaten, yaşadığımı düşünmüyorum ki hem.”
“Biraz ağır konuşmadın mı baba?” Ortanca oğlandı seslenen.
“Hiç de ağır değil! Elim-ayağım tutuyor, kendim-kendime yetiyorum. Ola ki kendimin-kendime yetmediğine inandığım an, Tanrının yapması gerekeni yapmasına yardımcı olacağımı bilin. Bundan böyle yaşamımda sizlerden tek bir isteğim var: Arada bir torunlarımı görebileyim…
Zararı yok, evime gelmeseler de olur, ben onları parklarda, bahçelerde de görüp kucaklarım, koklarım, öperim. İlk, son ve tek dileğim bu!”
Bunun anlamı; “Ne sizleri, ne de eşlerinizi istemem!” gibi bir şeydi. Tek üzüntüsü kızını bu sözlerinden ayrı tutamamış olmasıydı.
O; ilk çocuğuydu, üstelik tek ablaydı, acının en koyusunu, en katmerlisini yaşamış yüreği yaralı bir evlât ve anneydi. Annesi ve kızı için günlerce umutla beklemiş, hazin son için gayretli olmağa çalışmış, günler sonra toprağa saklanmak için bedenlerini görünce gücünü yitirmişti.
Bu dayanılacak bir şey değildi.
Üzgündü yaşlı adam. Kimseyi kırmak istememişti, istemiyordu da. Ama yalnızlığına, yalnız yaşamasına müdahale edilmesi de kimsenin hakkı değildi. Yalnızlığına kim izin verebilirdi ki?
Ya da çocuklarının ona bu izni vermeleri mi gerekliydi? Yalnızlık kendinindi ve üstelik kimseden üleşmek için yardım dilememişti.
Çocuklarının, nereden akıllarına gelmiştiyse ikna ziyaretleri bir çay bile içmeden, getirdikleri kutular açılmadan sona ermişti;
“Kutuları da alın!” dedi yaşlı adam. “Benim için fazla. Torunlarımın kursaklarına gittiğinde, ben de doyarım, mutlu olurum.”
Gücenikliğini hissetmişler miydi acaba? Kızı gibi, damadının da ağzı var, dili yoktu, hem başlangıçtan beri. O halde “Anlaması gerekenler de anlamışlardır!” diye düşündü, onları oturduğu yerden uğurlarken.
Sona kalan kızı, kapıyı kapatmadan önce başını çevirdi babasına, vedalaşır gibi, başını eğerken avucunu kendisine doğru çevirip iki defa açıp kapadı.
Ve kapının rezelerinde(16), yerine oturarak kapandığını hissetti yaşlı adam.
Televizyonu açtı, zihnini dağıtmak, vaktini eylemek için. Bu yaz ısıcağında ne maçıydı ki bu, bu kadar iddialı? Herhalde Avrupa, ya da Dünya Kupası maçlarından biri olmalıydı.
Henüz seremonisi yapılmaktayken spikerin yanlışlığı çekmişti dikkatini. Ülkenin adını duymamıştı, ama “Ülkenin İstiklâl Marşı” demişti, Ulusal, ya da Milli Marşı diyeceği yerde.
Önemsemedi, önemsediği maçı seyrederken vaktini geçirecek olmasıydı. Yaşamaktan yorulmuştu çünkü.
Efkârlanmıştı. Buzdolabına yöneldi. Ama unutmuştu içkisinin sonunu bir akşam önce tükettiğini. Nadiren başına gelen bir şeydi bu, çünkü yedeksiz kalmazdı dolabı, bu kere olmuştu işte.
Atması gerekti efkârını hemen söndürmesi için. Açık bıraktı televizyonu. Şuradan bakkala bir koşu, gider-gelir ve siyah bir poşet içinde eksiğini tamamlardı.
Eksiğini tamamlamasının sabaha kadar, hem şişe bitinceye kadar sürmesini de ister gibiydi bu kere.
Pantolonunu giydi, cüzdanından yeteceğine inandığı kadar bir miktar parayı çıkartıp cebine koydu, ceketini giymeden çıktı dışarı.
Sokağa çıktığında yatsı ezanını duydu. Üç aylardaydı galiba zaman. Miraç Kandilini yeni kutladıklarını hatırladı.
Hatta o akşam, nadir zamanlarından biri olarak kandil diye yatsı namazına gitmişti ve okunan mevlit sonunda ikram edilen mevlit lokumlarından yemişti. Demek ki ramazana az bir zaman kalmıştı. Bilmese de biliyordu bir şeyleri, eskilerden, deprem öncesinden, yani daha açık bir deyimle; “Tanrıya küsmeden önce!”
Vazgeçti dışarıya çıkma sebebiyle ilgili düşüncelerinden, camiye yöneldi. Bu sırada cami yakınındaki evlerden biri için çalan davul-zurnaya eliyle “Sus!” işareti yaparken, diğer eliyle de minareyi, belki de gökyüzünü gösterdi.
Ya çalanlar, ya da düğün sahibi işaretini anlamışlardı ki, sustular.
Şadırvanda abdest aldı, ezan bitene kadar.
Ve herkesle birlikte başladı ibadetine. Ne de olsa Müslüman’dı, Tanrıya küskün de olsa inancı vardı…
Cemaat bitirmişti namazını, ışıklar kapatılırken bile yerinden kıpırdamamış, duvara yaslanmış gibiydi yaşlı adam. Biri;
“Efendi, namaz bitti, kalk!” diye omzuna dokunduğunda kaykılıvermişti(17) boylu boyunca.
Hak tecelli etmişti(18), ummadığı bir zamanda ve aklına bile gelmeyecek bir mekânda, hiç de düşünmediği bir şekilde hem.
Kimdi? Bilen yok gibiydi cemaatten. Biri;
“Geçen Cuma görmüştüm camide. Buralardan biri her hal!” dedi. Bir diğeri;
“Bayram Namazında da yan yanaydık!” dedi.
Ceplerini kurcalayıp karıştırdılar. Birkaç lira para ile bir deste anahtar dışında bir şey çıkmamıştı yaşlı adamın üzerinden.
“Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi (ölümünü) ertelemez”(19) di.
Muhtar? Kapalıydı Muhtarın Bürosu bu vakitlerde. Ama cep telefonu olan biri aradı namazında, niyazında olan muhtarı. Camiden erken çıkan muhtar, kendisine rey verenlerle sohbet etmeğe başlamıştı ağır ağır evine doğru yöneldiğinde.
Neticede muhtarın bürosunda herkes bir sokağın defterine baktı ve simasından adresini ve evini öğrenip kapısına yöneldiler. Kapıyı açmaları zahmetli olmamıştı, yan komşu kalabalığı fark etmiş, merak etmiş ve yaşlı adamın yalnız yaşadığını söylemişti çünkü.
Önce açık olan televizyonu kapattılar. Sonra masa yanındaki sandalyede asılı olan ceketin ceplerini karıştırdılar. Cüzdanında kısacık bir not ve bir telefon numarası vardı:
“Ölürsem kızımı arayın!” diye yazılı idi. Yaşlı adam yeniliklere karşıydı, televizyon dışında, ne ev telefonu, ne de cep telefonu vardı çünkü.
Caminin hocası telefonunun tuşlarına bastı, telefon karşı taraftan açılınca, dolambaçlı yollardan söylemek yerine kısaca;
“Babanız öldü, cenaze caminin gasil hanesinde(20)!” dedi kısaca.
En çok yalnızlar kaybolurdu hayatta. Hiç bilmediği bir yerlerde, en çok bildikleriyle birlikteydi artık yaşlı adam...
YAZANIN NOTLARI:
(*) “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin.” “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” ve dahi “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü” diyen Yunus EMRE’nin bir deyişi.
(1) Mürüvvetini Görmek; Evlâdının mutluluk verici günlerini görerek sevinmek. Evlâdının kendisine hizmet ve yardım etmesiyle rahat bir yaşam içinde olmak.
(2) Enikonu; İyiden iyiye, etraflıca, akıllıca, adamakıllı.
(3) Meşum; Kötü, uğursuz.
(4) Kâfir; Tanrı’nın varlığına inanmayan, Tanrıtanımaz, dinsiz, inançsız, ülkemizde genellikle Hristiyanlara halkın verdiği ad.
(5) Hicran; Sevilen bir yerden, ya da kimseden ayrılmak, ayrılık ve ayrılığın neden olduğu onulmaz, çok güçlü üzüntü ve büyük acı.
Hüsran; Umulan, beklenilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan acı, düş kırıklığı.
(6) Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
(7) Taat; Allah’ın beğendiği şeyler.
(8) Menhus; Kötü, uğursuz.
(9) Humus; Nohut ve tahine limon suyu, sarımsak, tuz, kimyon, kırmızı biber ve zeytinyağı eklenerek yapılan meze olarak yenilen bir salata çeşidi.
(10) Şarküteri; Peynir, zeytin, salam, sucuk, meşrubat gibi yiyecek-içecek maddelerinin satıldığı dükkân.
(11) Monoton; Tekdüze, hep aynı tonda, yeknesak, çeşitliliği olmayan, donuk, sıkıcı.
(12) Ahret (Ahiret); Dini inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza dek kalacağı ve Tanrı’ya hesap vereceği yer, öbür dünya. Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Kıyametten sonra tüm varlıkların toplanacağı yer.
(13) Yalap Şalap; Yalapşap. Baştan savma, üstünkörü, yarım yamalak.
(14) Karınca Kararınca (Karınca Kaderince); Az da olsa elden geldiğince.
(15) Müdana; Minnet.
(16) Reze; Menteşe. Kapıyı içeriden, ya da dışarıdan açmaya yarayan ve başparmakla basılarak işletilen düzenek.
(17) Kaykılıvermek; Arkaya, yana doğru yaslanarak otururken kendinden geçmek, ölmek.
(18) Tecelli Etmek; Kendini göstermek, ortaya çıkmak, görünmek, belirmek.
(19) Allah eceli ertelemez; Kur’an’daki 63. Münafikûn Ayetinin, 11. Suresi.
(20) Gasılhane (Gasilhane); Ölü yıkama yeri.